tag:blogger.com,1999:blog-76385503658736919132024-03-13T00:10:05.740-07:00Kavram ve DuyumAnonymoushttp://www.blogger.com/profile/14742390432028082275noreply@blogger.comBlogger57125tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-86281255464285566122018-07-25T01:52:00.000-07:002018-08-27T02:55:46.545-07:00Estetik Nedir? - Franco "Bifo" Berardi<div style="text-align: justify;">
<i>Çeviren: Oğuz Karayemiş</i> </div>
<div style="text-align: justify;">
</div>
<div style="text-align: justify;">
İletişimin oluşu, toplumsal algılama ve estetiğin oluşlarıyla yakın bir ilişki içerisindedir. <i>Chaosmosis</i>'te, Guattari "yeni bir estetik paradigma"dan ("<i>le nouveau paradigme esthétique</i>") bahseder: çalışmasının teması, üstderinin, bedenler arasındaki temas alanının, duyarlılığın dönüşümüdür.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br />
Estetik nedir? Yaygın Batı felsefesi anlayışının aksine, estetik sadece bir nesnenin güzelliğinin bilimi değildir. Estetik aynı zamanda (ve en çok ilgili olduğu şey de budur) duyarlılık bilimi, algının, üstderiler arasındaki temasın bilimi ve böylece dünyaların oluş halindeki öznellikler tarafından yansıtılmasının bilimidir. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br />
Bundan daha önemli olan hiçbir toplumsal sorun yoktur, çünkü bilişsel kapitalizm, her şeyden çok bir duyarlılığın duygulanımıdır. Küreselleşmiş kapitalizm alanında, ekonomik sömürünün, psişik ıstırabın ve duygulanımsal tahrikin asıl çalışma alanı insan zihni ve daha doğrusu, enformasyonel aşırı uyarılmanın patojenik etkilerine maruz kalan beden-zihin ilişkisidir. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br />
Kapitalist ivme, bedenler arasındaki temasın iletişimle yer değiştirip seyrelmesi, gezegen çapında etnik yersizyurdsuzlaşma, geleneksel antropolojik modellerin parçalanması ve çöküşü: bunların hepsi, toplumsal zihnin ayrıntılandırılma tarzları üzerinde ve her şeyden önemlisi, duyarlılık üzerinde edimde bulunur. Duygusal beden, en hassas ve uç muharebelerin yapıldığı yerdir. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br />
Sosyal dikkatin medyatik bombardımanı, duyarlılık üzerinde acımasız etkiler yaratır. Hayalgücü, kolektif psişenin mutasyonlara yol açan virüslerince, aşırı hızlı canavarlarca işgal edilir. Bu arada, aslında insan ruhuna yayılmış bir bulaşıcı olan AIDS ismini alan medyatik salgının ortaya çıkışı, bilinçli organizmalar arasındaki ilişkilerin sanallaştırılmasıyla el ele gitmektedir. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br />
Bu, şizoanalitik estetiğin ilgi alanıdır: onun problemi, bir temaşa nesnesi olarak güzellik değil, bedenlerin birbirlerini toplumsal sahada algılama yoludur. Yer değiştirmeler ve göçler, kirletmeler ve entegrasyonlar, milliyetçilikler ve saldırganlıklar çağında temel bir siyasal sorun, toplumsal hısımlığın ve dolayısıyla estetiğin semantiğidir. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br />
Belli bir anlamda, toplumsal hısımlığın semantiğinin, Guattarici estetiğin ayrıcalıklı nesnesi olduğunu söyleyebiliriz. Ve bu toplumsal semantiğin nasıl dönüştüğünü anlamak için, sanatın iletişimde nasıl edimde bulunduğunu ve iletişimin kolektif akıl üzerinde nasıl hareket ettiğini anlamak gerekir.</div>
<div style="text-align: justify;">
</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg2_1uehnpzshTI4VirI9iJC6bjtp6DOl_Sqn7D20s-64_D5nfWFGnyd5yYRGVgFuTjwBliSQXoObHt7xqmXTa4gYj8vP4PwxDXj1FjpmWmaRdDcSOMefKv4x6PtlD0PWDfx3DRJ2UI8AU/s1600/francoberardi_bifo.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="1200" height="266" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg2_1uehnpzshTI4VirI9iJC6bjtp6DOl_Sqn7D20s-64_D5nfWFGnyd5yYRGVgFuTjwBliSQXoObHt7xqmXTa4gYj8vP4PwxDXj1FjpmWmaRdDcSOMefKv4x6PtlD0PWDfx3DRJ2UI8AU/s400/francoberardi_bifo.jpg" width="400" /></a></div>
<div style="text-align: justify;">
</div>
<div style="text-align: justify;">
<br />
Sanat yersizyurdsuzlaşmış türden bir semiyotik eylemdir. Jestler ile semiyotik göstergeler, gösterge ile bağlamı arasındaki ilişkiyi, onun işlevini ve ortak yorumlamanın koşullarını değiştirir. Sert bir biçimde yerliyurdlulaşmış geleneksel toplumlarda, sanatsal jest istisnaidir ve kutsallaştırılmıştır. Ancak yirminci yüzyılda, genelleştirilmiş estetikleştirmenin şişmiş rüzgar gülü dengesiz hale geldiğinde, sanatın statüsüne dair bir şey sonsuza kadar kırıldı. Auranın kaybı, sanat eserinin istisnai ve biricik karakterinin ortadan kayboluşuydu. Sanatsal göstergenin endüstriyel yeniden üretimi semiyotik bir enflasyona kapıyı açtı. Sinema, ses kaydı, televizyon, reklamcılık, dijitalleşme ve nihayet sanat eserlerinin otomatik yaratımı yazar/sanatçı aurasını dağıttı.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br />
"Yeni ekonomi" kapitalizminin dinamikleri ile birlikte, tüm süreç kendi koşullarına ve ters çevrimine erişir. Sanatı yersizyurdsuzlaşmış ve ekonomiyi yeniden-yerliyurdlulaşmış olarak düşünmeye alışkındık. Şimdi görüyoruz ki ekonomi, sanatı bir daimi yersizyurdsuzlaştırma ve yeryurd olmaksızın değerlenme (<i>volarization</i>) etkeni olarak kapsamaktadır. Bir zamanlar sadece sanatçıya ulaşabilen bir iletişim modeli olan değişim, egemen semiyotik rejime dönüştü. Geçmişte değişim yalnızca estetik değerlere ayrılırken, artık, ekonomik değerler günden güne değişen kurallar uyarınca mübadele ediliyor.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br />
Guattari'nin <i>Chaosmosis</i>'in estetik paradigmaya ayrılmış bölümünde ortaya koyduğu bu sorun, bu yeni çerçeve içerisinden yeniden ele alınmalıdır.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
*Franco "Bifo" Berardi, <i>Félix Guattari: Thought, Friendship and Visionary Cartography</i>, Çeviren: Giuseppina Mecchia & Charles J. Stivale, Palgrave and Macmillian Yayınları, 2008, s. 32, 33'ten tercüme edilmiştir.</div>
Oğuz Karayemişhttp://www.blogger.com/profile/10640841576106590503noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-9663391777355763892018-05-15T03:03:00.002-07:002018-05-15T03:03:31.381-07:00Filistin Üzerine - Gilles Deleuze
<br />
<div align="justify" style="line-height: 115%; margin-bottom: 0.1cm; margin-top: 0.1cm;">
Filistin sorunu öncelikle bu halkın yaşadığı ve hali hazırda
yaşamakta olduğu haksızlıkların toplamıdır. Bu haksızlıklar
şiddet eylemleri olduğu kadar mantıksızlıklar, hatalı akıl
yürütmeler, onları haklı çıkaran yahut telafi edici olduğunu
iddia eden boş garantilerdir. Arafat’ın, Sabra ve Şatila
katliamı sırasında tutulmayan sözlerden, ihlâl edilen
taahhütlerden konuşabilmek için sadece bir tek kelimesi kalmıştı:
<i>shame, shame</i> [utanç, utanç].</div>
<div align="justify" style="line-height: 115%; margin-bottom: 0.1cm; margin-top: 0.1cm;">
Deniyor ki bu bir soykırım değildir. Buna rağmen başından beri
Oradour’a<a class="sdfootnoteanc" href="https://www.blogger.com/blogger.g?blogID=7638550365873691913#sdfootnote1sym" name="sdfootnote1anc"><sup>1</sup></a>
çok benzeyen bir hikâye bu. Siyonist terörizm sadece İngilizlere
karşı değil aynı zamanda ortadan kaybolması gereken Arap köylere
karşı da uygulanıyordu: Irgoun bu açıdan son derece aktif
olmuştur (Deir Yassine)<a class="sdfootnoteanc" href="https://www.blogger.com/blogger.g?blogID=7638550365873691913#sdfootnote2sym" name="sdfootnote2anc"><sup>2</sup></a>.
Bir ucundan diğerine, söz konusu olan sadece Filistin halkının
artık olmaması gerektiği değil fakat sanki zaten hiç
olmadığıdır.</div>
<div align="justify" style="line-height: 115%; margin-bottom: 0.1cm; margin-top: 0.1cm;">
Fethedenlerin kendileri tarihin en büyük soykırımını
yaşamışlardı. Siyonistler bu soykırımdan <i>mutlak bir kötü</i>
peydahladılar. Fakat dünyanın gördüğü en büyük soykırımı
mutlak kötülüğe dönüştürmek, tarihsel olmayan, dinsel ve
mistik bir bakıştı. Kötülüğü durdurmuyor, tam tersine onu
yayıyor, başka masumlar üzerine de taşıyordu. Yahudilerin
yaşadıklarının bir kısmını diğerlerine çektirecek bir
tazminat talep ediyor (atılma, gettolara yerleştirme, halk olarak
ortadan kaybolma). Soykırımdan daha “soğuk(kanlı)”
yöntemlerle aynı sonuca erişilmek isteniyor.</div>
<div align="justify" style="line-height: 115%; margin-bottom: 0.1cm; margin-top: 0.1cm;">
ABD ve Avrupa bu tazminatı, onarımı Yahudilere borçlu. Ve bunu,
hiçbir suçu olmayan, özellikle <i>holocauste</i> karşısında
masum, hatta bundan söz edildiğini bile duymamış bir halka
ödetiyorlar. İşte tam da burada grotesk olan ve aynı zamanda
şiddetli olan başlıyor. Siyonizm ve sonrasında da İsrail
devleti, Filistinlilerden kendilerini hukuki olarak tanımalarını
talep edecekler. Fakat İsrail devleti Filistin halkı olgusunu hiç
durmadan inkâr edecekti. Hiçbir zaman Filistinlilerden değil,
fakat sanki burada şans eseri yahut bir hata sonucu bulunuyorlarmış
gibi Filistinli Araplardan söz edeceğiz. Ve daha sonra, kapı
dışarı edilen Filistinliler sanki başka bir yerden gelmiş gibi
yapacağız, Birinci Dünya Savaşı sırasında tek başlarına
verdikleri direnişten söz etmeyeceğiz hiç. İsrail devletini
tanımadıklarına göre onları Hitler’in soyundan gelen kimseler
yapacağız. Fakat İsrail onların varlığını inkâr etme hakkını
elinde tutuyor. Gitgide yayılması gereken ve Filistinlilerin
davasını savunan herkesin üzerine çökecek olan kurgu burada
başlıyor. Bu kurgu, İsrail’in bu bahsi, Siyonist devletin
hareketlerine, koşullarına karşı çıkacak herkese antisemit
yaftasını yapıştırmaya dayanıyordu. Bu operasyon kaynağını
İsrail’in Filistinliler karşısındaki soğukkanlı politikasında
buluyordu.</div>
<div align="justify" style="line-height: 115%; margin-bottom: 0.1cm; margin-top: 0.1cm;">
İsrail hiçbir zaman amacını saklamadı, başından itibaren
istediği Filistin topraklarını boşaltmaktı. Hatta daha iyisi,
sanki Filistin toprakları boşmuş ve öteden beri Siyonistler için
tahsis edilmiş gibi yaptı. Söz konusu olan bir sömürgeleştirmeydi,
fakat elbette 19. yüzyıl Avrupa’sındaki anlamıyla değil:
ülkenin yaşayanlarını sömürmeyeceğiz, gitmelerini
sağlayacağız. Kalacak olanlardan yere bağlı bir iş gücü
yaratmayacak, daha çok, sanki gettolara yerleştirilmiş
göçmenlermiş gibi bağsız, uçucu bir iş gücü yaratılacak.
Başından itibaren, boş ya da boşaltılabilir olması koşuluyla
toprakların satın alınması ortaya çıkıyor. Fiziki yok etmenin
coğrafi boşaltmaya bağlı olduğu bir soykırım bu: Filistinliler
de Arap olduğuna göre, hayatta kalanlar gidip diğer Araplarla
karışmalı. Fiziki yok etme, paralı askerlere bırakılmış olsun
olmasın, tam anlamıyla mevcut. Fakat deniyor ki, bir “son amacı”
olmadığına göre bu bir soykırım değil: aslında, diğerleri
gibi bir araç bu.</div>
<div align="justify" style="line-height: 115%; margin-bottom: 0.1cm; margin-top: 0.1cm;">
ABD’nin İsrail ile işbirliğinin nedeni sadece güçlü bir
Siyonist lobinin varlığı değil. Elias Sanbar nasıl olup ta
ABD’nin İsrail’de kendi tarihinden bir parça bulduğunu çok
iyi gösteriyor: Yerlilerin yok edilmesinin burada da sadece bir
kısmı doğrudan fizik olarak gerçekleşti<a class="sdfootnoteanc" href="https://www.blogger.com/blogger.g?blogID=7638550365873691913#sdfootnote3sym" name="sdfootnote3anc"><sup>3</sup></a>.
Sanki, hiçbir zaman Yerliler olmadığına göre, sadece gettolarda
onlardan iç göçmen yapılacak şekilde, söz konusu olan bir boş
toprak yaratmaktı. Birçok açıdan Filistinliler yeni Yerlilerdir,
İsrail’in Yerlileri. Marksist analiz kapitalizmin birbirini
tamamlayan iki hareketini saptıyor: sürekli olarak, içinde kendi
sistemini düzenleyeceği ve işleteceği sınırlar kabul ettirmek
ve bu sınırları her zaman daha uzağa itmek, onları her defasında
daha büyük, daha yoğun bir şekilde kendi kuruluşuna yeniden
başlayabilmek için aşmak. Sınırları itelemek Amerikan
kapitalizminin, Amerikan rüyasının hareketiydi ve İsrail bunu
Arap toprakları üzerinde, Arapların sırtında Büyük İsrail
düşü için yeniden ele alıyor.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhfusSZtnM1jgpJrgg7M1o842hQpHCxRGoel_oAE5sjbLMHx60310p9RKUgHfAvWKIYMxpfD7PorwJVvvsyCpVG9QkwvJ8ktAWHrIdd7y4brT3VGjvd1Bu79XzNpDJQgRhI93z_sThv_Wc/s1600/DdKYedQW0AEwOl0.jpg%253Alarge.jpeg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="657" data-original-width="1070" height="392" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhfusSZtnM1jgpJrgg7M1o842hQpHCxRGoel_oAE5sjbLMHx60310p9RKUgHfAvWKIYMxpfD7PorwJVvvsyCpVG9QkwvJ8ktAWHrIdd7y4brT3VGjvd1Bu79XzNpDJQgRhI93z_sThv_Wc/s640/DdKYedQW0AEwOl0.jpg%253Alarge.jpeg" width="640" /></a></div>
<div align="justify" style="line-height: 115%; margin-bottom: 0.1cm; margin-top: 0.1cm;">
<br /></div>
<div align="justify" style="line-height: 115%; margin-bottom: 0.1cm; margin-top: 0.1cm;">
Filistin halkı nasıl direndi ve direniyor. Nasıl, soylu bir
halktan silahlı bir ulus haline geldi. Nasıl oldu da, sadece
kendisini temsil etmeyen, aynı zamanda kendisinin simgesi olan
yurdun dışında ve devletsiz bir organizma yarattı; büyük
tarihsel bir karakter gerekiyordu, Batılı bir bakışla neredeyse
Shakspeare’den çıkma bir karakter diyeceğiz ve bu Arafat oldu.
Bu tarihte ilk defa değil (Fransızlar Özgür Fransa’yı
düşünebilirler, fakat başında bu hareketin halkta daha az
dayanağının olduğunu unutmamak kaydıyla). Ve tarihte ilk defa
yaşanmayan bir diğer şey İsraillilerin bir çözüm fırsatı
olduğunda bunu kasten, bilinçli bir şekilde yıkmalarıdır.
Sadece Filistinlilerin haklarını değil aynı zamanda Filistinli
olgusunu reddeden dini pozisyonlarında ayak diriyorlardı.
Filistinlilere dışarıdan gelmiş teröristler olarak davranarak
kendi terörizmlerini temize çıkartıyorlardı. Filistinliler,
Avrupalıların kendi içlerinde olabildikleri gibi, Araplardan
farklı, kendilerine özgü bir halktı, diğer Arap devletlerinden
belirsiz bir destek bekleyebilirlerdi ve bu da, Filistin modeli onlar
için tehlikeli bir hal aldığında onlara karşı dönebilir,
düşmanlığa dönüşebilirdi. Filistinliler tarihin bu cehennemi
çemberlerini kat ettiler: mümkün olduğu her defasında çözümlerin
başarısızlığa uğrayışı, kendilerine ödetilen işbirlikleri,
tutulmayan sözler.</div>
<div align="justify" style="line-height: 115%; margin-bottom: 0.1cm; margin-top: 0.1cm;">
Belki de Sabra ve Şatila katliamının nedenlerinden biri Arafat’ı
devreden çıkartmaktı. Savaşçıların çekilmesine sadece
ailelerinin güvenliği ABD tarafından, hatta İsrail tarafından
garanti altına alınırsa rıza gösteriyordu. Katliamdan sonra
“<i>shame</i>” kelimesinden başka bir kelime yoktu söylenecek.
Eğer sonrasındaki krizin FKÖ için sonucu ya bir Arap devletine
entegre olmak ya da Müslüman bir köktencilik ise, diyebiliriz ki
Filistin halkı ortadan kaybolmuştur. Fakat bu öylesine koşullarda
gerçekleşecekti ki tüm dünya, ABD ve hatta İsrail kaçırılan
fırsatlara üzülecekti, hatta bugün mümkün olanlar için bile.
İsraillilerin kibirli formülüne: “Biz diğerleri gibi bir halk
değiliz”, hiç durmadan, <i>Filistin Araştırmaları Dergisi</i><span style="font-style: normal;">'</span>nin
ilk sayısının da hatırlattığı gibi, Filistinlilerin çığlığı
yanıt veriyordu: biz diğerleri gibi bir halkız ve sadece bu olmak
istiyoruz.</div>
<div align="justify" style="line-height: 115%; margin-bottom: 0.1cm; margin-top: 0.1cm;">
İsrail, Lübnan’da bu terörist savaşı yürüterek FKÖ’yü
ortadan kaldırabileceğini ve hali hazırda topraklarından atılmış
Filistin halkına desteğini kesebileceğini düşünüyordu. Ve
belki de başarılı oldu, kuşatılmış bir Tripoli’de,
arkadaşlarının arasında Arafat’ın sadece fiziksel bir varlığı
var, hepsi büyük bir yalnızlık içindeler. Fakat Filistin halkı
yerine ikili bir terörizm uyandırmadan, Devlet ve din, kimliğini
kaybetmeyecek; ve bu ikili bu ortadan kalkıştan faydalanmayı
bilip, İsrail ile tüm barışçıl hesaplaşmayı imkânsız
kılacak. İsrail Lübnan savaşından sadece moral olarak sarsılmış,
ekonomik olarak düzensizleşmiş çıkmayacak, kendi
tahammülsüzlüğünün tersine çevrilmiş imajında bulacak
kendini. Politik bir çözüm, barışçıl bir hesaplaşma sadece
bağımsız, bir devlet içinde kaybolmayacak, farklı İslamcı
hareketler içinde dağılmayacak bir FKÖ ile mümkün. FKÖ’nün
ortadan kalkışı, Filistin halkının hayatta kalışına kayıtsız,
savaşın kör güçlerinin zaferi olacak.</div>
<div align="justify" style="line-height: 115%; margin-bottom: 0.1cm; margin-top: 0.1cm;">
<br /></div>
<div align="justify" style="line-height: 115%; margin-bottom: 0.1cm; margin-top: 0.1cm;">
Gilles Deleuze, <i>İki Delilik Rejimi</i>, Çeviren: Mahir Ender Keskin, Bağlam Yayınları, s. 247-252'den alınmış olup, orjinal başlığı "Yaser Arafat'ın Büyüklüğü"dür.</div>
<div align="justify" style="line-height: 115%; margin-bottom: 0.1cm; margin-top: 0.1cm;">
<br /></div>
<div id="sdfootnote1">
<div class="sdfootnote">
<a class="sdfootnotesym" href="https://www.blogger.com/blogger.g?blogID=7638550365873691913#sdfootnote1anc" name="sdfootnote1sym">1</a>İkinci
Dünya Savaşı’nda katliam yapılan Fransız kasabası (ç.n.).</div>
</div>
<div id="sdfootnote2">
<div class="sdfootnote">
<a class="sdfootnotesym" href="https://www.blogger.com/blogger.g?blogID=7638550365873691913#sdfootnote2anc" name="sdfootnote2sym">2</a>Vladimir
Jabotinsky tarafından kurulan aşırılıkçı hareketin askeri
kanadı (aynı zamanda Likud’un da kurucusu). Menahem Begin
tarafından yönetilen l’lrgoun sadece Filistinli Arap milliyetçi
hareketlere karşı değil aynı zamanda İngiliz yönetimine karşı
hareketleri de yönlendiriyordu, özellikle 1948’de, Kudüs’ün
(Deir Yassine) dış mahallelerindeki bir köy katliamının ve
Kudüs’teki İngiliz mandasının karargahı olan King David oteli
saldırısının sorumlusudur.</div>
</div>
<div id="sdfootnote3">
<div class="sdfootnote">
<a class="sdfootnotesym" href="https://www.blogger.com/blogger.g?blogID=7638550365873691913#sdfootnote3anc" name="sdfootnote3sym">3</a><i>Palestine
1948</i> (Filistin 1948), l'expulsion, Paris, Les Livres de la
d’Etudes Palestiniennes, 1983.</div>
</div>
<style type="text/css">p.sdfootnote { margin-left: 0.6cm; text-indent: -0.6cm; margin-bottom: 0cm; font-size: 10pt; line-height: 100%; text-align: justify; }p { margin-bottom: 0.25cm; line-height: 120%; }a.sdfootnoteanc { font-size: 57%; }</style>Oğuz Karayemişhttp://www.blogger.com/profile/10640841576106590503noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-45412209694874170272017-11-11T03:32:00.001-08:002017-11-11T14:26:34.706-08:00Marx'ın Üç Sözü - Maurice Blanchot<div align="justify" style="line-height: 100%; margin-bottom: 0.5cm;">
Marx'ta,
hep kendi söylediklerinden gelen, üç tür sözün biçim ve güç
aldığını görüyoruz; bunların hepsi gereklidir, ama
birbirlerinden ayrıktırlar ve birbirlerine karşıt olmaktan da
fazla bir şey: yan yana konmuşlardır. Onları bir arada tutan
uyumsuzluk öyle bir istem çoğulluğuna işaret etmektedir ki
Marx'tan beri herkes, kendini bu çoğulluğa boyun eğmiş
hissetmekten kaçınamamaktadır, kendini her şeyden kaçınmaktaymış
gibi gördüğü durumlar dışında.</div>
<div align="justify" style="line-height: 100%; margin-bottom: 0.5cm;">
1.
