Ana içeriğe atla

İnsan Hakları, Kapitalizm, Irk, Faşizm, Felsefe...- Gilles Deleuze & Félix Guattari

Alman felsefesinin temellendirme düşüne rağmen, evrensel demokratik Devlet yoksa, bunun nedeni kapitalizmde evrensel olan tek şeyin pazar oluşudur. Aşkın üst-kodlamalarla iş gören arkaik imparatorlukların tersine, kapitalizm kodsuzlaştırılmış akışların (para, emek, ürün akışları...) içkin bir aksiyomatiği gibi çalışır. Ulusal devletler artık üst-kodlama paradigmaları değildirler, ama o içkin aksiyomatiğin "gerçekleşme modellerini" meydana getirirler. Bir aksiyomatikteyse, modeller bir aşkınlığa göndermede bulunmazlar, tam tersi söz konusudur. Bu tıpkı Devletlerin yersizyurdsuzlaştırması, sermayeninkini ılımlılaştırıyormuş ve ona telafi edici yeniden‑yerliyurdlandırmalar sağlıyormuş gibidir. İmdi gerçekleştirme modelleri çok çeşitli olabilir (demokratik, diktacı, totaliter...), gerçekten ayrışık olabilir, yine de dünya pazarı yalnızca varsaymadığı, ama belirleyici gelişme eşitsizlikleri ürettiği ölçüde, ondan daha az eşbiçimli değildirler. Bu nedenle, sık sık işaret edildiği gibi, demokratik Devletler, diktacı Devletlerle öylesine bağlılık ve uzlaşma içindedirler ki, insan haklarının savunulması zorunlu olarak her tür demokrasinin içsel eleştirisinden yola çıkmak zorundadır. Her demokrat aynı zamanda Beaumarchais'nin "öteki Tartuffe" üdür, Peguy'nin dediği gibi, insancıl Tartuffe'dür. Şüphesiz, kurbanlardan başkaca kimseyi etkilemeyecek sağlıksız bir suçluluk duygusu içinde, Auschwitz'den sonra artık düşünemeyeceğimizi ve de hepimizin nazizmden sorumlu olduğunu sanmanın alemi yoktur. Primo Levi; kimse bize kurbanları cellatmışlar gibi kabul ettiremez, der. Ama nazizmin ve toplama kamplarının bize telkin ettiği, diye ekler, bundan daha çoğu veya daha azıdır: "bir insan olmanın utancı" (çünkü hayatta kalanlar bile ittifak kurmak, onurlarını zedelemek zorunda kaldılar...). Yalnızca Devletlerimiz değil, her birimiz, her demokrat, nazizmden sorumlu olmasa bile, onun tarafından kirletildi. Ortada sahiden de felaket var, ama felaket şurada: kardeşlerin ya da dostların toplumu öylesine bir sınavdan geçti ki, kardeşler ya da dostlar, düşüncenin sonsuz devinimleri haline gelen, dostluğu ortadan kaldırmayan ama ona modern renklerini veren ve Yunanlıların basit "rekabetçiliği"nin yerini alan bir "yorgunluk", belki de bir çekinme duymaksızın, birbirlerine ve her biri kendi kendisine bakamıyorlar. Biz artık Yunanlılar değiliz ve dostluk da artık aynı dostluk değil: Blanchot, Mascolo bu sıçramanın bizatihi düşünce için taşıdığı önemi gördüler.


İnsan hakları aksiyomlardır: pazarda pekâlâ başka aksiyomlarla bir arada yaşayabilirler, özellikle de yadsımaktan daha da fazla olarak, onları yok sayan veya askıya alan mülkiyetin güvenliği söz konusuysa: "Nietzsche, "pis karışım veya yan yana pislik" diyordu. Sefaleti, ve gecekonduların yersizyurdsuzlaştırılıp-yeniden-yerliyurdlandırılmasını, demokrasilerle bir arada yaşayan güçlü polis ve ordulardan başkaca, kim sürdürüp yönetebilir? Sefalet kendi yurdluğundan ya da gettosundan dışarı çıktığında, hangi sosyal-demokrasi vur emri vermedi? Haklar ne insanları kurtarır, ne de demokratik Devlet üzerinde yeniden-yerliyurdlulaşan bir felsefeyi. İnsan hakları bize kapitalizmi kutsatabilemez. Ve de, ulusları, Devletleri ve pazarı ahlâklılaştırmaya muktedir "uzlaşma" olarak bir evrensel görüş oluşturmak suretiyle dostların veya hatta bilgelerin toplumunu yeniden düzenleme iddiasındaki iletişimin felsefesi için de, epeyce safiyet, ya da kurnazlık gerekir. İnsan hakları, haklardan yoksun insanın içkin varoluş kipleri konusunda hiçbir şey söylemez. Ve bir insan olmanın utancını da, yalnızca Primo Levi'nin betimlediği en uç konumlarda değil; ama çok daha önemsiz koşullarda, demokrasilere musallat olan varoluş aşağılıklığı ve sıradanlığı karşısında, bu varoluş ve pazar-için-düşünce kiplerinin yayılması karşısında, çağımızın değerleri, ülküleri ve görüşleri karşısında da duyuyoruz. Bize sunulmuş yaşam olabilirliklerinin rezilliği, içerden de görünüyor. Kendimizi çağımızın dışında hissetmiyoruz, tersine onunla utanç verici uzlaşmalara girişmekten geri durmuyoruz bir türlü. Bu utanç duygusu felsefenin en güçlü motiflerinden biridir. Kurbanlardan sorumlu değiliz, ama kurbanların karşısındayız. Ve rezilden kurtulmak için hayvanlaşmaktan (homurdanmak, eşelemek, sırıtmak, kendini kasmak) başkaca yol yok: düşünce bile bazen ölen bir hayvana, demokrat da olsa, yaşayan bir adamdan daha yakındır.