Bu sözlerden ilki dolaysız ama uzundur. Bu sözün içinde Marx,
"düşünce yazarı" olarak ortaya çıkmaktadır;
gelenekten çıkmış bir söz olarak, felsefi logos'tan
yararlanmakta, Hegel'den alınmış ya da alınmamış (bunun bir
önemi yok) büyük isimlerden yardım almakta ve kendini, düşünüş
unsuru içinde özümlemektedir. Bu söz, içinde bütün logos
tarihi kendini vurguladığı için uzundur; ama iki anlamda
dolaysızdır, çünkü yalnızca söyleyecek bir şeyi olmakla
kalmayıp, söylediği bir cevaptır, cevaplar biçiminde
kaydolmaktadır; biçimsel olarak nihai olan ve sanki tarih
tarafından veriliyormuşçasına kesin olarak verilen bu cevaplar,
ancak tarihte bir durma ya da kopma olduğu zaman doğruluk değeri
alabilirler. Cevap verirken -yabancılaşma, ihtiyacın önceliği,
bir maddi pratik süreç olarak tarih, bütünsel insan- cevap
verdiği soruları belirsiz ya da kararsız bırakır: Bugünün
okurunun ya da dünün okurunun, böylesi bir soru yokluğunda yer
alması gerekeni kendince farklılığıyla dile getirmesine göre
-böylelikle daha ziyade ve her zaman daha fazla içi boşaltılması
gereken bir boşluğu doldurur- Marx'ın bu sözü kâh hümanizm
olarak, kâh tarihselcilik, kâh ateizm, antihümanizm, hatta
nihilizm olarak yorumlanır.</div>
<div align="justify" style="line-height: 100%; margin-bottom: 0.5cm;">
2.
ikinci söz politiktir: Kısa ve dolaysızdır, kısa olmaktan,
dolaysız olmaktan da fazla bir şey, çünkü bütün sözleri kısa
devreye uğratmaktadır. Artık bir anlam taşımamaktadır; bir
çağrıdır, bir şiddettir, bir kopma kararıdır. Aslına
bakılırsa hiçbir şey söylememektedir, ilan ettiği şeyin
aciliyetidir, sabırsız ve hep aşırı olan bir isteme bağlıdır,
çünkü tek ölçüsü aşırılıktır: Böylelikle mücadeleye
çağırır, hatta (unutmakla fazla acele ettiğimiz bir şey)
"devrimci terör"ü ileri sürer, "sürekli devrim"i
önerir ve vadeli bir gereklik olarak değil, anındalık olarak hep
devrime işaret eder, çünkü süre tanımamak devrimin özelliğidir,
zamanı açar ve içinden geçerse hep mevcut olan bir istem olarak
kendini yaşanmaya sunar.<a class="sdfootnoteanc" href="https://www.blogger.com/blogger.g?blogID=7638550365873691913#sdfootnote1sym" name="sdfootnote1anc"><sup>1</sup></a></div>
<div align="justify" style="line-height: 100%; margin-bottom: 0.5cm;">
3.
Üçüncü söz bilimsel söylemin dolaylı sözüdür (yani en
uzunu). Bu yönüyle Marx, bilginin diğer temsilcileri tarafından
tanınmış ve övülmüştür. Bu haliyle bilim insanıdır,
bilginin etiğine cevap verir, bütün eleştirel revizyonlara boyun
eğmeyi kabul eder. Bu, kendine de <i>omnibus dubitandum<a class="sdfootnoteanc" href="https://www.blogger.com/blogger.g?blogID=7638550365873691913#sdfootnote2sym" name="sdfootnote2anc"><sup>2</sup></a></i><i>
</i>özdeyişini temel alan ve "bilimi, bilimin dışında kalan
ve ona yabancı olan çıkarlarla bağdaştırmaya uğraşan insanı
'aşağılık' olarak adlandırırım," diyen Marx'tır. Bununla
birlikte Kapital, özünde yıkıcı bir eserdir. Yıkıcı olması,
bilimsel nesnelliğin yollarından geçerek devrimin gerekliliği
sonucuna yöneltilmesinden ziyade, fazla dile getirmeden, bilim
fikrini bile altüst eden bir teorik düşünme biçimini
içermesindedir. Marx'ın eserinden ne bilim ne de düşünce
dokunulmamış bir halde çıkmaktadırlar; dokunulmamışlığın en
kuvvetli anlamıyla, çünkü bu eserde bilim kendini, kendinin
radikal dönüşümü, pratikte hep işler kalan bir dönüşümün
teorisi olarak gösterir, aynı zamanda, bu pratikte teorik dönüşüm
de süreklidir.</div>
<div align="justify" style="line-height: 100%; margin-bottom: 0.5cm;">
Bu
saptamaları burada daha fazla geliştirmeyelim. Marx örneği bizim,
yazıdaki sözün, bitmek bilmeyen itirazın sözünün, sürekli
olarak çoklu biçimlerde kopması ve gelişmesi gerektiğini
anlamamıza yardım etmektedir. Komünist söz hep, aynı anda hem
sessiz hem şiddetli, hem politik hem bilgin, dolaysız ve dolaylı,
hem tam hem eksik, hem uzun hem de neredeyse anlıktır. Marx,
birbiriyle çarpışan ve birbirinden ayrılan bu dil çokluğu
içinde rahat yaşamamaktadır. Bu diller aynı sona doğru gidiyor
gibi görünseler de birbirine çevrilemez ve onları dağıtan,
birbirleriyle çağdaş olmalarını engelleyen heterojenlikleri,
mesafeleri ya da araları, bunu öylesine yaparlar ki, bu dilleri
okumaya (pratiğe) çalışanları, gözardı edilemeyecek bir
çarpıklık etkisi yaratarak, kendilerini sürekli bir elden
geçirmeye tabi kılmaya zorunlu bırakırlar.</div>
<div align="justify" style="line-height: 100%; margin-bottom: 0.5cm;">
<div style="text-align: center;">
*</div>
</div>
<div align="justify" style="line-height: 100%; margin-bottom: 0.5cm;">
"Bilim"
sözcüğü yeniden anahtar sözcük haline geliyor. Kabullenelim
bunu. Ama kendimize hatırlatalım ki bilimler varsa da henüz bilim
yoktur, çünkü bilimin bilimselliği hep ideolojiye bağımlı
kalmaktadır, hiçbir özel bilimin, hatta insan biliminin bugün
indirgeyemeyeceği bir ideolojiye; öte yandan yine kendimize
hatırlatalım ki hiçbir yazar, Marksist bile olsa, yazıya, bir
bilgiye bel bağlarmış gibi bel bağlayamaz, çünkü edebiyatın
(bütün çözülme, dönüşme biçim ve güçlerini üstlendiğinde
yazma istemi) bilim haline gelmesi, ancak bilimi de edebiyat haline
getiren hareketle olabilir; kaydedilmiş söylem, "o anlamsız
yazma oyunu"nda hep-bir zar gibi düşen şey.<br />
<br />
Defter Dergisi'nin 17. sayısından alınmıştır.</div>
<div id="sdfootnote1">
<div class="sdfootnote">
<a class="sdfootnotesym" href="https://www.blogger.com/blogger.g?blogID=7638550365873691913#sdfootnote1anc" name="sdfootnote1sym">1</a>Mayıs
68'de bu belli olmuştur, hem de parıltılı bir biçimde gözler
önüne serilmiştir.</div>
</div>
<div align="justify" style="line-height: 100%; margin-bottom: 0cm;">
<style type="text/css">
@page { margin: 2cm }
p.sdfootnote { margin-left: 0.6cm; text-indent: -0.6cm; margin-bottom: 0cm; font-size: 10pt; line-height: 100% }
p { margin-bottom: 0.25cm; line-height: 120% }
a:link { so-language: zxx }
a.sdfootnoteanc { font-size: 57% }
</style>
</div>
<div id="sdfootnote2">
<div class="sdfootnote">
<a class="sdfootnotesym" href="https://www.blogger.com/blogger.g?blogID=7638550365873691913#sdfootnote2anc" name="sdfootnote2sym">2</a>Lat.
"Her şeyden şüphelen".</div>
</div>
<div id="sdfootnote2">
</div>
<style type="text/css">
@page { margin: 2cm }
p.sdfootnote { margin-left: 0.6cm; text-indent: -0.6cm; margin-bottom: 0cm; font-size: 10pt; line-height: 100% }
p { margin-bottom: 0.25cm; line-height: 120% }
a.sdfootnoteanc { font-size: 57% }
</style>
Oğuz Karayemişhttp://www.blogger.com/profile/10640841576106590503noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-39161717647615034032017-01-03T04:15:00.000-08:002017-01-03T04:15:10.845-08:00İnsan Hakları, Kapitalizm, Irk, Faşizm, Felsefe...- Gilles Deleuze & Félix Guattari<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Alman felsefesinin temellendirme düşüne rağmen, evrensel demokratik
Devlet yoksa, bunun nedeni kapitalizmde evrensel olan tek şeyin pazar oluşudur.
Aşkın üst-kodlamalarla iş gören arkaik imparatorlukların tersine, kapitalizm
kodsuzlaştırılmış akışların (para, emek, ürün akışları...) içkin bir
aksiyomatiği gibi çalışır. Ulusal devletler artık üst-kodlama paradigmaları
değildirler, ama o içkin aksiyomatiğin "gerçekleşme modellerini"
meydana getirirler. Bir aksiyomatikteyse, modeller bir aşkınlığa göndermede
bulunmazlar, tam tersi söz konusudur. Bu tıpkı Devletlerin yersizyurdsuzlaştırması,
sermayeninkini ılımlılaştırıyormuş ve ona telafi edici yeniden‑yerliyurdlandırmalar
sağlıyormuş gibidir. İmdi gerçekleştirme modelleri çok çeşitli olabilir
(demokratik, diktacı, totaliter...), gerçekten ayrışık olabilir, yine de dünya
pazarı yalnızca varsaymadığı, ama belirleyici gelişme eşitsizlikleri ürettiği
ölçüde, ondan daha az eşbiçimli değildirler. Bu nedenle, sık sık işaret
edildiği gibi, demokratik Devletler, diktacı Devletlerle öylesine bağlılık ve
uzlaşma içindedirler ki, insan haklarının savunulması zorunlu olarak her tür
demokrasinin içsel eleştirisinden yola çıkmak zorundadır. Her demokrat aynı
zamanda Beaumarchais'nin "öteki Tartuffe" üdür, Peguy'nin dediği
gibi, insancıl Tartuffe'dür. Şüphesiz, kurbanlardan başkaca kimseyi
etkilemeyecek sağlıksız bir suçluluk duygusu içinde, Auschwitz'den sonra artık
düşünemeyeceğimizi ve de hepimizin nazizmden sorumlu olduğunu sanmanın alemi
yoktur. Primo Levi; kimse bize kurbanları cellatmışlar gibi kabul ettiremez, der.
Ama nazizmin ve toplama kamplarının bize telkin ettiği, diye ekler, bundan daha
çoğu veya daha azıdır: "bir insan olmanın utancı" (çünkü hayatta
kalanlar bile ittifak kurmak, onurlarını zedelemek zorunda kaldılar...).
Yalnızca Devletlerimiz değil, her birimiz, her demokrat, nazizmden sorumlu
olmasa bile, onun tarafından kirletildi. Ortada sahiden de felaket var, ama
felaket şurada: kardeşlerin ya da dostların toplumu öylesine bir sınavdan geçti
ki, kardeşler ya da dostlar, düşüncenin sonsuz devinimleri haline gelen, dostluğu
ortadan kaldırmayan ama ona modern renklerini veren ve Yunanlıların basit
"rekabetçiliği"nin yerini alan bir "yorgunluk", belki de
bir çekinme duymaksızın, birbirlerine ve her biri kendi kendisine bakamıyorlar.
Biz artık Yunanlılar değiliz ve dostluk da artık aynı dostluk değil: Blanchot,
Mascolo bu sıçramanın bizatihi düşünce için taşıdığı önemi gördüler.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhM6wzBb74l3UiIpe0zGPq-udlgZX_ff2eTP1kLRkwLImS66fQO7GGkvMwFSF4n6OQl4e2oHkUGIJW_tAUbA4FzrrpFukIETEeSfKMSQnnccB6CJh-tYNJOVqHp_N3Ug6iw2kw0R5YDa-w/s1600/deleuze-et-guattari-2.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="298" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhM6wzBb74l3UiIpe0zGPq-udlgZX_ff2eTP1kLRkwLImS66fQO7GGkvMwFSF4n6OQl4e2oHkUGIJW_tAUbA4FzrrpFukIETEeSfKMSQnnccB6CJh-tYNJOVqHp_N3Ug6iw2kw0R5YDa-w/s400/deleuze-et-guattari-2.jpg" width="400" /></a></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
İnsan hakları aksiyomlardır: pazarda pekâlâ başka
aksiyomlarla bir arada yaşayabilirler, özellikle de yadsımaktan daha da fazla olarak,
onları yok sayan veya askıya alan mülkiyetin güvenliği söz konusuysa:
"Nietzsche, "pis karışım veya yan yana pislik" diyordu. Sefaleti,
ve gecekonduların yersizyurdsuzlaştırılıp-yeniden-yerliyurdlandırılmasını, demokrasilerle
bir arada yaşayan güçlü polis ve ordulardan başkaca, kim sürdürüp yönetebilir?
Sefalet kendi yurdluğundan ya da gettosundan dışarı çıktığında, hangi
sosyal-demokrasi vur emri vermedi? Haklar ne insanları kurtarır, ne de
demokratik Devlet üzerinde yeniden-yerliyurdlulaşan bir felsefeyi. İnsan
hakları bize kapitalizmi kutsatabilemez. Ve de, ulusları, Devletleri ve pazarı
ahlâklılaştırmaya muktedir "uzlaşma" olarak bir evrensel görüş
oluşturmak suretiyle dostların veya hatta bilgelerin toplumunu yeniden düzenleme
iddiasındaki iletişimin felsefesi için de, epeyce safiyet, ya da kurnazlık
gerekir. İnsan hakları, haklardan yoksun insanın içkin varoluş kipleri
konusunda hiçbir şey söylemez. Ve bir insan olmanın utancını da, yalnızca Primo
Levi'nin betimlediği en uç konumlarda değil; ama çok daha önemsiz koşullarda,
demokrasilere musallat olan varoluş aşağılıklığı ve sıradanlığı karşısında, bu varoluş
ve pazar-için-düşünce kiplerinin yayılması karşısında, çağımızın değerleri,
ülküleri ve görüşleri karşısında da duyuyoruz. Bize sunulmuş yaşam
olabilirliklerinin rezilliği, içerden de görünüyor. Kendimizi çağımızın dışında
hissetmiyoruz, tersine onunla utanç verici uzlaşmalara girişmekten geri
durmuyoruz bir türlü. Bu utanç duygusu felsefenin en güçlü motiflerinden
biridir. Kurbanlardan sorumlu değiliz, ama kurbanların karşısındayız. Ve
rezilden kurtulmak için hayvanlaşmaktan (homurdanmak, eşelemek, sırıtmak,
kendini kasmak) başkaca yol yok: düşünce bile bazen ölen bir hayvana, demokrat
da olsa, yaşayan bir adamdan daha yakındır.</div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Eğer felsefe kavram üzerinde yeniden-yerliyurdlulaşırsa,
bunun koşulunu demokratik Devletin şimdiki formunda, ya da düşünüm cogito'sundan
da daha kuşkulu bir iletişim cogito'sunda bulamaz. İletişimden yoksun değiliz,
tersine fazlasıyla var ondan, biz yaratmanın eksikliğini çekiyoruz. <i>Şimdiki hale direncin yokluğunu çekiyoruz</i>.
Kavramların yaratılması, kendiliğinde bir gelecek formuna çağrı yapar, yeni bir
toprağa ve henüz var olmayan bir halka seslenir. Avrupalılaştırma bir oluş
kurmuyor, sadece uyruklaştırılmış halkların oluşunu engelleyen kapitalizmin
tarihini kuruyor. Sanat ve felsefe bu noktada, yaratmanın bağlantısı olarak, eksikliği
duyulan bir toprak ve bir halkın oluşturulması noktasında buluşuyorlar. Bu
geleceği talep edenler halkçı yazarlar değil, ama en aristokrat kişilerdir. Bu
halk ve bu toprak bizim demokrasilerimizde buluşamayacaktır. Demokrasiler
çoğunluklardır, ama bir oluş, doğası gereği her zaman için kendini çoğunluktan sıyıran
şeydir. Birçok yazarın demokrasiye göre konumu, karmaşık, kaypak bir konumdur.
Heidegger olayı ortalığı daha da karıştırdı: en tuhaf yorumların, bazen
felsefesini suçlamak, bazen insanı dalgınlıklar içinde bırakacak kertede
karmaşık ve yapmacık kanıtlar adına suçunu bağışlamak üzere kesişmesi için, bir
büyük filozofun gerçekten de nazizm üzerinde yeniden-yerliyurdlulaşması
gerekti. Heideggerci olmak her zaman kolay değildir. Büyük bir ressamın, büyük
bir müzisyenin böylece utanç içine düşmesi (ne ki işte onlar bunu yapmadılar)
daha kolay anlaşılabilirdi. Sanki utanç bizatihi felsefenin içine girmek
zorundaymış gibi, bunun bir filozof olması gerekti. Felsefe, tarihlerinin en
berbat anında Almanları kullanarak Yunanlılara ulaşmak istedi: Bir Yunanlı
beklerken, diyordu Nietzsche, karşısında bir Alman bulmaktan daha beter ne
vardır? Kavramlar (Heidegger'inkiler) nasıl olacaktı da aşağılık bir yeniden-yerliyurdlanmayla
özünden kirlenmiş olmayacaklardı? Meğer ki tüm kavramlar, kavgacıların bir an
için yerde birbirlerine karıştığı ve düşünürün yorgun gözlerinin birini öteki
diye; yalnızca Alman'ı bir Yunanlı olarak değil, ama faşisti de bir varoluş ve
özgürlük yaratıcısı olarak algıladığı, o gri ve ayrıştırılamazlık bölgesini
taşımasınlar. Heidegger yeniden-yerliyurdlulaşmanın yollarında kendini yitirdi,
zira bunlar işareti de korkuluğu da olmayan yollardır. Belki bu tumturaklı
profesör, göründüğünden de daha çılgındı. Halkta, toprakta, kanda yanıldı. Zira
sanat veya felsefe aracılığıyla seslenilmiş olan ırk kendini ari sanan değil,
ama ezilmiş, piç, aşağı, anarşik, göçer, onulmazcasına minör bir ırktır
-Kant'ın yeni Eleştiri'nin açtığı yollardan dışladıklarıdır. Artaud,
alfabesizler <i>için</i> yazmaktan -sözyitimliler
için konuşmak, beyinsizler için düşünmek- söz ediyordu. Ama, "için"
ne anlama geliyor? "... Adına" demek değildir bu, ne de "...yerine"
demektir. Bu, "karşısında" demektir. Bu bir oluş sorunudur. Düşünür
beyinsiz, sözyitimli veya alfabesiz değildir, ama bu olur. Hintli haline gelir,
durmamacasına bu olur, belki de Hintli olan Hintli'nin kendisi de başka bir şey
haline-gelsin ve can çekişmesinden kurtulsun "için/diye". Hayvanlar
için bile düşünülüp yazılır. Hayvanın da başka şey haline-gelmesi için hayvan‑olunur.
Bir farenin can çekişmesi ya da bir dananın öldürülüşü, acımaktan ötürü değil,
ama insanla hayvan arasında, birindeki bir şeyin ötekine geçtiği bir değişim
bölgesi olarak, düşüncenin içinde mevcut kalır. Felsefenin değil‑felsefe ile
kurucu ilişkisidir bu. Oluş her zaman çifttir ve gelecekteki halkı ve yeni toprağı
kuran bu çifte oluştur. Değil-felsefe'nin felsefenin toprağı ve halkı
haline-gelmesi için, filozof, değil-filozof haline-gelmek zorundadır. Piskopos
Berkeley gibi hakkında onca iyi düşünülen bir filozof bile; biz öteki İrlandalılar,
ayaktakımı... deyip durur. Halkın, bir "halk-oluş" olduğu için
düşünüre içsel olması ölçüsünde, düşünür de, daha az sınırsız oluş olarak,
halka içseldir. Sanatçı ya da filozof bir halk yaratmaktan elbette ki
acizdirler ve onu ancak, bütün güçleriyle, çağırabilirler. Bir halk ancak
tiksinti verici acılar içinde kendi kendini yaratabilir ve artık sanatla veya
felsefeyle uğraşabilemez. Ne ki felsefe kitapları ve sanat yapıtları da bir
halkın gelişini önceden hissettiren, düşlenemeyen acıların toplamını içlerinde
taşırlar. Onların ortak yanı direnmektir, ölüme, tutsaklığa, hoşgörülemeyene,
utanca, şimdiki hale direnmek.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Yersizyurdsuzlaşma ve yeniden-yerliyurdlulaşma çift yönlü
oluş’ta kesişir. Bundan böyle artık yerli ve yabancıyı ayırdetmek mümkün
değildir, çünkü yabancı, yabancı olmayan ötekinde yerli olurken, aynı zamanda
da yerli, kendi kendisine, kendi sınıfına, kendi diline yabancı haline-gelir:
aynı dili konuşuyoruz, yine de sizi anlamıyorum... Kendi kendisine ve kendi öz
diline ve ulusuna yabancı haline-gelmek, filozofun ve felsefenin bir özeliği,
"tarz" ları, felsefece zırvalar denilen şey değil midir acaba? <i>Kısacası, felsefe üç kez yeniden-yerliyurdlulanır</i>,
bir kezinde geçmişte Yunanlıların üzerinde, bir kezinde şimdiki hal içinde
demokratik Devlet üzerinde, bir kezinde de gelecekte yeni toplum ve yeni toprak
üzerinde. Yunanlılar ve demokratlar bu gelecek aynasında tuhaf bir şekilde
şekillerini yitirirler.<o:p></o:p></div>
<br />
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Ütopya iyi bir kavram değildir, çünkü Tarihe karşı
çıktığında bile, hâlâ ona göndermede bulunur ve bir ülkü ya da bir güdüleyici olarak
kendisini tarihe kaydeder. Ama oluş bizatihi kavramdır. Tarihin içinde doğar ve
oraya düşer, ne ki tarihin içinde değildir. Onun, kendiliğinde bir başlangıcı
ya da sonu yoktur, yalnızca bir ortası vardır. Bu nedenle tarihsel olmaktan çok
coğrafidir o. Devrimler ve dost toplumları, direniş toplumları işte bu türdendir,
zira yaratmak direnmektir: bir içkinlik düzlemi üzerindeki mutlak oluşla,
mutlak olaylar. Tarihin olayda yakaladığı şey, onun şeylerin durumunda ya da
yaşanmışta gerçekleşmesidir, ancak olay, oluşu içinde, kendi öz sağlamlığı
içinde, kavram olarak kendiliğinden-konumu içinde Tarihten kurtulur.
Psiko-sosyal tipler tarihseldirler, ama kavramsal kişilikler olaylardır. Bazen tarihi
izleyerek ve onunla birlikte yaşlanılır, bazen de çok özel bir olayın içinde
(belki de "felsefe nedir?" sorununu ortaya koyma imkânını veren o
aynı olayın içinde) ihtiyar haline-gelinir. Ve bu genç yaşta ölenler için de
aynı şeydir, bu türlü ölmenin de birçok çeşidi vardır. Düşünmek, denemektir,
ama denemek denen şey, her zaman için yapılmakta olan şeydir -hakikatin
görünüşünün yerini alan ve ondan çok daha talepkâr olan yeni, dikkat çekici,
ilginç şey. Yapılmakta olan şey, biten şey olmadığı gibi, başlayan şey de değildir.
Tarih deneme değildir, tarihten kaçan bir şeyin denenmesini mümkün kılan hemen
hemen olumsuz koşulların bütünüdür yalnızca. Tarih olmasaydı, deneme
belirlenmemiş, yönlendirilmemiş olarak kalırdı, ne ki deneme tarihsel değil,
felsefidir.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Gilles Deleuze & Félix Guattari, <i>Felsefe Nedir?</i>, Yapı Kredi Yayınları, Çeviren: Turhan Ilgaz, 2013, sf: 102-107'den alınmıştır.</div>
Oğuz Karayemişhttp://www.blogger.com/profile/10640841576106590503noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-86759765421122092016-10-08T05:00:00.002-07:002016-10-08T05:18:54.151-07:00Demokratik Merkeziyetçilik ve Kendiliğindelik - Félix Guattari<div style="text-align: justify;">
<i><b>Çeviren: </b>Nalan Kurunç</i></div>
<b><i></i></b><br />
<div style="text-align: justify;">
<i><br /></i></div>
<div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Politik eylem meseleleriyle ‑eğilim, grup ya da örgütlenme
yöntemine karşı liderleri tanımak istemeyen veya kendi kendini ifade etmek
isteyen otonom gruplar meseleleri‑ klasik bakış açısıyla ilgilenmekte ısrarcı
olursak kendimizi tümden çıkmazda buluruz. Çünkü hem cömertlik ve yaratıcılık kaynakları
olarak hem de kargaşa ve hakiki dönüşümlere öncülük edememe olarak görülen “kendiliğindenliğe”
ya da anarşizme karşı merkeziyetçilik alanına has bir dizi düşünce kipleri
arasında süregiden bir ebedi tartışma etrafında döner dururuz. Bana karşıtlık
buymuş gibi gelmiyor yani, bir yanda fevkalade etkili, merkezleşmiş,
fonksiyonel aygıt, öte yandan otonomi olmak üzere.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<i>Örgütlenme boyutu
otonomi meselesiyle aynı düzlemde yer almaz.</i> Otonomi meselesi benim
“otonominin işlevi” olarak adlandıracağım alana aittir ve bu işlev feminist,
ekolojik, homoseksüel ve diğer gruplarda etkin bir şekilde cisimleşmiştir,
ayrıca ‑ve neden olmasın?‑ PT [<i style="background-color: white; color: #252525; font-family: sans-serif; font-size: 14px;"><a href="https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0%C5%9F%C3%A7i_Partisi_(Brezilya)" target="_blank">Partido dos Trabalhadores, Brezilya İşçi Partis</a>i</i><span style="background-color: white; color: #252525; font-family: sans-serif; font-size: 14px;">]</span> gibi geniş ölçekli mücadeleler için olan
makinelerde. Partiler ya da sendikalar gibi örgütlenmeler de “otonominin işlevinin”
uygulama alanıdır. Açıklayayım: birinin bir harekette militan gibi davranması o
kişiye belirli bir güvenlik elde etme olanağı sağlar böylece artık engellenmiş
ve zavallı hissetmez, sonuçlarıyla beraber bazen, fark etmeden eylemlerimizde
geleneksel modelleri aktarırız (hiyerarşik modelleri, toplumsal refah
modelleri, belirli türden bilgiye, profesyonel eğitime öncelik veren modelleri,
vs). 1960’ların derslerinden biridir bu, iddia edildiği gibi özgürleştirici
eylemlerin olduğu bir zamanda klişeler farkında olmadan yeniden üretilmişti. Ve
bu konu değerlendirmenin önemli bir veçhesidir, çünkü tutucu kavramlar kurtuluş
sürecinin gelişimine hiç de uygun değildir.</div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<i><br /></i></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<i>Dolayısıyla, mesele
örgütlenmemiz gerekip gerekmediği değil, örgütlenmelerdeki militanlık dâhil,
gündelik eylemlerimizde hâkim özneleşme kiplerini yeniden üretip
üretmediğimizdir.</i> “Otonominin işlevini” tam da bu terimlerle ele almalıyız.
O mikropolitik düzeyde vuku bulur, anarşiyle ya da demokratik merkeziyetçilikle
hiçbir ilgisi yoktur. Mikropolitika toplumsal toplanışların [<i>assemblage</i>] kapitalizm
dâhilindeki öznellik üretimlerini değerli kılma olasılığıyla ve militan
harekette genellikle bir tarafa konulan sorunsallar ile baş etmelidir.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Bana göre, yeni türden bir tasarımın oluşturulmaya çalışılması
gerekiyor, benim yeni bir kartografi olarak adlandırdığım bir şey. Ve bu sadece
basitçe merkezileşmiş aygıt ile tekilleşme sürecinin bir aradalığına dair bir
şey değil, çünkü gün bittiğinde, Leninistler daima aynı söyleme başvurur: bir
yanda Parti, Merkez Komite ve Politbüro öte yanda, herkesin kendi küçük işini
yaptığı, kendi bahçesini ekip biçtiği kitle örgütlenmeleri. Bunların arasında
da “aktarım kayışları”: görevler hiyerarşisi, mücadele araçları hiyerarşisi ve
aslında bir öncelik düzeni ki bu düzen, her daim merkezi araçlar aracılığıyla
moleküler devrim mücadelelerinin manipüle ve kontrol edilmesine yol açar.</div>
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhH3IxYveuL360OYSpsJs9XoeEpNG89W8fUvzSfdQJbrI-YGbrBuidhdOVA7uFo7Sb-fW0Jvhk5kusC-GT0DJOvMET4LjgQESoh8t1Im0-x6UFbCdYz8lKc2Vbvdr_yyGeern2SgwhKGTM/s1600/lula_e_guattari.jpg%25281280x1280%2529%25282C09418169F0DDD60A546FF05A82881B%2529.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="316" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhH3IxYveuL360OYSpsJs9XoeEpNG89W8fUvzSfdQJbrI-YGbrBuidhdOVA7uFo7Sb-fW0Jvhk5kusC-GT0DJOvMET4LjgQESoh8t1Im0-x6UFbCdYz8lKc2Vbvdr_yyGeern2SgwhKGTM/s400/lula_e_guattari.jpg%25281280x1280%2529%25282C09418169F0DDD60A546FF05A82881B%2529.jpg" width="400" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Lula ve Guattari</td></tr>
</tbody></table>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Kapitalizmin ve emperyalizmin mevzilerini altüst etmek için
gereksindiğimiz mücadele için makinelerin, savaş makinelerinin inşasının,
belirli liderler ve temsilcilerin biçimlendirdiği bir programın parçasını oluşturmak
gibi sadece politik ve toplumsal hedefleri olamaz. Otonominin işlevi,
merkeziyetçiliği bir tutam otonomiyle yumuşatmak için başvurulan basit bir müsamaha
derecesi değildir. İşlevselliği, arzunun tüm uyarımlarının ve tüm zihinlerin
yakalanmasını mümkün kılmaktır, onları ağaç biçimli tek bir merkezi bir noktada
biraraya getirmek değil, dev bir rizoma yerleştirmektir, bu sayede tüm
toplumsal sorunsalları hem yerel hem bölgesel, hem ulusal hem de uluslararası
düzeyde katedecektir. Örneğin, büyük teorisyenleri okumamış çocukların nasıl
hissettiği konusunda ya da ırkçılık veya seksizm kurbanlarının düzeyinde.
Sadece soyut duyurularda değil doğrudan, pratik, somut düzeyde.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Demokratik merkeziyetçilik meselesiyle bağlantılı olarak
bilinç düzeyinde, gündelik eylem düzeyinde söylenebilir, yazılabilir,
uygulanabilir olan her şey, endüstri, idari iktidar ya da devlet iktidarı gibi
başka yerlerde var olan modellerin kopyaları olarak yapılandırılmıştır.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Ben arzu ekonomisi alanında kendiliğindenlik fikrine dair
her şeyden uzağım:, demokratik merkeziyetçilik ağının tuzaklarının arasından
geçmesi gereken bir şeyler ayırt edilmemiştir. Hiçbir zaman çeşitli
otonomilerin enerjisine kanal açmanın gerekli olacağını ne düşündüm ne de
yazdım; kesinlikle, çünkü bana göre tüm beşeri bilimler alanında enerji kavramını
bütünüyle terk etmek gerek. Öte yandan arzu belirli türden bir üretime karşılık
gelir. Arzu sonsuz bir toplanış ve yaratıcılık barındırır, fakat aynı zamanda
iç patlama sürecine de girebilir. <i>Arzu aşkına hiçbir arzu özgürleşmesi mitiyle ilgilenmiyorum.</i><o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b><i>Néstır Perlongher ile görüşme:<o:p></o:p></i></b></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Néstor Perlongher:</b>
Senin önerdiğin şekilde, moleküler devrimi klasik anarşizmle ya da
Troçkistlerle, Leninistlerle ya da diğer türden devrimci çabalarla nasıl
ilişkilendirebiliriz?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b><br /></b></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Guattari: </b>Temelde
aralarında hiçbir bağ yok. Bütünüyle farklı fenomenlere aitler. Hatta öyle ki, özneleşme
süreci ve arzunun kolektif toplanışları aynı zamanda Marksist oluşumlarda da
yer alıyor, Polonya durumundaki gibi. Anarşistlerin özellikle İspanya İç savaşı
sırasında bir takım girişimlerinin olduğu doğru: fakat bu anarşist,
kendiliğindenci çabalar çoğunlukla yenilgi ve sterilliğe yol açtı.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<i><br /></i></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<i>Anarşistlerin daha
tekilleştirici, daha özgürlüklükçü olduklarını varsayardım. Marksistlerin de kendini
bir tür bürokratik libidonun doğrudan içine girdiklerini değil de daha
merkeziyetçi olduklarını.<o:p></o:p></i></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<i><br /></i></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="background-color: white; color: #333333; font-family: "arial" , "verdana" , "bitstream vera sans" , "arial" , sans-serif; font-size: 14px;">Félix Guattari & Suely Rolnik, </span><i style="background-color: white; color: #333333; font-family: Arial, Verdana, "Bitstream Vera Sans", Arial, sans-serif; font-size: 14px; margin: 0px; padding: 0px;">Molecular Revolution in Brazil, </i><span style="background-color: white; color: #333333; font-family: "arial" , "verdana" , "bitstream vera sans" , "arial" , sans-serif; font-size: 14px;">Semiotext(e)</span><i style="background-color: white; color: #333333; font-family: Arial, Verdana, "Bitstream Vera Sans", Arial, sans-serif; font-size: 14px; margin: 0px; padding: 0px;">, </i><span style="background-color: white; color: #333333; font-family: "arial" , "verdana" , "bitstream vera sans" , "arial" , sans-serif; font-size: 14px;">trans. Karel Clapsow & Brian Holmes, sf: </span><span style="background-color: white; border: none; color: #333333; font-family: "times new roman" , serif; font-size: 12pt; margin: 0px; padding: 0px;">245-248'den </span><span style="background-color: white; color: #333333; font-family: "arial" , "verdana" , "bitstream vera sans" , "arial" , sans-serif; font-size: 14px;">çevrilmiştir.</span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
</div>
Oğuz Karayemişhttp://www.blogger.com/profile/10640841576106590503noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-17060004842185088712016-09-12T10:36:00.002-07:002016-09-12T12:20:51.628-07:00Devlet ve Otonomi - Félix Guattari<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify;">
<span style="line-height: 150%;"><i><b>Çeviren:</b> Oğuz Karayemiş</i></span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify;">
<span style="line-height: 150%;">Devlet kapitalistik
öznelliğin üretiminde temel bir role sahiptir. Devlet her şeyin çocuksulaştırılan
öznelliğin üretilmesiyle bağımlılık ilişkisi içinde geçmesi zorunluluğuna
dayanan bir "arabulucu devlet", "ihtiyat devleti"dir. Devletin
bu genişletilmiş işlevi, ki onun yönetimsel, finansal, militer ya da polis
güçlerinden çok daha geniş kapsamlıdır, örneğin ABD'de refah devleti denilen
bir destek [</span><i style="line-height: 150%;">sübvansiyon</i><span style="line-height: 150%;"> da
denilebilirdi. -çn] sistemi tarafından yürütülür. Bu bir "vadeli
maaş" sistemidir; bir grubun kendini düzenlemesine, kendini
biçimlendirmesine, kendini disipline etmesine sebep olan bir destek sistemi ve
bir enformasyon, inceleme, denetim, hiyerarşi, teşvik vb. sistemidir. Devlet bu
dallanıp budaklanma dizisi, "kolektif donanımlar" dediğimiz kurumların
bu tür bir köksapıdır. Devletin merkezsizleştirmeden bahsedildiğinde
korkmamasının nedeni budur. Aynı zamanda partilerin kendi programlarında
öz-yönetim önerilerini içermekten korkmamasının nedeni de... Örneğin Fransa'da,
siyasi partiler ve sendikalar resmi olarak kurulmuş ilişkiler sayesinde devlet
tarafından tamamen desteklenmektedir.</span><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<span style="line-height: 150%;"></span><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj2vHlWLyu6ZnYGSXqqEZtljKvve0sjOAatt8RjPd3tJS_9QxBHpOQkqz_Inm3nvzjkKcxTZVEk4NsKNpVUtWX8GPINb95Y5NgQjvnINI0iiJdwHIQ1OiGIPKDaNzVTM34qqH_kd-QgIDk/s1600/agartala.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="426" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj2vHlWLyu6ZnYGSXqqEZtljKvve0sjOAatt8RjPd3tJS_9QxBHpOQkqz_Inm3nvzjkKcxTZVEk4NsKNpVUtWX8GPINb95Y5NgQjvnINI0iiJdwHIQ1OiGIPKDaNzVTM34qqH_kd-QgIDk/s640/agartala.jpg" width="640" /></a></div>
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify;">
<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify;">
Kapitalistlerin ve ayrıca
(klasik ve/veya Marksist) sosyalist partilerin bütün tutumları, belli bir
kavrayış doğrultusunda "ilerlemenin" teşvik edilerek kapitalist
akışlara giriş sürecini hızlandırmaktır. Onlar için, asıl önemli olan şey
devletin bu işlevinin gelişmiş olması, diğer bir deyişle, Avrupa'da varolanlar
gibi klasik kolektif donanımlarda bir artışın olmasıdır. Gündelik yaşamda, arzu
ekonomisinde değişiklikler yapmaya dair sorunlara gelince, bu sonraya
kalabilir. Ama tarih bize bu ayrımın hiç de uygun olmadığını göstermektedir:
bir toplumsal mücadelenin çeşitli aşamalar halinde kavranışı, toplumun
dokusunun onarılmasına, özyönetime ve toplumsal değerli kılmaya dair sorunsalların
daima ertelenmesine, sönümlenmesine götürmektedir. Burada meydana gelen şey,
kapitalistik öznelliğin ve bütün toplumsal sahada kurulmuş devlet kurumlarının
bu işlevinin, iktidarlarını elden bırakmaya en küçük bir niyeti olmayan yeni
bürokratik kastlar ve yeni elitler lehine işlemesidir. <o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify;">
Şu gerçeği vurgulamalıyım
ki, bu yalnızca üretim işlevleriyle ilişkili olarak yer almaz. Bizler aynı
zamanda, cinsiyetimiz olmak zorunda olsun ya da olmasın kiminle ya da nasıl
olacağımız konusunda, emzirmek zorunda olalım ya da olmayalım nasıl
emzireceğimiz konusunda da karar vermek için refah devletine başvururuz. Devlet
iktidarının bu çocuksulaştıran işlevi, davranışların ve toplumsal etkinliğin
denetim şebekeleriyle sınırlanmayan son derece küçültülmüş bir düzeyde yer
alır. Bu modelleme de bilinçsiz temsilleri etkiler. Belki de bu, Althusser'in
"devletin ideolojik aygıtları" kavrayışı ile bu kavrayış arasındaki
farkın uzandığı yerdir. Bu yalnızca toplumda somutlaşmış bu görünür donanımlara
dair bir sorun değildir. Devlet ayrıca uyumlulaştırmanın görünür olmayan bir
düzeyinde de işler. <o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify;">
Yardımsever [<i>assistentialist</i>] devlet, nüfusun önemli
bir bölümünü ekonomik devrelerin dışına süren bir tecritin örgütlenmesi ile
başlar. İkinci aşamada devlet bu insanlara yardım sunarak kurtarmaya gelir,
fakat onların başından sonuna dek denetim sisteminden geçmesi koşuluyla... Tek
gerçek otonomi ve yaşamın hakiki bir yeniden sahiplenilmesi, bireylerin,
ailelerin, temel ve birincil toplumsal grupların kendi mahallelerinde
istedikleri kurumları kendileri için seçebilmeleri ölçüsünde olabilir. Yani
sorun, bu sorunsalların yönetiminin, sürekli destek, bir tür psikolog ya da
psikiyatrist için hizmet noktası kurulumu, devletin gelip herhangi bir yere
kurduğu standartlaştırılmış kurumlar talep etmeksizin devralınması sorunudur. <o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify;">
Hadi Brezilya'da sol
oluşumların iktidarı almada başarılı oldukları bir bilimkurgu senaryosu hayal
edelim. Böyle bir durumda, hemen onlara şu soruyu sormak gerekecektir:
"Niyetiniz Avrupa çizgisinde bir modernist rotayı takip etmek midir?"