Eğer felsefe kavram üzerinde yeniden-yerliyurdlulaşırsa, bunun koşulunu demokratik Devletin şimdiki formunda, ya da düşünüm cogito'sundan da daha kuşkulu bir iletişim cogito'sunda bulamaz. İletişimden yoksun değiliz, tersine fazlasıyla var ondan, biz yaratmanın eksikliğini çekiyoruz. Şimdiki hale direncin yokluğunu çekiyoruz. Kavramların yaratılması, kendiliğinde bir gelecek formuna çağrı yapar, yeni bir toprağa ve henüz var olmayan bir halka seslenir. Avrupalılaştırma bir oluş kurmuyor, sadece uyruklaştırılmış halkların oluşunu engelleyen kapitalizmin tarihini kuruyor. Sanat ve felsefe bu noktada, yaratmanın bağlantısı olarak, eksikliği duyulan bir toprak ve bir halkın oluşturulması noktasında buluşuyorlar. Bu geleceği talep edenler halkçı yazarlar değil, ama en aristokrat kişilerdir. Bu halk ve bu toprak bizim demokrasilerimizde buluşamayacaktır. Demokrasiler çoğunluklardır, ama bir oluş, doğası gereği her zaman için kendini çoğunluktan sıyıran şeydir. Birçok yazarın demokrasiye göre konumu, karmaşık, kaypak bir konumdur. Heidegger olayı ortalığı daha da karıştırdı: en tuhaf yorumların, bazen felsefesini suçlamak, bazen insanı dalgınlıklar içinde bırakacak kertede karmaşık ve yapmacık kanıtlar adına suçunu bağışlamak üzere kesişmesi için, bir büyük filozofun gerçekten de nazizm üzerinde yeniden-yerliyurdlulaşması gerekti. Heideggerci olmak her zaman kolay değildir. Büyük bir ressamın, büyük bir müzisyenin böylece utanç içine düşmesi (ne ki işte onlar bunu yapmadılar) daha kolay anlaşılabilirdi. Sanki utanç bizatihi felsefenin içine girmek zorundaymış gibi, bunun bir filozof olması gerekti. Felsefe, tarihlerinin en berbat anında Almanları kullanarak Yunanlılara ulaşmak istedi: Bir Yunanlı beklerken, diyordu Nietzsche, karşısında bir Alman bulmaktan daha beter ne vardır? Kavramlar (Heidegger'inkiler) nasıl olacaktı da aşağılık bir yeniden-yerliyurdlanmayla özünden kirlenmiş olmayacaklardı? Meğer ki tüm kavramlar, kavgacıların bir an için yerde birbirlerine karıştığı ve düşünürün yorgun gözlerinin birini öteki diye; yalnızca Alman'ı bir Yunanlı olarak değil, ama faşisti de bir varoluş ve özgürlük yaratıcısı olarak algıladığı, o gri ve ayrıştırılamazlık bölgesini taşımasınlar. Heidegger yeniden-yerliyurdlulaşmanın yollarında kendini yitirdi, zira bunlar işareti de korkuluğu da olmayan yollardır. Belki bu tumturaklı profesör, göründüğünden de daha çılgındı. Halkta, toprakta, kanda yanıldı. Zira sanat veya felsefe aracılığıyla seslenilmiş olan ırk kendini ari sanan değil, ama ezilmiş, piç, aşağı, anarşik, göçer, onulmazcasına minör bir ırktır -Kant'ın yeni Eleştiri'nin açtığı yollardan dışladıklarıdır. Artaud, alfabesizler için yazmaktan -sözyitimliler için konuşmak, beyinsizler için düşünmek- söz ediyordu. Ama, "için" ne anlama geliyor? "... Adına" demek değildir bu, ne de "...yerine" demektir. Bu, "karşısında" demektir. Bu bir oluş sorunudur. Düşünür beyinsiz, sözyitimli veya alfabesiz değildir, ama bu olur. Hintli haline gelir, durmamacasına bu olur, belki de Hintli olan Hintli'nin kendisi de başka bir şey haline-gelsin ve can çekişmesinden kurtulsun "için/diye". Hayvanlar için bile düşünülüp yazılır. Hayvanın da başka şey haline-gelmesi için hayvan‑olunur. Bir farenin can çekişmesi ya da bir dananın öldürülüşü, acımaktan ötürü değil, ama insanla hayvan arasında, birindeki bir şeyin ötekine geçtiği bir değişim bölgesi olarak, düşüncenin içinde mevcut kalır. Felsefenin değil‑felsefe ile kurucu ilişkisidir bu. Oluş her zaman çifttir ve gelecekteki halkı ve yeni toprağı kuran bu çifte oluştur. Değil-felsefe'nin felsefenin toprağı ve halkı haline-gelmesi için, filozof, değil-filozof haline-gelmek zorundadır. Piskopos Berkeley gibi hakkında onca iyi düşünülen bir filozof bile; biz öteki İrlandalılar, ayaktakımı... deyip durur. Halkın, bir "halk-oluş" olduğu için düşünüre içsel olması ölçüsünde, düşünür de, daha az sınırsız oluş olarak, halka içseldir. Sanatçı ya da filozof bir halk yaratmaktan elbette ki acizdirler ve onu ancak, bütün güçleriyle, çağırabilirler. Bir halk ancak tiksinti verici acılar içinde kendi kendini yaratabilir ve artık sanatla veya felsefeyle uğraşabilemez. Ne ki felsefe kitapları ve sanat yapıtları da bir halkın gelişini önceden hissettiren, düşlenemeyen acıların toplamını içlerinde taşırlar. Onların ortak yanı direnmektir, ölüme, tutsaklığa, hoşgörülemeyene, utanca, şimdiki hale direnmek.