Bu, insanların mükemmel maaşlar ve statüler ile çok iyi inşa edilmiş kurumlara
sahip olacakları anlamına gelecektir. Fakat bu aynı zamanda, tümüyle ezilmiş
özneleşme tarzları üretmek için hepsinin makinedeki işçilere dönüşeceği
anlamına da gelecektir.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgvwiXi4FTHB-G2howKftut4-EJ1Kg_2YvxyOvuNPsLWWtlXHgibYWi3b2dLVvRbWSqNh31rmijgfDEMHZp6nwiS2QYYXTHhd8a4utjWGHzZNpkjzcWhmnBNula0KMToI-n_S01ltkYe0M/s1600/guattari_grupo_estudio_revoluciones_moleculares.jpg%25281280x1280%2529%25288730087BB3629B3FB842A590FD4BE655%2529.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="436" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgvwiXi4FTHB-G2howKftut4-EJ1Kg_2YvxyOvuNPsLWWtlXHgibYWi3b2dLVvRbWSqNh31rmijgfDEMHZp6nwiS2QYYXTHhd8a4utjWGHzZNpkjzcWhmnBNula0KMToI-n_S01ltkYe0M/s640/guattari_grupo_estudio_revoluciones_moleculares.jpg%25281280x1280%2529%25288730087BB3629B3FB842A590FD4BE655%2529.jpg" width="640" /></a></div>
Eğer otonomi sürecinin
olumlanması ile mücadele için devasa makinelerin varoluşun gibi iki tip hedefin
bir arada varoluşu engellenmeye devam ederse, izlenimim şu ki, ne yazık ki
büyük sorunların yönetimine bakacak ve tüm azınlıklarla ilgilenecek olan, ister
sağdan ister soldan olsunlar, aynı tür siyasi oluşumlar olacaktır. Duruma bağlı
olarak, bu oluşumlar "Rahat olun, azınlıkların sorunlarını
çözümleyeceğiz" diyecek ve çeşitli bakanlıklar bir gecede ortaya
çıkacaktır: siyahlar, kadınlar, deliler vb. için bakanlıklar. Bunu söylüyorum
zira şu anda Avrupa’da şeylerin az veya çok meydana gelme tarzı budur. Bizler
bakanlıklarda "Bay Müptelalar", "Kadınların Durumu Hanım",
"Bay Ekoloji" vb. kişiliklere sahibiz. Marjinallikler dahi statüye
sahiptir. Fakat bu tam da, onların kolektif donanımlara ve eşdeğerlerine
girişinin ve belirli bağlamlarda onların kapitalistik öznelliğin üretiminin
failleri yapılmasının tasdikidir. Ve bu sıklıkla şaşırtıcı belirsizlik
koşullarında gerçekleşir. Kuşkusuz bizler bu iki mücadele türünü aynı anda
geliştirebilen bir politik yapı icat etmekte başarısız olduk ve sanırım bunun
nedeni özünde hareketlerin tükenmiş hale gelmeleriydi.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify;">
Bunu vurgulamamın nedeni,
eğer her türden azınlıklar, marjinal insanlar, güvencesiz işlerde çalışanlar,
hâkim yaşam ve disiplin tarzlarını reddedenler, ister kapitalist ister
sosyalist olsun devlet iktidarından onlara çözümler vermesini nazikçe beklemek
durumundaysa, uzun süre beklemeyi göze alacağız. Yani, bir kez daha toplumun
bütün bu yaşamsal kısmının çöküş fenomeniyle karşılaşma riskini göze alacağız.
Ve belki de kendimizi çok daha büyük bir riske atıyoruz: durum, sağ kanıtın, iktidarı
alabilecek tanıdığımız birinden çok daha aşırı olacağı bir yön alacak. Ve sağ
kanat iktidarı nasıl elinde tutacağını çok iyi bilmektedir.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify;">
Neredeyse iletilemez
olanın teğetinde olan tekilleşme süreçlerinin seçim kampanyaları süresince
sürdürüleceğinden nasıl emin olunabilir? Tekilliğimizin sandığa
yerleştirilmesiyle mi? Oylamada mı? Tekillik parmaklarımızdan kayıp gidecektir.
Böyle olunca da besbelli ki, ekonomiyi ve politikayı yöneten yasaların
bilgisine göre bir toplumu, toplumsal düzeni yönetebileceğini düşünen bu tarz
bir aptal, gerici rejimi devirmek istiyorsak, bu tarz bir engele karşı koymak
istiyorsak, bunu kendi küçük yaylamıza şiir düzerek ya da kendimizi muhteşem
hissettiğimiz küçük homoseksüel uzamlar kurarak ya da çocukların eğitimi için
alternatif formüller icat ederek vb. yapmayacağız. Tüm bu şeyleri bir araya
getirebiliriz, fakat bütün bunlara rağmen, Şili'de ya da diğer yerlerde
iktidarları deviremeyiz. Bu durumda, dünyada oldukları yalın olgusu ile
ilgilenen insanların kesin, radikal izolasyonu riskine maruz kalırız. Devlete
hesap vermeksizin, nasıl düşüneceğini, nasıl konuşacağını ve nasıl sevişeceğini
bilmek için devlete bağımlı olmaksızın yeryüzünde olmak, yaşamak zorunda olmak,
ölmek zorunda olmak, yeniden üretmek zorunda olmak, kendi yolunu bulmak zorunda
olmak son derece tekildir. Varoluşsal tekilleşme süreçleri ile toplumsal sahayı
örgütleyen tüm bu muazzam, ağır, militarize, silahlı yapılar arasında total bir
ayrışma riskine maruz kalacağız. Ve sonra hiç şüphesiz, toplumlarımızda işleyen
barbarlık ve aptallık tarzının altını oyabilen, değişimin gerçek enerjilerine
ve aygıtlar yaratmak için süreçsel dönüşümlere izin veren, yeni bir mantık,
yeni bir pragmatik icat etmeye mecburuz. Benim görüşümce, şu an bunlar bizim en
büyük problemlerimizdir.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify;">
<o:p></o:p><br />
<br />
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; margin: 6pt 0cm;">
Félix Guattari & Suely
Rolnik, <i>Molecular Revolution in Brazil, </i>Semiotext(e)<i>, </i>trans.
Karel Clapsow & Brian Holmes, sf: <span style="border: none; font-family: "times new roman" , serif; font-size: 12.0pt;">208-212'den </span>çevrilmiştir.<o:p></o:p></div>
</div>
Oğuz Karayemişhttp://www.blogger.com/profile/10640841576106590503noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-44329419585064491592016-09-05T08:10:00.000-07:002016-09-05T08:10:04.111-07:00Sınıf Mücadelesi ve Otonomi - Félix Guattari<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<i><b>Çeviren:</b> Oğuz Karayemiş</i></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Kapitalist sistemin sorgulanması artık sadece büyük ölçekli
toplumsal ve politik mücadeleler alanına ait değil, fakat ayı zamanda benim “moleküler
devrim” adı altında gruplandırdığım her şeye aittir. Şu açık ki, moleküler
devrim sadece azınlıklarla sınırlandırılmamıştır, fakat aynı zamanda
bireylerin, grupların ve sistemin kendi öznellik üretiminin boyutlarında
sorgulanmasına benzer şeyleri de içermektedir.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj02iiWsRhcnwfWHvzO8g9GFOKLgyy5pkJ-qtVLH6-3l8uFNxQwk7tU5F41eEgQ8HfcGvATwwGGIqk2kGjct9qxNSTLiVNm-a0dSlAdTEgm26oaJW6T0ZZ3NBSCWx6nHxAFEYt_RqnlZQ4/s1600/4-2.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="425" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj02iiWsRhcnwfWHvzO8g9GFOKLgyy5pkJ-qtVLH6-3l8uFNxQwk7tU5F41eEgQ8HfcGvATwwGGIqk2kGjct9qxNSTLiVNm-a0dSlAdTEgm26oaJW6T0ZZ3NBSCWx6nHxAFEYt_RqnlZQ4/s640/4-2.jpg" width="640" /></a></div>
<o:p></o:p><br />
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Eğer Entegre Dünya Kapitalizminin öznellik üretiminin
kontrolü tarafından da sürdürüldüğü hipotezini kabul ediyorsak, öncelikle ekonomik
ve politik alanları kuşatan toplumsal antagonizmaların artık değişmiş
olduklarını da görmeliyiz. <i>Artık bu
yalnızca bir üretim ya da politik ifade araçlarının ele geçirilmesi sorunu değildir,
fakat aynı zamanda ekonomi-politik alanının terkedilip öznel ekonomi alanına
girilmesi sorunudur.<o:p></o:p></i></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<i><br /></i></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Bu bakımdan, öznellik sorunsalı Marksizminkinden tamamen
farklı terimlerle ortaya konulmalıdır. Marksizm için, arzuya, sanata, dine ve
fikirlerin üretimine dair sorun, diyalektik olarak üretimin altyapısına bağımlı
olan üstyapı alanına aittir. Fakat bir defa öznelliğin üretimi açıkça üretimin
altyapısının içinde bulunur, altyapı ile üstyapı arasındaki karşıtlığı
sürdürmek imkânsızdır. Entegre Dünya Kapitalizmini anlamak ve sorgulamak için
kendimizi bir ekonomi-politik okumasıyla sınırlandırmamız mümkün değildir.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
</div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Bana öyle geliyor ki, gezegenin şimdiki esas tarihsel
olayları basitçe stratejik ilişkiler, sosyoekonomik belirlenimler ve bu tarz
ıvır zıvır yoluyla açıklanamaz. Bu tarz belirlenimler şüphesiz hâlâ mevcuttur.
Aşikâr ki, stratejik iktidar ilişkileri ‑sınıf, kast ve benzeri ilişkiler‑
temelindeki toplumsal antagonizmalar ortadan kaybolmadı ve analizin ile başvurunun
belirli seviyelerine bağlıdır. Ekonomik ve toplumsal çatışmalar temelindeki
yaklaşımlar geçerli olmayı sürdürüyorlar. Fakat, bazen büyüleyici bazen felaket
benzeri çoğu fenomen, teorinin bu tarzıyla açıklanamaz. Örneğin, İran’daki,
Afganistan’daki ya da Polonya’daki mücadele için aşırı bir potansiyel taşıyan
bir dizi dinsel fenomenin acilliğini düşünüyorum. Bu tarz fenomenleri anlamak
için, arzu ekonomisine dair sorunsalları da dikkate almak gerekir, zira öteki
türlü bu ekonominin daha muhafazakâr eğilimlere bırakılması tehlikesi yaşarız −örneğin,
piskoposluk içinde var olan eğilimler; ister ilerici, Marksist ya da bürokratik
olsunlar.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Félix Guattari & Suely Rolnik, <i>Molecular Revolution in Brazil, </i>Semiotext<e><i>, </i>trans. Karel Clapsow & Brian Holmes, sf: 196, 197'den çevrilmiştir.</div>
<div class="MsoNormal">
<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<o:p></o:p></div>
<br />
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<o:p></o:p></div>
Oğuz Karayemişhttp://www.blogger.com/profile/10640841576106590503noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-9141468624344688872016-05-28T02:35:00.006-07:002016-05-28T02:35:54.050-07:0068 Mayıs'ı Yaşanmadı - Gilles Deleuze & Félix Guattari<div style="text-align: justify;">
[<i>Gezi Olayı'nın yıldönümünde "olayın bitimsizliği" üzerine düşünmek isteyen herkese ve hiç kimseye. -KDE</i>]</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
1789 devrimi, Paris Komünü, 1917 devrimi gibi tarihsel fenomenlerde, nedensel serilere, toplumsal belirlenimlere indirgenemeyecek bir <i>olay</i> yanı hep olmuştur. Tarihçiler bu bakışı pek sevmezler, onlar nedensellikleri sonradanlık-yoluyla canlandırırlar. Fakat olayın kendisi nedenselliklerle bir yerinden çıkma veya bir kopuş halindedir. Bu yasaya göre bir yolundan çıkma, bir çatallanma, yeni bir olabilirlikler sahasına açan sağlam olmayan bir durumdur. Prigogine bu durumlardan, fizikte dahi, küçük farklılıkların birbirlerini ortadan kaldıracağına yayıldıkları ve birbirlerinden tamamen bağımsız fenomenlerin rezonansa, birleşmeye girdikleri durumlar olarak söz eder. Bu anlamda bir olay bastırılmış, ihanet edilmiş, kapılmış, engellenmiş olabilir, ama bu, yine de, aşılamaz bir şeyler taşımasını engellemez. Vazgeçmiş olanların söyledikleri bir şey bu: bu aşıldı. Fakat olay ne kadar eski olursa olsun, kendisini aşılmaya bırakmaz: olabilirliğin açıklığıdır bu. Bireylerin içinden olduğu kadar bir toplumun yoğunluğundan da geçer.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiZ9bu_6-cmA5McBe3eKtKbjfmm9Nmy1MBkRcf-G5vmMeB0172ZG0uORc5YztI8q2qOELYNxhfSTOe9JwzBGZuJaiOytPB83GgdrftwlWKUkMKp-d6UrM25Xvdxe7CFWIzBHiXKxjgP1uU/s1600/May-68.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="312" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiZ9bu_6-cmA5McBe3eKtKbjfmm9Nmy1MBkRcf-G5vmMeB0172ZG0uORc5YztI8q2qOELYNxhfSTOe9JwzBGZuJaiOytPB83GgdrftwlWKUkMKp-d6UrM25Xvdxe7CFWIzBHiXKxjgP1uU/s400/May-68.jpg" width="400" /></a></div>
<br />
<div style="text-align: justify;">
Hatırlattığımız tarihsel fenomenlere, farklı doğalara sahip olsalar da, belirlenimler veya nedensellikler eşlik ederdi. 68 Mayıs'ı ise daha çok, normal ve normatif her türlü nedensellikten bağımsız, saf bir olay tarzındadır. Onun tarihi "sağlam olmayan durumların silsilesi ve genişlemiş bir dalgalanma"dan ibarettir. Çok fazla ajitasyon, jestüel, konuşma, aptallık, illüzyon vardı 68'de fakat önemli olan bu değil. Önemli olan, bir görüş fenomeni olmasaydı, sanki bir toplum birdenbire kendindeki hoşgörülemez olanı ve başka bir şeyin olabilirliğini görecekti. "Mümkün yoksa boğuluyorum..." biçimindeki kolektif bir fenomendi. Mümkün ön-varolmuyor, olay tarafından yaratılıyor. Bu bir yaşam meselesi. Olay yeni bir varoluş yaratıyor, yeni bir öznellik üretiyor (beden ile, zaman ile, cinsellik ile, ortam ile, kültür ile, çalışma ile yeni ilişkiler...).</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bir toplumsal dönüşüm ortaya çıktığında, ekonomik ve politik nedensellik çizgilerini izleyerek etkileri ya da sonuçları değerlendirmek yeterli değildir. Toplumun yeni öznelliğe tekabül eden kolektif düzenlemeler oluşturmaya muktedir olması gerekir, öyle ki dönüşümü isteyebilsin. İşte gerçek bir "yeniden değişme" budur. Amerikalıların <i>New Deal</i>'i, Japonların hamlesi, her türlü bulanıklık ve hatta gerici yapılarla, fakat aynı zamanda olayın taleplerine yanıt olabilecek yeni bir toplumsal durumu oluşturan yaratım ve inisiyatif yönüyle çok farklı öznel yeniden değişme örnekleri olmuştur. Fransa'da ise, tam tersine, iktidarlar 68'den sonra hiç durmadan "sakinleşecek" fikriyle yaşadılar. Ve gerçekten de sakinleşti, fakat felaket koşullarda. 68 Mayısı bir krizin sonucu olmadığı gibi bir krize reaksiyon da değildir. Daha çok tam tersi geçerli. Bugünkü güncel kriz, Fransa'daki güncel krizin çıkmazları, Fransız toplumunun 68 Mayısını doğrudan özümseyebilme kapasitesine sahip olamamasından kaynaklanmaktadır. Fransız toplumu, 68'in istediği şekliyle öznel yeniden değişmeyi kolektif boyutta hayata geçirmede radikal bir güçsüzlük göstermiştir. O andan itibaren "sol" koşullar altında ekonomik bir yeniden değişim nasıl hayata geçebilir? İnsanlara hiçbir şey <i>önermeyi </i>bilemedi: ne okul alanında ne de çalışma alanında. Yeni olan her şey karikatürize edildi, marjinal bir hale getirildi. Bugün görüyoruz ki Longwy'nin insanları çeliklerine, süt üreticileri ineklerine vs. sarılıyor: yeni bir varoluşun düzenlemesi, kolektif bir yeni öznellik 68'e karşı reaksiyonlar tarafından, sağdan olduğu kadar soldan da, öncesinden ezildiğine göre başka ne yapabilirlerdi? Hatta özgür radyolar bile buna dahil oldu. Her defasında mümkün yeniden kapatıldı.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgRolOcqP6ANw_6XCXi_p7b44zyWDzq4uXgl8QoDYGwk5ojHb4hU4MmO6c2Ya3RxNsaz0ZTmxyJZXuXimuRuQcR2C6sJd-yL4Mt7EZ3oS7_MVAJb-n1qkovJtnUNqfu4gkyMBuCxVCGHhA/s1600/deleuze-guattari.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="225" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgRolOcqP6ANw_6XCXi_p7b44zyWDzq4uXgl8QoDYGwk5ojHb4hU4MmO6c2Ya3RxNsaz0ZTmxyJZXuXimuRuQcR2C6sJd-yL4Mt7EZ3oS7_MVAJb-n1qkovJtnUNqfu4gkyMBuCxVCGHhA/s400/deleuze-guattari.jpg" width="400" /></a></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
68 Mayısının çocuklarını her yerde görüyoruz, kendileri de bilmiyor ve her ülke kendine göre bunlardan üretti. Durumları hiç de parlak değil. Genç kadrolar değil bunlar. Garip bir şekilde kayıtsızlar, fakat her şeyden de haberleri var. Talepkâr ya da narsist olmaktan vazgeçtiler fakat iyi biliyorlar ki enerji kapasitelerine, öznelliklerine bugün hiçbir şey yanıt vermiyor. Hatta güncel reformların daha çok onlara karşı olduğunu da biliyorlar. Yapabildikleri oranda kendi işlerine bakmaya karar verdiler. Bir açıklığı, olabilirliği muhafaza ediyorlar. Şiirleşmiş portrelerini Coppola <i>Rusty James</i>'te yapıyor. Aktör Mickey Rourke açıklıyor: "Biraz kenarda bir kahraman. Hell's Angel tipinde değil. Hücreleri gri ve üstelik zevkli biri. Sokaktan ve üniversiteden gelen bir kültür karışımına sahip. Onu deli eden de bu karışım. Hiçbir şey görmüyor. Onu işe alacak herhangi birinden daha çılgın olduğu için kendisi için hiçbir iş olmadığını biliyor..." (<i>Libération</i>, 15 Şubat 1984).</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Dünyanın tamamında böyle. İşsizlikte, emeklilikte ya da okulda kurumsallaştırdığımız, engelleri örnek alan kontrol altındaki "terk etme durumları". Kolektif boyuttaki aktüel öznel yeniden değişimlere örnek olarak elimizde Amerikan tipi vahşi kapitalizm, ya da İran'daki gibi bir radikal islam, Brezilya'daki afro-amerikan dinler var, bunlar yeni bir entegrizmin karşıt figürleri (buraya bir de Avrupa'nın yeni-papacılığını eklemek gerekecek). Avrupa'nın önerecek hiçbir şeyi yok ve Fransa ise, zorunlu ekonomik yeniden değişimleri yukarıdan gerçekleştirecek, son derece silahlanmış ve Amerikanlaşmış bir Avrupa'dan başka bir arzuya sahip değilmiş gibi gözüküyor. Buna rağmen olabilirlikler alanı başka bir yerde: barışçılık, <i>doğu-batı aksını</i> izleyerek, çatışma, silahlanma ve aynı zamanda ABD ve SSCB arasındaki paylaşım ve ortaklık ilişkilerini dağıtacak bir özne olarak kendisini önerebilir. Yeni bir enternasyonalizm, kuzey-güney aksını izleyerek, artık sadece üçüncü dünya ile işbirliği üzerine kurulmayacak, fakat zengin ülkelerin kendilerindeki üçüncü-dünyalılaşma üzerine kurulacak yeni bir durumdan söz edilebilir (örneğin, Paul Virilio'nun analiz ettiği gibi, metropollerin gelişimi, şehir merkezlerindeki bozulma, Avrupalı bir üçüncü dünyanın yükselişi). Sadece yaratıcı olduğunda bir çözümden söz edilebilir. Bu yaratıcı yeniden değişimler bugünkü krizi çözmekte yardımcı olabilir ve genelleşmiş bir 68 Mayısının, çatallaşmanın, genişlemiş bir dalgalanmanın nöbetini devralabilirler.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Deleuze, Gilles, <i>İki Delilik Rejimi</i>, Bağlam Yay., Çev: Mahir Ender Keskin, sf: 239-243</div>
Oğuz Karayemişhttp://www.blogger.com/profile/10640841576106590503noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-6951997795715891802015-08-25T04:34:00.000-07:002015-11-02T02:51:28.973-08:00Politik Entelektüellere Bir Soru - Jean-François Lyotard<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<div style="text-align: justify;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjwtA0TmBzcCZVLFTVrljsRi8tz2cPe_CZc-OQj5ZmNDtAGC_U4c6ur8ckYy_NjxNQahtTELDIoxT6VBzUQFf_SIJ69hvKLXqyXta0ardE9YJ5ah1v7kHXAQuuU9JD-8P6JORjszwXOub8/s1600/lyotard.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjwtA0TmBzcCZVLFTVrljsRi8tz2cPe_CZc-OQj5ZmNDtAGC_U4c6ur8ckYy_NjxNQahtTELDIoxT6VBzUQFf_SIJ69hvKLXqyXta0ardE9YJ5ah1v7kHXAQuuU9JD-8P6JORjszwXOub8/s1600/lyotard.jpg" /></a></div>
İşte size bir <span style="font-size: large;">soru</span> politik entelektüeller: Neden proleteryanın <i>üstüne bu kadar düşüyorsunuz</i>? Neye acıyorsunuz? Bir <span style="font-size: large;">proleter</span>in sizden nefret edeceğini biliyorum, siz nefret etmezsiniz çünkü siz burjuvasınız, <span style="font-size: large;">pürüzsüz ellere sahip</span> imtiyaz sahiplerisiniz, sizin söylenmesi gereken tek önemli şeyi söylemeye <span style="font-size: large;">cesaretiniz yok</span>, sermayenin bokunu, malzemelerini, metal çubuklarını, polisitrenlerini, kitaplarını, sosisli böreklerini yutmaktan, bunlardan tonlarcasını çatlayıncaya kadar yemekten <span style="font-size: x-large;">keyif</span> alınabilir -işte bunu söylemek yerine, kapitalistleşmişlerin, elleriyle, kıçlarıyla, kafalarıyla çalışanların arzusunda neler olup bittiğini söylemek yerine <span style="font-size: large;">gidip akıl hocalığı, pezevenk hocalığı yapıyorsunuz</span>, öne doğru atılıp şöyle diyorsunuz: İşte, işte bu yabancılaşma, hiç hoş değil, dayanın, sizi kurtaracağız, sizi bu çok fena kölelik duygusundan özgürleştirmeye çalışacağız, size saygınlık kazandıracağız. Ve bu şekilde <span style="font-size: large;">kendinizi en rezil tarafa</span>, bizim kapitalistleşmiş arzumuzun tamamen göz ardı edilmesini, yasaklanmasını, sekteye uğramasını arzuladığınız en ahlakçı tarafa yerleşiyorsunuz, günahkârların yanında olan rahipler gibisiniz, köle yoğunluklarımız sizi korkutuyor, kendinize şunu demek zorundasınız: Buna katlanmak için kim bilir ne kadar acı çekiyorlardır! Ve bizler, biz kapitalistleşmişler elbette acı çekiyoruz, ama bu demek değil ki keyif de almıyoruz, inandığınız şey bizim için neye deva olabilir? Neye? <span style="font-size: large;">Bizi daha fazla iğrendirmeyin.</span> İyileştirici olandan ve onun ilacından korkuyoruz, sizin en aptal şey diye yargıladığınız <span style="font-size: large;">niceliksel aşırılıklar içinde infilak etmeyi tercih ederiz</span>. Ve isyan etmek için de kendiliğinden kalkışmamızı beklemeyin.<br />
<br />
J-F. Lyotard, <i>Libidinal Ekonomi</i>, Hil Yay., Çev: Emre Sünter, sf: 155-156</div>
Oğuz Karayemişhttp://www.blogger.com/profile/10640841576106590503noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-42197913068932276662015-07-09T03:16:00.000-07:002015-07-09T03:17:56.887-07:00Gösteren Diktatörlüğü - Félix Guattari<div style="text-align: justify;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiL7OAFS9N8Ir9hNXKwjc1LUyTuErh7uTxSC39lb2FGmffnCtIjp6gJ_6PotFGCppLWP2W48HhHOUxnmzSZSGh9niN8Xa0vYZJS4R1cNheMyGYCmgFAIUjqti9Chcz4_O3cHt0BPS3aJEU/s1600/1318512772g.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; font-family: 'Times New Roman', serif; font-size: 16px; line-height: 24px; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiL7OAFS9N8Ir9hNXKwjc1LUyTuErh7uTxSC39lb2FGmffnCtIjp6gJ_6PotFGCppLWP2W48HhHOUxnmzSZSGh9niN8Xa0vYZJS4R1cNheMyGYCmgFAIUjqti9Chcz4_O3cHt0BPS3aJEU/s320/1318512772g.jpg" width="310" /></a><span style="font-family: "Times New Roman",serif; font-size: 12.0pt; line-height: 150%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-font-size: 11.0pt; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">Düzlemlerin
bu karmaşasının, bu genelleşmiş semiyotik çöküşün, bu “gösteren diktatörlüğü”nün
tersini savunduğunu iddia eden her arzu mikro-politikası, bize göre,
bilinçdışına <i>bir </i>yapı, homojen bir
yapısal tutarlılık atfeden bilinçdışı kavrayışlarından kopmak zorundadır. Ne
kadar tekrarlasak azdır: Karşımızdaki asla büyük harfli bir Bilinçdışı
değildir, <i>sonsuz </i>bilinçdışı
ifadesiyle karşı karşıyayızdır, bu ifadeler bireylerin birbirleriyle bağ
kurmasını sağlayan semiyotik bileşenlerin –bedensel ve algısal işlevler,
kurumlar, mekânlar, donanımlar, makineler vb.- doğasına göre değişkendir.</span></div>
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: "Times New Roman",serif; font-size: 12.0pt; line-height: 150%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-font-size: 11.0pt; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;"><br /></span></div>
<div style="text-align: center;">
<span style="font-family: "Times New Roman",serif; font-size: 12.0pt; line-height: 150%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-font-size: 11.0pt; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">***</span></div>
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: 'Times New Roman', serif; font-size: 12pt; line-height: 150%;"><br /></span></div>
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: 'Times New Roman', serif; font-size: 12pt; line-height: 150%;">Kapitalistik
oluşumların özelliklerinden biri, tüm diğer semiyotik bileşenleri üst-kodlayan
ve bunların –ister üretim düzeyinde olsun ister toplumsal ya da bireysel alan
düzeyinde olsun- her türlü akışı manipüle etmesini, yönlendirmesini sağlayan
semiyotik makinelerin özel bir türüne başvurmalarıdır. </span><span style="font-family: 'Times New Roman', serif; font-size: 12pt; line-height: 150%;">Bu makinelerin işin
içine kattığı yersizyurtsuzlaştırılmış zincirler, haddi zatlarında, gösteren
değildirler (hatta sözdizimsel dil zincileri örneğinde, bilimsel, teknolojik,
ekonomik gösterge makineleri örneğinde bunlara “göstermeyen” bile diyebiliriz),
fakat gösteren içeriklerle özel ilişkiler sürdürürler. Temelde iktidar
oluşumlarının hizmetindeki tabi kılma makinesi gibi (örneğin okul makinesi,
askerlik, adli makine vb.) işleyen, ikincil olarak da gösteren bir ifade tarzı
olarak işleyen tek bir semiyotik şifreden yola çıkarak bu içerikleri
hiyerarşikleştirip düzenlerler. paradoks, yapısalcıların gösteren olarak
niteledikleri şeyin tam da bu göstermeyen zincirler olmasındandır. Onlar bu
zincirleri, yapıların bir tür tümel oluşturucusu olarak görmek isterler. Onlara
göre, yapının olduğu her yerde, bu gösteren malzeme türüyle karşılaşmamız
gerekiyordu: Böylece, dil ve bilinçdışı düzeyinde, genetik kodlandırma
zincirleri ve ilkel toplumlarda akrabalığın temel ilişkileri düzeyinde,
hitabet, üslup ve şiir düzeyinde, tüketim toplumunun işleyiş tarzı düzeyinde
aynı eklemlenme sistemleriyle karşı karşıya kalmamız gerekmektedir. Bizim
açımızdan ise, günümüzde bize gösteren ya da sembolik kategorisi altında sunulan
ve birçok araştırmacıya temel bir mefhum, aşikâr bir çıkış noktası gibi gelen
bu toplaşmayı dağıtmak son derece gerekli ve acilen yapılması gereken bir
iştir. Gerçekten de biz, her tür düzenlemenin, </span><i style="font-family: 'Times New Roman', serif; font-size: 12pt; line-height: 150%;">birbirlerinden temelde farklı </i><span style="font-family: 'Times New Roman', serif; font-size: 12pt; line-height: 150%;">olan ve başlangıçta, gösteren bir
söylem gibi değil, göstermeyen bir gösterge (Hjelmslev’in “ifade biçimi”nden
söz ettiği anlamda) makineleri gibi işleyen semiyotik zincirlerin ulanmasını [</span><i style="font-family: 'Times New Roman', serif; font-size: 12pt; line-height: 150%;">concatènation</i><span style="font-family: 'Times New Roman', serif; font-size: 12pt; line-height: 150%;">] gerçekleştirdiğini kabul
ediyoruz. </span></div>
<table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="clear: right; float: right; font-family: 'Times New Roman', serif; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em; text-align: right;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgYGR79O9_IQUrJ9-Phe5yaWU5xB6rMXNukZi4nbv2OHND-cfP2Vzn9zYrgQrXTAhJ9eEDQ4gofWdCCKSBN5_-TBw3FxOnefPWLAYW0-iDOh56YxCSDJyLgfRRpi1j28lonNDTzRhFTUpA/s1600/673217.jpeg" imageanchor="1" style="clear: right; font-size: 16px; line-height: 24px; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgYGR79O9_IQUrJ9-Phe5yaWU5xB6rMXNukZi4nbv2OHND-cfP2Vzn9zYrgQrXTAhJ9eEDQ4gofWdCCKSBN5_-TBw3FxOnefPWLAYW0-iDOh56YxCSDJyLgfRRpi1j28lonNDTzRhFTUpA/s400/673217.jpeg" width="240" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="font-size: 12.8000001907349px; text-align: center;"><a href="http://www.otonomyayincilik.com/kitaplik/felsefe/item/87-ka%C3%A7%C4%B1%C5%9F-%C3%A7izgileri" target="_blank">Félix Guattari - Kaçış Çizgileri</a></td></tr>
</tbody></table>
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: 'Times New Roman', serif; font-size: 12pt; line-height: 150%;">Üretici süreçler ve toplumsal kümeler içinde, tümel anahtarlar önerme
isteğinin saçma olduğu gösterge rejimleriyle, semiyotik süreçlerle her zaman
karşılaşmamızın nedeni budur. Genel olarak “gösteren”e asla rastlanmaz; “alanda”,
türleri karıştıran semiyotik bileşimlerle, karmalarla, yapısal terimlerle
hesaplanamayan bir olanağa açık takımlarla, makinesel yaratıcılık diye
adlandırdığımız şeyle karşılaşılır her zaman. İfade bileşenlerinin
çokanlamlılığının bir tür semiyotik çöküş içinde yitimine yol açan gösteren
emperyalizmi, bütün üretim tarzlarını ve bütün toplumsal oluşumları iktidar
göstergeleriyle yetinmek zorunda bırakır. Dolayısıyla bizim sorunumuz sadece
doktriner değil, pratiktir de: Gösteren, sadece dilbilimcilerin ve yapısalcı
psikanalistlerin bir hatası değildir; bizi, tümel bir göndergenin herhangi bir
yerde var olduğu, dünyanın, toplumun, bireyin ve bunları yöneten yasaların
zorunlu bir düzene göre yapılandırıldığı, bunların derin bir anlamı olduğu inancına
tabi kılan ve gündelik hayat içinde yaşanan bir şeydir. Gerçekten de, gösteren,
iktidar oluşumlarının gerçek işleyiş tarzını gizlemenin bir yöntemidir. </span></div>
<div style="text-align: justify;">
</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiL7OAFS9N8Ir9hNXKwjc1LUyTuErh7uTxSC39lb2FGmffnCtIjp6gJ_6PotFGCppLWP2W48HhHOUxnmzSZSGh9niN8Xa0vYZJS4R1cNheMyGYCmgFAIUjqti9Chcz4_O3cHt0BPS3aJEU/s1600/1318512772g.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; font-family: 'Times New Roman', serif; font-size: 12pt; line-height: 150%; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><br /></a></div>
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: 'Times New Roman', serif; line-height: 24px;"><br /></span></div>
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: 'Times New Roman', serif; line-height: 24px;">Félix Guattari, <i>Kaçış Çizgileri</i>, Otonom Yay., Çev: Işık Ergüden, 2014, sf: 28, 29, 30'den alınmıştır</span></div>
<br />
<div style="font-family: 'Times New Roman', serif; font-size: 12pt; line-height: 150%;">
<br /></div>
Oğuz Karayemişhttp://www.blogger.com/profile/10640841576106590503noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-64125030089416391902015-01-14T01:09:00.001-08:002015-03-28T01:47:26.087-07:00Anlam ve İktidar - Felix Guattari<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">[<i>Bu metni, Multilingual'ın "Terimden Anlama" isimli derlemesinin içinde keşfettik. Özenli bir şekilde çevrilmiş fakat, bu çeviri Türkçe'ye değil, Öztürkçe denen garabet dile yapılmıştı. İçerdiği kavram isimleri literatürde (hem Guattari, hem de dilbilim sözlükçesinde), olağan günlük konuşmada kullanılagelen Türkçe'ye yeniden transfer edildi. Metin sadeleştirilerek, bir yerde küçük bir açıklayıcı not eklendi. Bunun dışında çeviri ve editoryal emek -ki aynı zamanda kitabın derleyenidir- sayın Mustafa Durak'a aittir. Kendisine bu nadide ve mühim metni Türkçe bir derlemede yayınladığı için teşekkür ederiz. -Kavram ve Duyum Ekibi.] </i></span><br />
<span style="font-family: inherit;"><br /></span>
<span style="font-family: inherit;">Yapısalcılık, hangi karmaşık durum olursa olsun onu yalın
bir formüle –matematik, aksiyomatik ya da bilgisayarda işlenebilecek bir
formüle- indirgemeyi amaç edinmiştir. Bugün bilgisayar çok karmaşık görünümleri
çizebilmektedir. Bir görüntüyü formülle ifade edebilmektedir. Sorun, çizilen
görüntünün “doğal” dünyada algıladığımızdan temel olarak ayrı olup olmadığıdır.
Bilgisayarın ürettiği görüntü ikili bir ileti durumuna indirgenmiştir. Aktarma
kanallarından geçebilen bir formül olmuştur. Ama aslında görüntünün başlangıçta
sahip olduğu derinlik, sıcaklık, yeniden düzenle(n)me olasılığı vb. yitip
gitmiştir. Ben, yapısalcı indirgemelerin zorunlu olarak bu tür indirgemeler
olduklarını sanıyorum. Elde edilen de dünyanın bir tür teknokratik görüntüsüdür.
Ve yolda özünden bir şeyler yitirmiştir. Öz derken arzuyla ilgili ne varsa onu
anlıyorum.</span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgS0hN9C6s1w-axvkLoSTgr9KvyIRm2m2RXF7q5z7wb1m0KKXP_sAW12wjZIWVVCloACf5E0a_M5pkimgKhWdHRJpmbEb7Yvly2vqtNzybkR5_gnrlDpn0MRE1Ze0pamCS7wBxFPGiP-rE/s1600/4407381.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><span style="font-family: inherit;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgS0hN9C6s1w-axvkLoSTgr9KvyIRm2m2RXF7q5z7wb1m0KKXP_sAW12wjZIWVVCloACf5E0a_M5pkimgKhWdHRJpmbEb7Yvly2vqtNzybkR5_gnrlDpn0MRE1Ze0pamCS7wBxFPGiP-rE/s1600/4407381.jpg" height="315" width="640" /></span></a></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: inherit;"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Dilbilimciler olayların analizinin yapılması ve ayırıcı
özelliklerin bulunmasıyla tüm dillerin yapısını hesaplamaya uygun anahtarlar
dizisini ortaya çıkarmaya çalıştılar. Ama yakalayabildikleri, dilin genel
özelliklerinden başka bir şey değildir. Dilin yaşamı, anlambilimsel (semantik)
ve edimsel düzlemde bu tip formülleştirmeye gelmez. Psikiyatri alanında semptom
ve sendromları sistemik tablolara yerleştirerek bilimsel tanımlar ürettiklerini
ileri sürenler oldu. Ama gerçekte olup bitenler hiçbir zaman bu tür
sınıflandırmaya bağlı kalamaz. Sürekli “sınır çizgileri”yle karşılaşılır.
Paranoyağın, histeriğin ve şizofrenin özellikleri birbirine benzer, ayırt etmek
zordur. Bir yapının analizini yapmak başka, şeylerin kendi hareketini, iktidar
ilişkilerini, politik durumları, arzunun yatırımlarını hesaplayan yapısalcı bir
felsefe ve yapısalcı bir yorum başka şeydir. Bunun kendiliğinden böyle olması
gerekirdi. Ama Freudyenler ve Marksistler bilinçdışı yapılar ve ekonomik
yapılardan söz ederken bazı kaydırmalar yapıyorlar. En küçük parçayı gösteren
(atomik) kesin formülü bulduklarını ve kendi görevlerinin bu yapı, bu formülle
ilgili bir parola ya da bir yorumla işi bitirmekten ibaret olduğu izlenimi
vermek istiyorlar. Kendini önemli, muktedir göstermenin bir yolu. Ben, tersine
yapıların, şeylerin orta yerinde değil de yanında var olduklarını düşünüyorum.
Yapısal yaklaşım da öbürleri gibi bir uygulamadır. Belki de, ne en zengini, ne
de en etkilisi.</span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Anlam ile anlamlandırmayı gökten inmiş ya da şeylerin kendi
yapısından kaynaklanan bir şey olarak değil de birbirleriyle karşılaştırılmış
semiyotik sistemlerin eklemlenmesinden ileri gelen bir şey olarak
yeniden tanımlamak gerek. Böyle bir eklemlenişten bağımsız tutulacak anlam
yoktur. Bedenin semiyotikleri belirli bir anlam tipi üretir, iktidarın
semiyotikleri başka bir tip. Bedenin semiyotikleri, mevcut mekanizmaların, yani
iktidarın gösteren düzeninden ayrıdır ve de simgesel olmayan semiyotikleri
devreye sokar, iktidarın semiyotikleri başka bir gösterge tipi üretirler. Bütün
bu anlam tipleri birbirleriyle kesişirler. Ama bunların evrensel
anlamlandırmalar olduklarını söyleyemeyiz.</span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Burada arzu konusunda iki tip politik anlayış olduğu
söylenebilir. Bunlar tek anlamlı bir yoruma, bir yorumbilime gidebilecek
anahtarları yakalamaya çalışan biçimci akıl ile evrenselliğin tekillikte
aranması gerektiği ve bu tekilliğin şu anda katlandığımızdan çok daha akılcı
politik ve mikropolitik bir düzenlemenin gerçek dayanağı olabileceği
düşüncesinden yola çıkan, görünüşte çılgın akıl.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b><span style="font-family: inherit;">Bir Kadının Yaşam
Çizgileri<o:p></o:p></span></b></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Bir kadın. Kendi doğumundan üç ay önce. Anne karnında iken
annesinin salyalı kusmaları. Altı aylıkken besin alerjisi, üç yaşında yaygın
egzama. Altı yaşında sıkıntıdan kaynaklanan bunalımlar. Otuz yaşında, ona özgü
olmayan dölyatağı yangısı. kırk yaşında kendine kıyma girişimi. Birbirinden
apayrı bu semiyotik bileşenler bu klinik tablonun her aşamasıyla bağlantılı
görünmektedir.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Salyalı kusmada sıkıntı ifadesi yerelleşmiş bir özneden
kaynaklanmaktadır. Hastalık bir kişiden öbürüne geçiyor. (Böyle bir durumun
prototipi şudur: “anne-bana içerse, çocuklar da kadeh tokuşturur”.) Burada
simgesel bir işleyişten ileri gelen semiyotik bir düzenlenişe tanık olmaktayız.
bu simgesel semiyotikler apayrı bir söyleyeni ve dinleyeni devreye sokmuyor.
Söz en önde yer almıyor. İleti, dilsel zincirlenişten değil de beden, gürültü,
mimik, duruş vb.’den geçiyor.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Altı aylık. Besin alerjisi: bu alerjideki çeşitli simgesel
semiyotik bileşenleriyle salyalı kusmalar arasındaki ayrımı tanımlamak zor.