Yersizyurdsuzlaşma ve yeniden-yerliyurdlulaşma çift yönlü oluş’ta kesişir. Bundan böyle artık yerli ve yabancıyı ayırdetmek mümkün değildir, çünkü yabancı, yabancı olmayan ötekinde yerli olurken, aynı zamanda da yerli, kendi kendisine, kendi sınıfına, kendi diline yabancı haline-gelir: aynı dili konuşuyoruz, yine de sizi anlamıyorum... Kendi kendisine ve kendi öz diline ve ulusuna yabancı haline-gelmek, filozofun ve felsefenin bir özeliği, "tarz" ları, felsefece zırvalar denilen şey değil midir acaba? Kısacası, felsefe üç kez yeniden-yerliyurdlulanır, bir kezinde geçmişte Yunanlıların üzerinde, bir kezinde şimdiki hal içinde demokratik Devlet üzerinde, bir kezinde de gelecekte yeni toplum ve yeni toprak üzerinde. Yunanlılar ve demokratlar bu gelecek aynasında tuhaf bir şekilde şekillerini yitirirler.


Ütopya iyi bir kavram değildir, çünkü Tarihe karşı çıktığında bile, hâlâ ona göndermede bulunur ve bir ülkü ya da bir güdüleyici olarak kendisini tarihe kaydeder. Ama oluş bizatihi kavramdır. Tarihin içinde doğar ve oraya düşer, ne ki tarihin içinde değildir. Onun, kendiliğinde bir başlangıcı ya da sonu yoktur, yalnızca bir ortası vardır. Bu nedenle tarihsel olmaktan çok coğrafidir o. Devrimler ve dost toplumları, direniş toplumları işte bu türdendir, zira yaratmak direnmektir: bir içkinlik düzlemi üzerindeki mutlak oluşla, mutlak olaylar. Tarihin olayda yakaladığı şey, onun şeylerin durumunda ya da yaşanmışta gerçekleşmesidir, ancak olay, oluşu içinde, kendi öz sağlamlığı içinde, kavram olarak kendiliğinden-konumu içinde Tarihten kurtulur. Psiko-sosyal tipler tarihseldirler, ama kavramsal kişilikler olaylardır. Bazen tarihi izleyerek ve onunla birlikte yaşlanılır, bazen de çok özel bir olayın içinde (belki de "felsefe nedir?" sorununu ortaya koyma imkânını veren o aynı olayın içinde) ihtiyar haline-gelinir. Ve bu genç yaşta ölenler için de aynı şeydir, bu türlü ölmenin de birçok çeşidi vardır. Düşünmek, denemektir, ama denemek denen şey, her zaman için yapılmakta olan şeydir -hakikatin görünüşünün yerini alan ve ondan çok daha talepkâr olan yeni, dikkat çekici, ilginç şey. Yapılmakta olan şey, biten şey olmadığı gibi, başlayan şey de değildir. Tarih deneme değildir, tarihten kaçan bir şeyin denenmesini mümkün kılan hemen hemen olumsuz koşulların bütünüdür yalnızca. Tarih olmasaydı, deneme belirlenmemiş, yönlendirilmemiş olarak kalırdı, ne ki deneme tarihsel değil, felsefidir.