Ancak bana bir açık var gibi geliyor: bunların önemi, alerjiyle artmış.
Gerçekten de çocuğun doğuşundan bu yana gürültüler, sıcak, soğuk, ışık izlenimleri,
çarpmalar, başkasının yüzüyle ilişki, bütün bunlar bir dünyanın koordinatlarını
oluşturmaya başladılar. Bilinmesi gereken, niye bu yeni dünya, çocuğun derisine
yapışıp kalıyor? Çocuk niye bu dünyaya girmeyi, onunla bağlılaşmayı reddediyor?<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Altı yaşında. Derslerle ilgili sıkıntılar. Bunlar açıkça
çeşitli dillerin devreye girmesinin sonucudur. Öğretmenin dili, büyüklerin
dili. İlkokuldan başlayarak birçok yazgı kristalleşmiştir. Bir çocuğun zihinsel
yörüngesi büyük ölçüde kendi ortamınca belirlenir. IQ’yu hesap etmeye gerek
yok. okul mekanizması çocukları yaman biçimde modellendirir, seçer. Burada
gösteren semiyotikler söz konusudur. Okulla birlikte toplumun yasalarına
giriyoruz. Küçük toplumsal iktidarler dizisi, aile, okul, yerel iktidarlar
geçidi başlıyor ve giderek Devlet gücüne varılıyor. Yalnızca yapılara, gösteren
zincirlerine, komplekslere bakıp çocuğun ailedeki, dışarıyla ilişkilerindeki
günlük yaşamıyla ilgilenmeyen terapist, gerçeklik düzleminde ve arzunun
ekonomisi düzleminde olup bitenin özünü kaçıracaktır.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Yirmi yaşında. Sıkıntıdan kaynaklanan bunalımlar. Belki
yaşamın yalnızca belirli bir devresinde görülen şizofrenik sendromlar söz
konusu. bugün bazı psikanalistler üç dört yaşından başlayarak şizofreniyi
bulguladıklarını ileri sürüyorlar. Ama bu tür bunalımlar ergenlikten önce nasıl
ortaya çıkar? ergenlikle ilgili semiyotik bileşenler (dünya ile yeni tip
ilişki, bilinmeyen karşısında endişe, çevrenin baskısı vb.) bu tür sendromlarla
ortaya konulunca analiz, iktidarı oluşturanlara )lise, meslek okulu, spor
kulüpleri, boş zamanları değerlendirme vb.) doğru kaymak zorundadır. Burada
toplumun başka bir düzlemi, yetişkinin arzusu üzerine, onu dünyadan koparmakla
ve onu kendine kapatmakla korkutuyor.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Otuz yaşında. Kendisine özgü olmayan döl yatağı yangısı.
Kuşkusuz şimdi evlilik sorunu öne çıkıyor.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Kırk yaşında. Kendine kıyma girişimi. Dinsel iktidar ile,
sağlıkla, polis vb. ile ilgili iktidarların biçimlenişi sıralanıyor. Bunlar
iktidar oluşumunun bilinmeyen bölgeleridir. Analistin kayıtsız kalamayacağı yön
göstericilerdir. Örenğin egzama konusunda alerji yapan şeyleri araştıran bir
uzmanın davranışına öykünmekle yetinemeyiz. Zaten bu, sorun ettiğimiz önceden
yapılandırılmış sistemleştirmeye dayalı yorum politikasıdır. Çok önemli bir
mikropolitik sorunu bulunduğunda, özgül bileşenler analizi salt biçim sorunu
değildir. Her şeyden önce, incelenen ya da ilgilenilen nesne kadar, bu analizi
güdüleyen şeylerin arzusunu da ilgilendiren bir mikropolitik kavramı içinde yer
alabilecek şeylerin politiğiyle de ilgilidir.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Yapısal biçimciliğin, indirgemeci niteliği, görünen
(yüzeysel) ve derin yapılar arasında kurduğu ilişkiye önem verir. Bu, özellikle
dildeki ikili eklemlenme (bir yandan sesbirim, yazısal birim, simgeler gibi
anlamı olmayan semiyotikler sistemi, öbür yanda anlam taşıyıcı (anlambirim vd.)
söylemler zinciri, onun sorunuyla ilgilidir. Sanki biçimsel düzey,
anlamlandırmaları denetliyormuş, doğurtuyormuş, üretiyormuş gibi yapılıyor
–nasıl olduğu bilinmeden. Ne var ki bu anlamlar gökten düşmüyor. Üretimci bir
söz-dizimden ya da üretici bir anlambilimden kendiliklerinden ortaya
çıkmıyorlar. Bunlar, kendilerini dalgalı iktidar ilişkileri içinde üreten
iktidar oluşumlarından ayrı tutulamaz. Burada ne evrensel, ne de kendiliğinden
işleyen hiçbir şey yoktur.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b><span style="font-family: inherit;">Çeşitli
Kodlama Sistemleri<o:p></o:p></span></b></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiZS_ooqoJK7iZDbRAEVBzhZD1jJ7Vud6MEL_3mJNtIxvgPHFkDbYd_wGaWMyeJME3VS55trBjFI7yRjav44Vk3RLAby6Pv9UL-VC_i6hqMVitIvqHFzcWmjh-So-UmdEQ3KyxA7x_Rj6E/s1600/tetsuo_guattari1981.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><span style="font-family: inherit;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiZS_ooqoJK7iZDbRAEVBzhZD1jJ7Vud6MEL_3mJNtIxvgPHFkDbYd_wGaWMyeJME3VS55trBjFI7yRjav44Vk3RLAby6Pv9UL-VC_i6hqMVitIvqHFzcWmjh-So-UmdEQ3KyxA7x_Rj6E/s1600/tetsuo_guattari1981.jpg" height="224" width="320" /></span></a></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Dilbilimci ve göstergebilimcilerin tanımladıkları anlamda
gösterge ile işleyen ya da işlemeyen çeşitli kodlama sistemlerinin
durumunu aydınlatmak için, gösterge mekanizmaları adını verebileceğim şeylerin pratik
işleyişini belirlemek amacıyla bir dizi ayrım önereceğim. Bu arada şunu
belirtmeliyim: gerçekte bu sistemlerin birçoğunun karmaşıklığı, karmaşık
göstergeler söz konusu.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Öncelikle gösterge kodlamaları ile doğal
kodlamaları birbirine karıştırmaktan kaçınmalıyız. Bazı dilcilere göre
(örneğin Roman Jacobson), kalıtıma bağlı kodlama, dilsel kodlama ile
karşılaştırılabilir. Her iki sistem de karmaşık iletiler oluşturmak için
birleşime katılan sınırlı aralıklı öğeler dizisinden yararlanırlar. – Örneğin
proteinleri yapmaya yarayan kalıtım kodunun dört temel kimyasal kökü. Bazı
bireşimlerin, biyolojik kesitlerde “noktalama” işlevi gördükleri
söylenebildiğine göre, karşılaştırma daha da ötelere götürülebilir. (Jacobson,
bu sistemlerin başka genel özelliklerini belirtmiştir, örneğin kodlama biçiminin çizgiselliğini). Ancak biyologlar bu tür koşutluğun genişletilmesinde
oldukça sakıntılı gibidirler. Özellikle François Jakob, benzerliklerden çok
ayrımlar üzerinde durulmasının daha iyi olacağı görüşündedir. Kalıtıma bağlı kodlamada konuşucu ve dinleyici yoktur, yerine koyma ve yer değiştirme
eksenlerine (dizisel ve dizimsel eksenlere) açık olan söylemin iletilerinde
rastlamadığımız belirli bir katılığa sahip iletileri yorumlayacak özne de
yoktur. Kalıtım dönüşümleri, dilsel dönüşümlerden farklı olarak kesintiler,
değişimler ve büyük bir sapma oluşturan tüm bir seçme sürecini içerir.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Bu ilk ayrım, arka planda, yalnızca, bir tutmaların harekete
geçirdiği semiyotiklere egemen olarak, nesneler ve toplum üzerinde iktidar
sahibi olunabileceğini düşünmekten ibaret olan arkaik bir fantazmaya dayanan ve
“doğa” ile dil arasındaki biraz büyüsel bir tutmalardan kaçınmayı
sağlayacaktır. (Burada büyücülerin, cincilerin heykelcikleriyle ve cinlerle yaptıkları
eski çılgınlığı buluyoruz). Elbette semiyotiklerin nesneler üzerinde doğrudan
etkili olduğu bir alan var, -bu tüm maddi teknolojiyi ve tüm gösterge
mekanizmalarının karmaşık işleyişini ortaya koyan gerçek deneysel bilimlerin
alanıdır. Zaten beni anlamlı sistemleri, anlamsız semiyotiklerden ayırmaya iten
de bu alandır.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b><span style="font-family: inherit;">İfadenin Tözü ve
Maddeleri<o:p></o:p></span></b></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Öncelikle, Hjelmslev’in ifadenin tözü ve maddesi arasında
önerdiği ayrım üzerinde durmak istiyorum. Küçük bir çocuk ses çıkarmaya
başladığında, sessel olarak bir ifade maddesi kullanır, sonra egemen
biçimciliklere katıldıkça bu maddeyi sesbilimsel olarak ifade tözüne
dönüştürür. Ancak bu, gösterge olarak biçimlenmemiş maddenin biçimsiz olacağı
anlamına gelmez. Hjemslev, bunun, bilimsel olarak biçimlenmiş olacağını söyler.
Demek maddeleri semiyotik olarak biçimlenmiş tözlerden, bilimsel, müzikal vb.
olarak biçimlenmiş diye ayırmak zorundayız. Pratikte yararlanılabilirliği
olduğu için bu ayrım boşuna değildir. Örneğin aşağıdaki kesiti alalım:
“işsizim, İş Bulma Kurumu’na gidiyorum, çok yaşlı olduğum söyleniyor”. Bu
kesiti sözlü, yazılı olarak ya da röpartaj sırasında bir film, bir video bandı
aracılığıyla ifade etmek (bir ifade tözünden başkasına geçildiği için) iletinin
uzamını tümden değiştirir.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Bu iletinin edimsel uzantısını biçimleyen, çeşitli ifade maddeleri
bağlantısıdır. Bir egzama, bilimsel olarak mı, semiyotik olarak mı biçimlenir?
Özgül olmayan tepkisel bir döl yatağı yangısı, gelişmesinin o ya da bu
döneminde, egemen bileşen olarak, toplumsal alanın anlamlı göstergelerini mi yoksa
virüs, bakteri vb.’ne bağlı semiyotik olamayan bir kodlamanın devreye
girişini mi içerir? Toplumsal durumlar, iktidar ilişkileri, dil, para, ana-baba
ilişkilerinden ortaya çıkan nedir? Gösterenin her yerde olduğunu (sonuç olarak
da yorum ve aktarımın her yerde etkili olduğunu) söylemek, karşılaştığımız
nesneler ve durumlar üzerinde (semiyotik olsun olmasın) bu kodlama bileşenlerinden her birinin “iktidar sahibi” olabileceğini kabul etmek
demektir. Bence, tersine, bu giriş biçimlerinden hiç birine öncelik verilemez,
hele hele dogmatik bir öncelik hiç verilemez. Önceliği durumun çözümlenişi
ortaya çıkaracaktır. <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b><span style="font-family: inherit;">Simgesel Semiyotikler<o:p></o:p></span></b></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Demek ki bağımsız semiyotik bir tözü –bir dili- oluşturarak
işleyen gösterge mekanizmalarıyla dilden bağımsız “doğal” kodlama olarak
doğrudan işleyenler arasında bir ayrım yapıyoruz. Belki de burada gösterge
yerine işaretlerden söz etsek daha iyi (Bir işaret ile –örneğin hormonla ilgili
bir işaret-, dilbilimsel gösterge arasındaki ayrım şuradadır: birincisi
anlam(landırma) üretmez, öznenin sunumla özdeşleştirilmesini sağlayacak,
değişmez bir artık-bilgi (redondance) sistemsi doğurtmaz).<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">İkinci ayrım: gösteren sistemi, gösterilenlerin sunumları ve
ilettikleri nesnelerle kesilir. Dilbilimcilere göre gösteren-gösterilen
ilişkisi nedensizdir, gerekçesizdir. Ama yine de kendileriyle gösterdikleri
sunumları arasında benzerlik ya da denk düşme (bakışım) ilişkisini işleten
gösterge tipleri vardır. Bunlara ikonik göstergeler denmektedir. Örneğin
tarafik işaretleri dilbilimsel bir mekanizmanın işlemesini içermezler.
Dilbilimciler ve göstergebilimciler ikon, diyagram ya da söz öncesi bedensel,
davranışsal vb. her türlü ifade aracının gösteren dile bağlı olduğunu ve
bunların yalnızca iletişimin eksik araçlarını oluşturdukları kanısına
varmışlardır. Bence burada, çocuklar, deliler, ilkeller ya da simgesel semiyotik
adı altında düzenlediğim semiyotik bir bölümde, katmanda kendini ifade eden herhangi
bir kimse söz konusu olduğunda büyük açmazlar sunan entelektüalist bir önyargı
var işin içinde.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Simgesel semiyotikler örneğin dans, mimik, ruhsal sıkıntının
bedenselleştirilmesi, sinirsel bunalım, gözyaşı boşanması vb. gibi dolaysız
doğrudan bir küp üzerinde ortaya çıkan, anında anlaşılabilir her türlü ifade
araçlarıdır. Hangi ulustan olursa olsun ağlayan bir çocuk, bir rahatsızlığı
olduğunu anlatır. Sözlüğe gereksinimi yoktur. Bu simgesel semiyotikler dile
başvurulmaksızın ayrıştırılmadığı, anlaşılmadığı, çevrilemediği gerekçesiyle
dilsel göstergebilime bağlanmaya çalışıldı. Ama bunu kanıtlayan bir şey yok
ortada. Amerika’dan Avrupa’ya gitmek için uçağa binilmesinin nedeni, bu iki
kıtanın hava yoluyla birbirlerine bağlı olmaları değildir. Çeşitli halk
toplulukları gösteren semiyotikler dışında, özellikle yazı dışında varoldular
ve bazıları varolmayı sürdürüyorlar. Bunların ifade sistemleri (bu sistemde
söz, törensel, davranışsal, müziksel vb ifade biçimleriyle doğrudan etkileşime
girer) o kadar da yoksul değildir. Hatta bazı budunlar yaşam biçimlerini ve
geleneksel arzu biçimlerini bozacaklarını duyumsadıklarından yazılı dillerin
sokuşturulmasına, bazı teknolojinin alınmasına uzun süre direnmişlerdir.
Çocuklar, zihinsel sayrılar, gösteren semiyotiklere başvurmadan yüreklerine
dokunanı, sık sık (davranış olarak) açığa çıkarırlar. Uzman, zihinsel şeyin
teknokratı, okuldaki yönetim ya da sağaltımsal gücün temsilcisi bu tür ifade
etme biçimlerini anlamaya yanaşmaz. Böylece psikanaliz, kendisine ilişki kurmada
yardımcı olan, evrensel sunumlar (çam, bir erkek üretim organıdır, simgesel bir
düzendir vb.) dizisinde her ne olursa olsun, yardımcı olan her yorum sistemini
işler. Uzmanlar, çocukların, delilerin vb.’nin arzu ekonomilerini, iyi kötü
korumaya çalıştıkları bu simgesel semiyotikleri, bir tür çevrilebilir sistemleri
benimseterek denetime alırlar. Egemen iktidarların gösteren göstergebilimi
onları o kadar gevşek bırakmaz. Onları sürekli canlarından bezdirir: “aslında
söylemek istediğim budur, sen bana inanmıyorsun, belki de ben kendimi
anlatamıyorum. Öyleyse ben yorumumu
senin tüm simgesel ifadelerinin genel çevrilebilirliği ilkesini sana
benimsetinceye kadar yeniden yeniden gözden geçireceğim”. Psikanalist için, her
türlü arzu ifadesinin aynı yorumsal dil boyunduruğundan geçtiği sonucuna varmak
en önemli iktidar sorunu olmuştur. Bu, onun için, tüm sapan bireyleri, egemen iktidarın
yasalarına sığdırma aracıdır. Psikanalistin uzmanlığı budur işte.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b><span style="font-family: inherit;">İktidarların Oluşturduğu
Biçimlendirmeler, Anlamlandırmaları Yönlendirir<o:p></o:p></span></b></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Şimdi anlamlandırma-iktidar ilişkisine geldik. Her türlü iktidar
katmanlaşması, anlamlandırma üretir ve bunları benimsetir. Bazı dilbilgisi
yitimi vakalarında (agramatizm)<a href="file:///C:/Users/O%C4%9Fuz%20Karayemi%C5%9F/Desktop/anlamveiktidar2.docx#_ftn1" name="_ftnref1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Symbol; mso-ascii-font-family: "Times New Roman"; mso-char-type: symbol; mso-hansi-font-family: "Times New Roman"; mso-symbol-font-family: Symbol;">*</span></span></a>
bu egemen anlamlandırma dünyasından kaçılabilir; örneğin elektroşoktan uyanan
biri nerede olduğunu sorar, sonra bunu anlamlandırma platformlarıyla aşar.
Adını bulur, dünyanın normal ya da normalleştirilmiş değişik koordinatlarını
ilerlemeli olarak yerine koyar.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Alkol ya da uyuşturucu kullanımı bu egemen anlamlandırma eşiğini
tersten geçme denemesidir. Ama hangi eşiktir bu? Artık-bilgi, kodlama,
her türlü gösterge dizgileri arasındaki bu kavşak hangisidir? Sabahleyin
kalktığımızda neyi geçiriyoruz sırtımıza: kimlik mi, cinsellik mi, meslek mi,
ulusallık mı ya da başka bir şey, hangisi? Bu eşik; hareketler, gürültüler,
bedenler dünyası gibi simgesel ifadelerin eksik bileşenlerinin yeniden odaklanmasının, kısaca arzu
ekonomisinde, kendi adına çalışmakla tehdit eden ne varsa onun sonucudur. “Haydi
topla kendini, sen buradasın, şu evlilik ilişkisi içindesin, şu çalışma
konumundasın, eylemlerinden sorumlusun, üstüne üstelik her türlü iktidardan
yararlanıyorsun, örneğin çevreni bunaltmak, kendini bunaltmak...”
Anlamlandırma, her zaman, sistem tarafından istenen yanıtları, yorumları,
davranışları otomatikleştiren, gösteren-dışı olan, kendi başına anlamı olmayan
bir ifadeler mekanizmasıyla (davranış kuralları, çevrilebilirlik sistemleri ve
değer sistemlerinin bir toplumsal alanla) kesin yapılara indirgenişi
(formalisation) arasındaki rastlaşımdır.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Martinet’nin getirdiği ikili eklemleme, içerik ve ifade
düzeyinde biçimselliğin temel aykırılığını maskelemektedir. (Martinet’nin
ikinci eklemleme dediği) ifade düzeyinde, sesbirimler, ayırıcı karşıtlık sistemleri
ya da Hjelmslevin “figüre”leri, aşırı derecede etkili bir mekanizma (benim diyagramatik
olarak nitelediğim mekanizma), dilin yaratıcı işlemlerini eklemler ve bir
yandan da özel bir sözdizim içine tutsak eder. Birinci eklemleme denilen
düzeyde de anlambirim (monéme), Tümce, metne bağlı anlamsal ve edimsel yorumlar
düzeyi iktidarın her türlü biçimlendirme bağını, bunların odaklaştırılmasını ve
bunların belli bir anlamlandırma, belli bir eşdeğerlilikler tipini düzenleyen
eşdeğerlikli düzenlenişi gerçekleştirir. Dilsel mekanizma burada iktidarın bu
biçimlendirmelerini “yapısallaştırmak”, sistemleştirmek için vardır. Bu
mekanizma, temelinde yasanın, ahlakın, sermayenin, dinin vb’nin aracıdır.
Çıkışta sözcük ve tümceler anlamlarını yalnızca özel bir sözdizim, yerel
iktidarın bu biçimlendirmelerinden her biri üzerine yerleşmiş bir söylem
biçiminde bulurlar. Dil ve lehçeler üzerinde daha genel bir dilin egemenliği,
ekonomik ve toplumsal iktidar biçimlendirmelerinin yerleştirilmesine desteklik
eder. Ve, kesin yapılara indirgenen biçiminin kesinleşmesi- gösteren-dışı
(a-signifiante) mekanizma olarak dil mekanizmasınınki ve gösterilenli (anlamlı)
içerik üreticileri olarak iktidar biçimlendirilmelerininki –aracılığıyla
“duyurulur” bir dünya, yani egemen koordinatlı aynı yapılı bir anlamlandırma
alanı, elde ettiğimiz gösterenli bir dilden hareketle gerçekleşir.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Yapısalcılar, özellikle Amerikalı yapısalcılar
anlamlandırmaların oluşumunun toplumsal kaynağını karanlıkta bırakırlar.