Gilles Deleuze & Félix Guattari, Felsefe Nedir?, Yapı Kredi Yayınları, Çeviren: Turhan Ilgaz, 2013, sf: 102-107'den alınmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aksiyomatik Nedir? - Alberto Toscano

Aksiyomatik, Deleuze ve Guattari tarafından, Bin Yayla ’da çağdaş kapitalizmin evrensel tarih içindeki işleyişini ve genel semiyolojisini tanımlamak için kullanılan kavramdır. Bilim ve matematiksel küme teorisinden kök alan aksiyomatik, birlikte çalıştığı terimlerin tanımlarını sağlamaya ihtiyaç duymayan ama bunun yerine verilmiş bir alandaki emirler ile kısmi norm veya buyrukların (aksiyomların) eklenmesi ve çıkarılması yöntemini ifade eder. Aksiyomlar böylece doğaları belirlenmeye ihtiyaç duyulmayan öğeler ve ilişkiler üzerinde işler. Onlar, uygulanmalarının alanlarının özellik veya niteliklerine kayıtsızdırlar ve nesnelerine, tamamen işlevsellermiş gibi, tercihen asıl özlerinden niteliksel olarak farklılaşmışlar gibi muamele eder. Aksiyomlar sırayla, belirli ampirik veya maddi durumlara uygulanan teoremlere veya gerçekleşim modellerine eşlik etmektedir.  Eğer akışları (ve onların kesim ve kırılmalarını) Deleuze ve Guattari’nin transandantal mataryalizminin temel bileşeni olarak

Köksap Nedir? - Felicity J. Colman

Köksap, nesnelerin, mekânların ve insanların en farklı ve en özdeş olanları arasında meydana gelen bağıntıları tanımlar; insanları birbirine bağlayan tuhaf olay zincirleri gibi: “ayrılığın altı adımı” [1]  hissi, “daha önce de buradaydım sanki” duygusu ve bedenler düzenlemeleri. Deleuze ve Guattari’nin “köksap” [ rhizome ] kavramı, “rhizo”nun biçimleri kombine etmek anlamına gediği ve biyoloji terimi olan "rhizome"un, kendini yatay yumru-biçimli kökü boyunca yayabilen ve yeni bitkiler geliştirebilen bir bitki formunu betimlediği etimolojik anlamından çekip çıkartılır. Bu terimin Deleuze ve Guattari’deki kullanımında köksap, şebeke biçimli, ilişkisel ve çapraz bir düşünme sürecini ve bu haritanın sabit bir varlık olarak inşasını "takip etmeyen" bir var olma biçimini haritalayan bir kavramdır (D&G 1987: 12). Kökenleri ile tek tek temellerinin izini süren bedenler ile fikirlerin düzen verilmiş soyları "ağaç biçimli düşüncenin" formları görülür ve epistem

"Hüzün geriye kalandır. Biraz blues dinleyin benim için…

Sık sık ölümün bilgisine asla sahip olamayacağımızı, çünkü asla tecrübe edemeyeceğimizi hatırlatırdı Ulus. O nedenle ancak bir başkası aracılığıyla tecrübe edebiliriz ölümü, başkasının ölümüyle bilmeye çalışabiliriz. Herkes bir şeyler yitirdi Ulus'un aramızdan ayrılmasıyla. Kimi anlaşılmaz ama değerli bulduğu bir yazarı hatırladı, kimi bir özgürlük hayaletini, kimi bir güzel meleği, kimi kendini özür borçlu hissettiği bir dostunu. Bir başkasının ölümü, yitirilenin bilgisi, yitimin hatırlattıkları... Biz ise onu kaybettiğimiz gerçeğinin ağırlığı yavaş yavaş üzerimize çökerken, bırakın anlamayı, tecrübe ettiğimiz yitimi tarif etmeye çabalamaktan bile aciz hissediyoruz. Ulus bir başkası degildi bizim için, bedenimizin bir parçasıydı. Kendimizi eksilmiş, azalmış, kırılmış hissediyoruz. Yokluğu bizi suskunlaştırıyor... Suskunluğu kabullenebiliriz, sessiz kalmayı biliriz, derdimiz bu değil. Şu an sözümüz yok ama, nasıl olsa kendi geçmişimize her baktığımızda onu da göreceğiz.