Bunları derin semiyotik yapılardan giderek ürettiklerini ileri sürerler. Bu
yazarlarla anlamın nereden geldiğini bilmemiz olanaksızdır: Karşımıza hep bir
“ne bileyim nereden” çıkmaktadır. Böyle olunca şunu yineleyeyim: Anlam,
kesinlikle, olduğu gibi dilden, derin simgesel yapılardan ya da bir bilinçdışı
matematiğinden gelmez. Anlam istendiğinde iyice ayrıştırılabilir, somut
toplumsal gücün biçimlendirmeleriyle ortaya çıkar. Eğer bir kaç dakika aradan
sonra, şu salona, bir kadın giysisi olarak geri gelişimin, kendimi translar grubuna
soktuğunu ileri sürmedikçe hiç bir anlamı olmayacaktır. Eğer burada hepimiz transsak,
zaten sorun olmayacaktır. Ama eğer bir papazlar seminerindeysek bunun apayrı
bir anlamı olacaktır. Bir ruhsal sağaltım evindeyse daha başka yorumlanacaktır:
“Bak bugün yine iyi değil, kadın elbisesi giymiş”. Yaptığım edimin anlamı benim
bir papaz, bir yargıç, bir deli ya da bir trans olarak görünüşüme göre
değişecektir. Anlamlandırmanın gelişi her zaman gücün devreye girişiyle
birliktedir. Bunlar birbirinden ayrılmaz. Birine tepsi üstünde dışkısını
getirmek normal insanlar için katlanılamaz bir saçmalık olarak duyumsanabilir.
Ama bir sağaltıcı için bu, iyi bir gösterge, bir armağan işareti, önemli bir
ileti olabilir. Oysa ne yazık ki, psikanalist bunu kendi yorum sistemi üzerine
oturtma eğilimindedir: Bana aktarımını göstermek istiyor, ben onun annesiyim,
geriye dönüyor vb diyecektir. <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="line-height: 150%; mso-bidi-font-family: "Times New Roman"; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Çağdaş sanayi
toplumlarında (ister kapitalist olsun, ister bürokratik sosyalist) tüm simgesel
semiyotikler, çalışmanın ortaklaşa gücünün biçimlendirilmesinde
odaklaştırılmıştır. Bu biçimlendirme çocukluktan başlar: çok erken yaşta
çocuğun özel mantığına karşı, onun özel semiyotikleştirme biçimlerine karşı bir
savaş verilir. Çevrilebilecek, yorumlanabilecek hiçbir şey yoktur. Bir çocuk
“anne, seni öldürmek istiyorum” dediğinde, annesine taptığı açıkça ortada
olmasına karşın, onun arzulayan ekonomisinin bu biçimde çalışması kabul
edilemez ve onun, sözündeki iki anlamlılığı görmesi, kendini ifade edebilmesi,
düşünebilmesi istenir. Gene de bilinçdışının simgesel semiyotikleri düzeyinde,
burada bir çelişki yoktur. Bir arzu konusunda, “bunun anlamı ne?” sorusunun her
soruluşunda, yanılmayalım, bir iktidar biçimlenmesi, yorum ve düşünülmesini
istemek olarak devrededir. Çocuk, kendi ifade etme gücü, kendi yetişkin olma
arzusuyla çelişen koşma, resim yapma arzusu, kendi heyacanlılığından başlayarak
çelişkin iktidar sistemleri içinde çalkalanır hep. Bütün bunlara aile iktidarı üzerinde
ağırlığını duyuran dolaylı olarak da ona yansıyan baskılar da eklenir. Çocuk bu
aykırı iktidarlar şebekesi içinde kendi arzusuyla ilgili semiyotik
bileşenlerini geliştirmek, onların denetim altına almak, onları egemen semiyotikler
odağına uydurmak, kısaca onları hadım etmek için başının çaresine bakmak
zorundadır. Bazen bütünü çatırdar. İşte o zaman bozgun, sıkıntı, nevroz, “uzmanlar”a
başvuru başlar.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="line-height: 150%; mso-bidi-font-family: "Times New Roman"; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Anlamlandırma,
belirli bir tip anlamsız mekanizmalar ile kurallar, yasalar, artık-bilgiler,
koşullanmalar yayan iktidar katmanları arasındaki ittifaktan ileri gelir hep.
Anlamlandırma bu ittifaktan, çeşitli biçimlendirme sistemleri arasındaki gidiş
gelişten başka bir şey değildir. Anlamsız ifade malzemelerini gösterilen
içeriğin özüne bağlayan budur. Bu genel bir biçimlendirme mekanizmasının
varlığıdır. Gösteren mekanizma böyledir. Ama bu, içeriğin ve ifadenin, bu ortak
biçimlendirilişi onları (anlamsız ifade maddelerini) aynı doğa ve gösterilen
kaynaktan görme durumundaki ortak semiyotik bir tözde birleştirildiği için
değildir. Dilbilimcilerin gösteren ve gösterilen dedikleri şeyler arasında
belirttikleri (gösterilenin bağlanma işlemindeki) rastlantısallıktır (
keyfiliktir) : “egemen kodlama sistemlerini benimse, her şey bunlar için
öngörülmüştür, yoksa baskı sistemlerini uyandırırsın”.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Diyagramatik (Eğrisel) Semiyotikler<o:p></o:p></b></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="line-height: 150%; mso-bidi-font-family: "Times New Roman"; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Üçüncü ayrım
gösteren semiyotikleri, gösteren-dışı semiyotiklerden ayırır. Charles Sanders Pierce’ten
sonra göstergebilimcilerin, imge sistemiyle (ikonlar) diyagram sistemini, bir
eğrinin şeylerin basitleştirilmiş bir imgesinden başka bir şey olmadığını kabul
ederek, aynı başlık altına koymayı uygun bulmuşlardır. Ama imge hem eğriselden
daha fazlasını hem de daha azını sunar. İmge, bir eğriselin sunumunda sahip
olduğundan daha çok görünüm üretir. Oysa eğrisel, bir sistemin işlevsel eklemlenişlerini,
imgeden çok daha kesinlik ve etkililikle bir araya getirir. Böyle olunca bu iki
alanın ayrılması (bilimler, müzik, iktisat vb. alanlarda çok önemli bir kategori
olan gösteren-dışı semiyotikler grubu) yapmak gerektiğini düşünüyorum.
Gösteren-dışı semiyotikler, anlamlı artı-bilgiler değiller de mekanik artı-bilgiler
üretirler (bazı dilbilimciler ilişkisel anlamlandırmalardan söz ederek bu alanı
anımsatmışlardır). Charles Sanders Pierce çizgisel sunumların diyagramına örnek
olarak ısı eğrisini ya da daha karmaşık bir düzeyde cebirsel eşitlik sistemlerini
öneriyor. Göstergeler, gönderme yaptıkları nesnelerin yerine iş görür ve bu,
her şeyiyle tam anlamıyla var olabilen anlamlandırma etkilerinden bağımsızdır.
Burada sanki diyagramatik gösterge mekanizmaları tüm kendi devinimsizliklerini
giderme ülküsüne sahipmiş ve simgesel sistemlerde ya da gösteren sistemlerinde
üreyebilen her türlü çok anlamlılığı yadsıyorlarmış gibi bir durum söz
konusudur. Gösterge saflaştırılıyor. Artık otuz altı olası yorum yok, onun
yerine yan anlam ve iyice açık ve kesin bir söz dizim vardır. Örneğin fizikte
kendimiz için atom ve parçacıkları sunumu yapabiliriz ama bu sunum bilimsel
göstergeleştirmede dikkate alınmaz. Başka bir örnek, müziği her zaman (açıklayabilir)
yorumlayabilir ya da imgeleştirebiliriz, ama herkes için belli çevrilebilir bir
anlam çıkaramayız. Müzik, olduğu biçimiyle, kendisi de gösteren- dışı bir
mekanizma kullanmaktadır. Hatta egemen anlamlandırmalardan kaçmayı sağladığı
ölçüde öznenin sesler dünyasına geçişi konusunda diyagramatik bir etkisi
vardır.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="line-height: 150%; mso-bidi-font-family: "Times New Roman"; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Gösteren-dışı semiyotikler,
zaten simgesel ya da gösteren bir etkiye sahip olan gösterge sistemlerini
devreye sokabilir. Ama bunların işleyişlerinde, bu simgecilik ya da bu
anlamlandırmayla bir ilintileri kalmaz. Tersine gösteren semiyotikler gibi
simgesel semiyotikler de etkililiklerini belirli bir gösteren-dışı gösterge
mekanizmalarının beden, uzam, toplumsal iktidar, egemenlik sınırlarından,
salgıladıkları anlamlandırma bütününden kaçmaya eğilimli olduklarını göstermek
uygun olur. Bu, öbürlerinden daha çok bu sınırların dışında kalmaya önem verir.
Örneğin bir çocuk bir yerinin ağrıdığından yakınarak uyanır. Annesi okula
gitmek istemediğine karar vermeye başlar. Sonra hat değiştirerek (başka bir
yorum kanalına geçerek) doktor çağırmayı kararlaştırır. Gerçekten de, “çocuğunuz
okula gitmemeli” deme gücüne yalnızca o doktor sahiptir. Beden düzeyindeki
simgesel bir semiyotikten aile iktidarı basamağındaki gösteren bir semiyotiğe,
sonra da müthiş bir toplumsal ve teknik etkililiği olan iktidar mekanizmasının
devreye girdiği başka bir şeye geçilmiştir. Bu geçişlerden her birinde
gösteren-dışı gösterge mekanizmalarına daha büyük bir ganimet sunan bir başkası
için egemenlik sınırı terkedilmiştir. Diyagramatik bir mekanizma, doktorun
kabul gören bilimi ve imgesel halesi, kısmen aile iktidarını reddeden okul
iktidarının eğrisel mekanizmasını savar, bu mekanizmanın önüne geçer.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="line-height: 150%; mso-bidi-font-family: "Times New Roman"; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Kapitalist
dünyanın örgüsü de parasal göstergeler, ekonomik göstergeler, prestij
göstergeleri vb.’den oluşan şu egemenlik sınırlarını bozan göstergeler
bolluğundan oluşur. Anlamlandırmalar, toplumsal değerler
(yorumlayabildiklerimiz) iktidar oluşumları düzeyinde ortaya çıkar, ama asıl
olarak kapitalist, gösteren-dışı mekanizmalara dayanır. Örneğin borsanın
gösteren-dışı semiyotikler mekanizmasını ele geçirmeye, sistemin gösteren-dışı
çarklarını istediği gibi döndürmeye çalışır. Kapitalizm her birimize bir rol
verir: doktor, çocuk, öğretmen, erkek, kadın, ibne. Herkes, kendisi için
düzenlenmiş anlam sistemiyle uyuma bırakılır. Ama gerçek iktidarlar düzeyinde,
sorun kesinlikle bu rol biçimi değildir. İktidar, müdür ya da bakan düzeyinde
kalmaz (yerleşmez), ama baskı öbekleri arasında kuvvet ilişkileriyle, parasal
ilişkilerle kendini gösterir. Gösteren-dışı mekanizmalar özneleri, kişileri,
rolleri hatta sınırlı nesneleri bile tanımazlar. Onlara bir çeşit tam iktidar
veren de budur açıkçası. Anlamlandırma sistemlerinin içinden geçerler. Bu sistemler
içinde tanırlar birbirlerini ve bireyselleşmiş öznelere yabancılaşırlar.
Kapitalizmin nerede başlayıp nerede bittiği bilinmez.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Şizofrenin Diyagramatik Sorunları<o:p></o:p></b></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<br />
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="line-height: 150%; mso-bidi-font-family: "Times New Roman"; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Her an, iktidar
biçimlendiricileriyle çevriliyiz. Toplumlarımızda fazla el kol oynatmamalıyız,
yerimizde kalmalıyız, doğru yere imza atmalıyız, bize yapılan işaretleri
bilmeliyiz, parolaları işitmeliyiz, yoksa kendimizi tutuk evinde ya da akıl
hastanesinde buluruz. Şizofren, bedeni içerisinde felçli biri, bir vasinin
korumasına bırakılacak bir varlık görmekten çok, içinde çırpındığı toplumsal
alanda durumunun nasıl işle(til)diğini, bize yönelttiği eğrisel, enlemesine
sorulardaki önemli noktaları (yorumlamaya değil de) göstermeye çalışacağız. Söz
konusu, şizofrenlere öykünmek, katatonikleri (zihinsel şaşkınlık içinde
harekete başlama yetisini yitirmiş olan) oynamak değil, bir delinin, bir
çocuğun, bir eşcinselin, bir fahişenin vb.’nin, biz “ normal” lerin dokunmaktan
sakındığımız toplumsal alan içerisindeki arzu bileşenlerinde neyi yerinden
oynattıklarını aydınlatmaktır. Delinin, çocuğun ya da herhangi birinin bedeni
üzerinde simgesel ( anlam öncesi) ya da anlam sonrası dramlar oynanmaktadır.
Bu, bizi hangi noktadan ilgilendirir? Bizim görevimiz özneyi dünyaya uyumlu
hale getirmek, sapmayı iyileştirmek midir? Bir şizofreni iyileştirmek ne demek?
Belki onu iyileştirmekten çok bize soru yöneltsin, açıklama istesin diye
oradayız. Biz dediğimde amaçladığım yalnızca bireysel olarak değil de (ve yine
de bir şizofrenle konuşunca insanın düşüncesi değişiyor, artık her şeyi aynı
görüyor, bu çok iyi bir sağaltım) toplumsal alandaki bir bizdir aynı zamanda.
Şizofren, çılgınlıklarımızın, bireysel nevrozlarımızın taştığı, anlamlandırma
üretimlerinin, gösterge ilişkilerinin yer aldığı bir dünyada çırpınıp
durmaktır.<o:p></o:p></span></div>
</div>
<span style="font-family: inherit;"><br /></span>
<br />
<div>
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<!--[if !supportFootnotes]-->
<br />
<hr size="1" style="text-align: left;" width="33%" />
<!--[endif]-->
<br />
<div id="ftn1">
<div class="MsoFootnoteText" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><a href="file:///C:/Users/O%C4%9Fuz%20Karayemi%C5%9F/Desktop/anlamveiktidar2.docx#_ftnref1" name="_ftn1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: Symbol; mso-ascii-font-family: "Times New Roman"; mso-char-type: symbol; mso-hansi-font-family: "Times New Roman"; mso-symbol-font-family: Symbol;">*</span></span></a> Agramatizm:
Anlaşılmazlık derecesinde gramerden yoksun olan bir tür afazi. Konuşma
neredeyse tamamen somut isimlerden ve özel fiillerden oluşan kısa, duraksamalı
ifadelerden ibarettir. (Düzeltmenin notu).</span><o:p></o:p></div>
</div>
</div>
Oğuz Karayemişhttp://www.blogger.com/profile/10640841576106590503noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-25961584283681231272014-06-08T10:11:00.000-07:002014-11-02T14:29:08.928-08:00"Yeryüzünün Lanetlileri"ne Önsöz - Jean Paul Sartre<table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: right; margin-left: 1em; text-align: right;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhMb4P1BaiUojlY6Afk_SZkavcclLJFV2U0G3e6p2vCh9neBM-HOqzmSw9cdGM01C_hwp05a7rtoU-5pKId9J-wYze3y_26yy2PZmPr5vgVYFRCmgtifTwhbPUnUzQwJkt9QE6zcg5eJc0/s1600/indir.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhMb4P1BaiUojlY6Afk_SZkavcclLJFV2U0G3e6p2vCh9neBM-HOqzmSw9cdGM01C_hwp05a7rtoU-5pKId9J-wYze3y_26yy2PZmPr5vgVYFRCmgtifTwhbPUnUzQwJkt9QE6zcg5eJc0/s1600/indir.jpg" height="200" width="140" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><a href="http://tr.wikipedia.org/wiki/Frantz_Fanon" target="_blank">Frantz Fanon</a></td></tr>
</tbody></table>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Çok uzun olmayan bir zaman önce yeryüzünde iki milyar insan
vardı, bunların beş yüz milyonu insandı, bir milyar beş yüz bini de yerliydi.
Sözü birinciler söylüyor, ötekiler de öğrenince taklit ediyorlardı. Bu iki
kesim arasında küçük devletlerin kralları feodaller, baştan aşağı uyduruk bir
burjuvazi aracılık işlevi görüyordu. Sömürgelerdeki gerçek çıplaktı: “Metropol”ler
onun giysili olmasını istiyorlardı, yerlinin onları sevmiş olması gerekiyordu.
Onlar bir tür anneleriymişçesine Avrupalı elit bir yerli elit oluşturmaya
girişti, ergenlik çağındaki gençler seçiliyordu, bunların alınlarına kızgın
demir ile Batı kültürünün ilkelerinin damgası basılıyordu, ağızlarına ses
çıkartmayı engellemeyen tıkaçlar, dişlere yapışan ve dili hamur çiğnemiş gibi
yapışkan kılan büyük sözcükler tıkılıyordu.</div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Bu, sona erdi. Ağızlar kendi başlarına açıldılar, sarı ve
siyah sesler yine insancıllıktan söz ediyorlardı fakat artık konu bizim
insancıl olmayışımızdı. Biz bu sevimli sert eleştirileri hoşnutsuzluk duymadan
dinliyorduk. Bu önce, bizde gururlu bir hayranlık doğurdu. "Nasıl, görüyor
musunuz! Kendi başlarına konuşuyorlar! Bakın onları nasıl adam ettik!
İdeallerimizi kabul edecek olduklarından kuşkumuz yoktu, değil mi ki bizi o
ideallere sadık olmamakla suçluyorlardı”; bir kezlik, Avrupa kendi misyonuna
inandı. Asyalıları Helenleştirmişti, şu yeni, türü Greko-Latin Zencileri
yaratmıştı. Tamamen kendi aramızda hemen ekliyorduk, bırakalım ötsünler, bu
onları rahatlatır. Havlayan köpek ısırmaz.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Başka bir kuşak geldi, sorunun konumunu değiştirdi. Bu yeni
kuşağın yazarları, ozanları, inanılmaz bir sebat ile bizim değerlerimizin
onların yaşamlarının gerçekleriyle bağdaşmadığını, bu değerleri ne tümüyle
dışlayabildiklerini ne de tümüyle özümseyebildiklerini bize anlatmaya
çalıştılar. Kısacası, şunu söylemek istiyorlardı: Bizi aykırı yaratıklar haline
getiriyorsunuz, insancıllığınız bizim evrensel olduğumuzu ileri sürüyor, ırkçı
uygulamalarınız ise bizi parçalıyor. Onları rahat bir halde dinliyorduk:
Sömürge yöneticileri Hegel okumak için para almıyorlardı, ki zaten onu çok az
okuyorlardı, ancak onların bedbaht bilinçlerin çelişkilerinin sıkıntısı içinde
bulunduklarını bilmek için de bu filozofa gereksinimleri yoktu. “Ellerinden
gelen hiçbir şey yok. Dolayısıyla felaketlerini sürdürelim, bir şey yapamazlar.
Uzmanlar, onların sızlanmalarında bir hak talebi söz konusuysa bu entegrasyon
talebi olacaktır.” diyorlardı bize. Kuşkusuz onlara bu hak verilemezdi; aksi
takdirde bilindiği gibi sömürüye dayalı olan sistem yıkılırdı. Ancak onların
gözlerinin önünde şu havucu tutmak yeterliydi: Onlar dörtnala koşacaklardı.
İsyana gelince, bu konuda hiçbir endişemiz yoktu. Hangi aklı başında yerli
kalkar da Avrupa’nın üvey oğullarını yalnızca onlar gibi Avrupalı olmak için
katlederdi? Kısacası bu melankolileri cesaretlendiriyorduk ve Goncourt ödülünü
bir kezlik olarak bir Zenciye vermekte bir mahzur görmedik. Bu 1930’lar
öncesinde oldu.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br />
Yıl 1961. Dinleyiniz: “Kısır teranelerle ya da iç
bulandırıcı taklitlerle zaman yitirmeyelim. İnsandan söz etmeyi sürdürmekle
birlikte, rastladığı her yerde, dünyanın her tarafında, kendi sokaklarının her
köşesinde insanı katleden bu Avrupa’yı terkedelim. İşte, yüzyıllardır, bir sözde
“tinsel serüven” adına, insanlığın hemen hemen tümünü zapt ediyor.” Bu yeni bir
ton. Bu yeni tona cüret edebilmiş olan kim? Bir Afrikalı, Üçüncü Dünya insanı,
eski sömürge. Ekliyor: “Avrupa böylesine çılgın, dengesiz bir hızla çok derin
uçurumlara doğru gidiyor, ondan uzaklaşmakta yarar var.” Başka bir deyişle;
Avrupa kötü. Bu hoş olmayan bir gerçek fakat hepimiz bunun böyle olduğuna
sapına kadar inanıyoruz değil mi kıtadaşlarım?<br />
<br /></div>
<table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; margin-right: 1em; text-align: left;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhFV3a2w-5vUs72wjsua0LydRzKT9dRVMAQwo3JPNPvpKkD29iCOBTN2DYSvitA6az45GYcDP8ktNDAcImjL_X9_38ytnaWCYkCAxnJ1k5Ge0Nr1k7XNf2LoCtJTgP7jk0cv7NUiQv46dw/s1600/7d177b9643c10e1ae64ae60d72377e19.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhFV3a2w-5vUs72wjsua0LydRzKT9dRVMAQwo3JPNPvpKkD29iCOBTN2DYSvitA6az45GYcDP8ktNDAcImjL_X9_38ytnaWCYkCAxnJ1k5Ge0Nr1k7XNf2LoCtJTgP7jk0cv7NUiQv46dw/s1600/7d177b9643c10e1ae64ae60d72377e19.jpg" height="200" width="135" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><a href="http://www.pandora.com.tr/urun/yeryuzunun-lanetlileri/156276" target="_blank">Yeryüzünün Lanetlileri</a></td></tr>
</tbody></table>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Ancak, bir hususu belirtmek gerekir. Bir Fransız, örneğin,
diğer Fransızlara “işimiz bitik!” dediğinde -ki, 1930’lardan bu yana, hemen her
gün bu söz söylenmektedir- bu öfke ve aşk ile yanıp tutuşmuş birinin sözüdür,
söyleyen kendini tüm diğer yurttaşlarıyla bir tutmaktadır. Ve sonra genel
olarak şunu ekler: “Ne var ki…” Ne olduğu malumdur: Artık hiçbir hataya
tahammül yoktur, şayet öğütlerine harfi harfine uyulmazsa, işte o zaman ülke mahvolur.
Kısacası, bu, arkasından bir öğüdün geldiği, bir tehdittir ve bu sözler diğer
yurttaşların bu sözlere katılımı ölçüsünde daha az şoke edicidir. Fanon ise,
tersine, Avrupa’nın kendi mahvına doğru koştuğunu söylerken, bir alarm çığlığı
atıyor olmaktan çok uzaktır, o bir teşhis koymaktadır. Bu doktor ne Avrupa’yı
iflahı olmayan bir biçimde mahkum ettiğini -ki, mucizeler her zaman olmuştur-
söylemektedir, ne de ona tedavi reçeteleri sunmaktadır: Onun can çekişmekte
olduğunu belirlemektedir. Dışarıdan belirleyebildiği arazlara dayanarak onu
tedavi etmeye gelince, hayır, o bu işte yoktur. Onun kafasında başka kaygılar
vardır; Avrupa ölmüş kalmış onun umurunda değildir, Dolayısıyla, kitabı skandal
niteliğindedir. Ve şayet, hafife alarak ve hoşnutsuzlukla bu kitap “Bize ne
getiriyor!” diye mırıldanırsanız skandalın gerçek doğasını gözünüzden
kaçırırsınız. Zira gerçekten Fanon size hiçbir şey getirmediğinden, kitabı
-başkaları için çok yakıcı olmasına karşın- sizin için buz gibi soğuk kalır ve
dolayısıyla kitapla yeterince ilgilenmeyebilirsiniz. Kitapta sık sık sizden söz
edilir, fakat hiçbir zaman size hitap edilmez. Siyah Goncourtlar ve sarı Nobeller
sona ermiştir: Sömürgelere artık ödül verilmeyecek. Fransız dilini konuşan bir
eski yerli bu dili yeni gereksinimlere uygun olarak “eğip bükmekte”,
kullanmakta ve yalnızca sömürgelere seslenmektedir: “Tüm az gelişmiş ülkelerin
yerlileri birleşiniz!” Ne düşüş: Babaları için tek konuşmacılar bizlerdik,
oğullar ise bizi artık muhatap olarak bile almıyorlar, bizler yalnızca söylem
konularıyız. Kuşkusuz Fanon söz arasında bizim ünlü suçlarımıza, Setif’e, Hanoi’ye,
Madagaskar’a değiniyor, fakat onları mahkum etmeye çalışmıyor: Onları
kullanıyor. Sömürgeciliğin taktiklerini, sömürgecileri anavatanlarıyla
birleştiren ve ayıran ilişkilerin karmaşık oyununu, ortaya koyması kardeşleri
içindir; amacı onlara bizim oyunlarımızı bozmayı öğretmektir.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Kısacası, Üçüncü Dünya bu ses ile kendini keşfediyor ve
kendisine sesleniyor. Üçüncü Dünya’nın farklılıklarla dolu olduğu, orada hâlâ
köle durumundaki halkların, sahte bir bağımsızlık elde etmiş olan halkların,
hükümranlık elde etmek için çarpışmakta olan halkların, nihayet tam özgürlüğü
elde etmiş fakat emperyalist bir saldırganlığın sürekli tehdidi altında olan
halkların bulunduğu biliniyor. Bu farklılıkları sömürgeciliğin tarihsel süreci
oluşturmuştur, yani baskıların sonucudurlar. Metropol, kimi yerlerde birkaç feodali
satın almakla yetinmiştir; kimi yerlerde yönet burjuvazisi yaratmıştır, kimi
yerleri de, bir taşla iki kuş vurarak, hem sömürü hem de kendi yurttaşları için
yerleşim alanları haline getirmiştir. Böylece, Avrupa bölünmeleri, zıtlıkları
artırmış, sınıflar ve hatta kimi kez ırkçılıklar yaratmıştır, sömürge
toplumların katmanlaşmasını ve bu katmanlaşmanın artmasını sağlamaya
çalışmıştır. Fanon hiçbir şeyi gizlemiyor: Eski sömürge bize karşı mücadele
etmek için kendi kendisiyle mücadele etmek zorundadır. Ya da, daha çok, ikisi
aynı şeydir. Savaşın sıcaklığı tüm iç engelleri eritir; işadamlarından ve
kompradorlardan oluşan güçsüz burjuvazi, her zaman imtiyazlı bir konumda olan
kent proletaryası, bidon-kentlerin lümpen proletaryası, bunların tümü ulusal ve
devrimci ordunun yedek gücü olan kırsal kitlenin tutumu doğrultusunda tavır
alırlar. Zira sömürgeciliğin gelişmesini kasten durdurduğu bu ülkelerde
köylülük ayaklandığı zaman çabucak radikal sınıf haline gelir. Zira baskıyı en
yoğun biçimde yaşar ve kentlerdeki işçilerden çok daha fazla eziyet çeker.
Açlıktan ölmemesi için, en azından var olan tüm yapıların tamamen yıkılması
gerekir. Zafere ulaşıldığında ulusal devrim sosyalist olacaktır; ayaklanması
durdurulduğunda ve iktidara yerli burjuvazi geçtiğinde, yeni devlet, biçimsel
egemenliği olsa da emperyalistlerin elinde kalmış olacaktır. Katanga örneği
bunu yeterince açıklar. Üçüncü Dünya’nın birliği henüz sağlanamamıştır.
Bağımsızlığın öncesinde olduğu kadar sonrasında da, tüm sömürge halkların, her
ülkede, köylü sınıfının kumandası altında birleşmesini sağlamaktan geçen bir
girişim söz konusudur. Fanon’un Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki kardeşlerine
açıkladığı şey şudur: Ya devrimci sosyalizmi her yerde ve hep birlikte
gerçekleştireceğiz ya da eski tiranlarımız tarafından tek tek mağlup
edileceğiz. Fanon hiçbir şeyi saklamıyor, ne zayıflıkları, ne anlaşmazlıkları,
ne de gizemlileştirmeleri. Şurada hareket kötü bir başlangıç yapmış, burada,
başlangıçtaki çarpıcı başarılarının ardından hız yitimine uğramış, başka
yerlerde duraklamış ve yeniden başlaması isteniliyorsa burjuvazilerini
başlarından atmaları gerekiyor. Okuyucuyu en tehlikeli yabancılaşmalara-lider
(örneği) kişilik kültüne, Batı kültürüne ye aynı şekilde geçmişteki Afrika
kültürüne dönüşe karşı sertçe uyarıyor. Zira gerçek kültür devrim kültürüdür,
yani devrim sırasında sıcağı sıcağına gelişen kültürdür. Fanon yüksek sesle
konuşuyor, biz Avrupalılar onu duyabiliyoruz: Elinizde tuttuğunuz bu kitap
bunun kanıtıdır. Peki, Fanon sömürgeci güçlerin onun içtenliğinden
yararlanabileceklerinden korkmuyor mu?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Hayır, Fanon hiçbir şeyden korkmuyor. Zaten bizim
yöntemlerimiz çürümüş, bazen kurtuluşu geciktirebilirler, fakat önleyemezler ve
yöntemlerimizi değiştirebileceğimizi de düşünmeyelim, yeni-sömürgecilik
(neo-colonialisme), Metropollerin bu tembel düşü, artık boştur. “Üçüncü Güçler”
yoktur ya da varsalar bile bunlar zaten sömürgeciliğin iktidara geçirmiş olduğu
bidon-kent burjuvazileridir. Yalanlarımızı birbiri ardından açığa çıkarmış olan
bu iyice uyanmış dünyada bizim Makyavelizm’imizin artık yapabileceği pek bir
şey yok. Sömürgelerdeki adamlarımızın bir tek çareleri vardır: Güçleri
kalmışsa, şiddet kullanmak; yerlinin de yapacağı bir tek seçim var: Ya kölelik
ya da hükümranlık. Bu kitabı okuyup okumamanız Fanon’a ne yazar. O bu kitabı
eski hilelerimizi kardeşlerinin gözlerinin önüne sermek için yazmıştır, yapacak
başka hilelerimizin kalmadığından da emindir. Kardeşlerine diyor ki: “Avrupa
pençelerini kıtalarımıza geçirdi, bu pençelere onları çekene kadar vurmalıyız;
çağımızın bizim yararımıza olan bir yönü şu ki: Bizerta’da, Elizabethville’de,
ya da Cezayir Bledin’de olan biten her şeyden tüm yeryüzünün haberi oluyor.
Bloklar karşıt tarafları tutuyorlar ve birbirlerini kolluyorlar, bu durumdan
yararlanalım, tarihte yerimizi alalım ve bu yerimizi alışımız tarihi ilk kez
evrenselleştirsin. Savaşalım, başka silahımız olmasa bile çakı bıçağımız bize
yeter.”<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Avrupalılar bu kitabı açıp içine girin. Karanlıkta birkaç
adım attıktan sonra gece vakti bir ateşin çevresinde toplanmış olan yabancıları
göreceksiniz; yaklaşıp onları dinleyin, zira onlar ticaret merkezlerimize ve
onları koruyan kiralık askerlere ne yapacaklarını konuşuyorlar. Belki sizi
görecekler, fakat seslerini bile alçaltmadan kendi aralarında konuşmaya devam
edecekler. Bu kayıtsızlık size dokunacak: Onların babaları, o gölge yaratıklar,
sizin yaratıklarınız, ölü ruhlardılar, onlara ışık verenler sizdiniz, yalnızca
sizinle konuşurlardı, siz bu zombilere yanıt vermek zahmetine girmezdiniz.
Onların oğulları ise sizi görmezden geliyorlar; bir ateş onları ısıtıyor ve
aydınlatıyor, bu ateş sizinki değil. Şimdi, saygılı bir uzaklıkta duran siz,
kendinizi karanlık içinde, soğuktan ürperir, olarak duyumsayacaksınız. Herkesin
sırası gelir; içinden yeni bir şafağın doğacağı bu karanlıklardaki zombiler bu
kez de sizlersiniz. Bu durumda, bu kitap bizim için yazılmamış, onu niçin
okuyalım, pencereden fırlatıp atalım diyeceksiniz. Bu kitabı okumak için iki
neden var. Birincisi şu: Fanon kardeşlerine sizi açıklıyor ve onlara bizi
kendimize yabancılaştıran mekanizmayı gösteriyor: Nesnel gerçekliğin ışığında
kendinizi keşfetmeniz için bundan yararlanın. Kurbanlarımız bizi kendi yara ve
zincirlerinden tanıyor ve onların tanıklığını çürütülemez kılan da işte bu.
Kendimizi ne hale soktuğumuzu kavramamız için onları ne hale soktuğumuzu bize
göstermeleri yeterli. Bunun bir yararı olur mu? Evet, zira Avrupa batmak
tehlikesiyle karşı karşıya. Fakat, yine diyeceksiniz ki, biz anavatanda
yaşıyoruz ve aşırılıkları onaylamıyoruz. Bu doğru, siz sömürgecilerden
değilsiniz, fakat onlardan daha iyi de değilsiniz. Onlar sizin öncülerinizdi;
onları denizaşırı yerlere gönderen sizdiniz, onlar da sizi zengin ettiler. Çok
fazla kan dökerlerse, onlara sahip çıkmayacağınız hususunda onları uyardınız.
Bu şuna benzer: Devletler de diğer ülkelerde ajitatörler, provokatörler ve
casuslar beslerler, fakat yakalandıklarında onlara sahip çıkmazlar. Bu denli
liberal, bu denli insancıl, olan ve kültüre olan sevgisini, tutkusunu,
yapmacıklığa dek vardıran sizler, sizin sömürgelerinizin olduğunu ve bu
sömürgelerde sizin adınıza insanların katledildiğini unutmuş gibi
görünüyorsunuz. Fanon yoldaşlarına -içlerinden bazılarına, özellikle de,
fazlasıyla batılılaşmış olanlarına- anavatan halkının sömürgelerde ki
adamlarıyla dayanışmasını anlatıyor. Bu kitabı okumak cesaretini gösterin: Bu
öncelikle sizi utandıracaktır ve Marx’ın söylemiş olduğu gibi, utanmak devrimci
bir duygudur. Görüyorsunuz ki, ben de öznel yanılsamalardan kendimi
kurtaramıyorum; ben de size “her şey yitirilmiş, ne var ki…” diyorum. Bir
Avrupalı olarak düşmanın kitabını çalıyor ve bu kitaptan Avrupa için bir
kurtuluş çaresi çıkarıyorum. Bundan yararlanın. Ve işte ikinci neden; Sorrel’in
faşist saçmalıklarını bir yana bırakırsanız, Fanon’un, Engels’ten bu yana,
tarih süreçlerini gün ışığına çıkaran ilk kişi olduğunu görürsünüz. Mutsuz bir
çocukluğun ya da gözü dönmüşlüğün onda acayip bir şiddet arzusu yaratmış
olduğunu falan da zannetmeyin; Fanon sadece durumu yorumluyor, o kadar. Fakat,
bu onun liberal ikiyüzlülüğün sizden sakladığı ve hem onu hem de bizi ortaya
çıkarmış olan diyalektiği aşama aşama ortaya koymasına yeterlidir. Geçtiğimiz
yüz yılda, burjuvazi, işçileri aç gözlü isteklerinin etkisiyle yoldan çıkmış,
gözü doymaz yaratıklar olarak gördü: fakat, bu korkunç vahşilere kendi türümüze
dahil olarak kabul etmeye özen gösterdi: Onlar da insan ve özgür olmasaydılar
iş güçlerini nasıl özgürce satabilirlerdi. İngiltere’de olduğu gibi, Fransa’da
da, hümanizm evrensel olduğunu ileri sürer.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Zorla çalışmak ise bunun tam tersidir. Hiçbir sözleşme
yoktur, üstelik gözdağı vardır ve bu da baskıyı oluşturur. Deniz aşırı
yerlerdeki askerlerimiz anavatanın evrenselciliğini yadsıyarak, insan türüne “numerus
clausus”u uygularlar Kimse, suç işlemiş olmaksızın, kendi benzerini
köleleştiremeyeceği, soyamayacağı ya da öldüremeyeceği için, yerlilerin insanın
benzeri sayılamayacağı ilkesini koyarlar. Vurucu güçlerimize bu görüşü
uygulamaya geçirtmek misyonu verilmiştir. Sömürgecinin onlara yük hayvanı
muamelesi edişini haklı kılmak için, ilhak edilmiş toprakların insanlarını
gelişmiş maymunlar düzeyine indirgemek emri verilmiştir.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Sömürgelerdeki şiddet bu köleleştirilmiş halkı sindirmeyi
amaçlamakla kalmaz, aynı zamanda onları insanlıktan çıkarmayı da amaçlar. Onların
geleneklerini yok etmek, onların dillerinin yerine kendi dilimizi geçirmek ve
kendi kültürümüzü bile vermeden onların kültürünü yok etmek için her şey
yapılır; aşırı yorgunlukla sersemleştirileceklerdir. Gıdasız ve hasta
durumdayken bile hâlâ güçleri kalmışsa, gerisini korku halleder; tüfekler
yerlilere çevrilir, siviller gelip onların topraklarına yerleşirler ve onları
kırbaç tehdidiyle toprağı onların adına işlemeye zorlarlar. Yerli direnirse,
askerler ateş açar ve yerli ölü bir adam olur; boyun eğerse kendini küçültür,
artık insan değildir; utanç ve korku karakterini zedeleyecek ve kişiliğini
paramparça edecektir. Bu iş uzmanlar tarafından sertlikle yürütülür; “Psikolojik
tedavi”ler yeni ortaya çıkmadı. Beyin yıkama da öyle. Yine de, bu denli çaba
harcamalarına rağmen, amaçlarına hiçbir yerde ulaşamadılar: Ne zencilerin
ellerinin kesildiği Kongo’da, ne de, yakın zamana dek, itirazcıların (yani,
asilerin) dudaklarının, kilit vurmak amacıyla, delindiği Angola’da. Bir insanı
hayvanlaştırmanın olanaksız olduğu söylemiyorum, yalnızca onu yeterince
zayıflatmadan bu amaca ulaşılamayacağını söylüyorum. Dayak hiçbir zaman yeterli
değildir, açlığı daha da artırmak gerekir. Kölecilikte bu durum sorun yaratır:
Zira kendi türünüzden birini ehlileştirdiğiniz zaman, ondan alacağınız verim
düşer ve ona ne kadar az verirseniz verin ondan alacağınızdan daha fazlasını
götürür. Bu nedenle, sömürgeciler ehlileştirmeyi yarıda kesmek zorunda
kalırlar: Sonuçta, ortada, yine, ne insan ne de hayvan, sadece yerli vardır.
Dövülmüş, kötü beslenmiş, (yalnızca belirli bir dereceye kadar) korkmuş olan
yerli, ister siyah, ister sarı ya da beyaz olsun, hep aynı karakter
özelliklerini gösterir. Tembeldir, içten pazarlıklıdır, hırssızdır, neyle
yaşadığı belli değildir, yalnızca şiddeti tanır.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Zavallı sömürgeci, işte çelişkisi apaçık ortada:
Yağmaladıklarını öldürmek zorunda. Fakat, bu olası değildir, zira onları
sömürmesi gerekiyor. Soykırım düzeyinde katliam yapamadığı, hayvanlaştırmaya
varan kölelik düzenini kuramadığı için kontrolü elinden kaçırır, işler tersine
döner ve şaşmaz bir mantık gereğince, gidişat onu sömürgesinden yoksun kalmaya
kadar götürür.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Bu hemen olmaz. Başlarda Avrupalının egemenliği sürer.
Avrupalı savaşı çoktan yitirmiştir, fakat bunun farkında değildir; yerlilerin
artık onun bildiği yerliler olmadığını henüz bilmez; onu konuşurken duyarsanız,
sanki yerlilerin içinde kök salmış kötülüğü yok etmek ya da bastırmak amacıyla,
onlara kötülük ettiğini zannedersiniz; ve üç kuşak sonra bu kötülük içgüdüleri
artık bir daha oluşmayacaklardır. Hangi içgüdüler? Köleleri efendilerini
öldürmeye zorlayan içgüdüler mi? Efendi, yerlide, kendisine yöneltilmiş olanın
kendi acımasızlığı olduğunu göremiyor mu? Bu ezilmiş yerlilerin vahşiliğinde,
onların iliklerine dek işlemiş olan ve kurtulamadıkları, kendi sömürgeci
vahşiliğini görmüyor mu? Bunun nedeni basittir: Mutlak güce sahip olmasıyla ve
bunu yitirmek korkusuyla, çıldıran bu zorba varlık bir zamanlar insan olduğunu
artık pek anımsamıyor; kendisini bir tüfek ya da kırbaç sanıyor, “aşağı ırk”ların
ehlileştirilmesini onların reflekslerini koşullayarak sağlayacağına inanıyor.
Ancak, insan belleğini ve onun silinmez anılarını unutuyor ve sonra, özellikle,
belki hiç bilmediği bir şey daha var. Biz, ancak başkalarının bizde
yarattıklarını derin ve kökten biçimde olumsuzlayarak biz oluruz. Üç kuşak mı
demiştik: İkinci kuşak daha dünyaya gözünü açar açmaz babasının nasıl
dövüldüğünü görür. Psikiyatri diliyle “travmatize” olur. Yaşam boyu. Fakat, bu
sürekli yenilenen saldırılar onları boyun eğmeye yöneltseler bile, aynı
zamanda, bundan çok uzak olarak, onları Avrupalının er ya da geç bedelini
ödeyeceği bir çelişki içine de sokar. Bundan sonra, ehlileştirilme sırası
ikinci kuşağa da geldiğinde, utanç, açlık ve acının ne olduğunu
öğrendiklerinde, gücü uygulanan şiddetin derecesine eşit olan volkanik bir öfke
uyanır içlerinde. Onların şiddetten başka hiçbir şeyden anlamadıklarını mı
söylediniz? Elbette öyle: Önceleri bu yalnızca sömürgecinin şiddetidir, fakat
kısa süre sonra yalnızca onların şiddeti olur; yani, şiddet -aynaya bakınca
yansımamızı görmemiz gibi- geri teper. Yanılmayın sakın, bu çılgınca öfkeyle,
bu acımasızlıkla ve kin ile, bu sürekli bizi öldürmek isteğiyle, gevşemekten
korkan kasların bu sürekli gerginleşmesiyle insanlaşır onlar: Onları yük
hayvanı yapmak isteyen sömürgeci sayesinde ve ona karşı. Henüz soyut haldeki
nefret, bu kör nefret onların tek hazinesidir. Efendi bunu davet etmiştir, zira
onları hayvanlaştırmak ister, fakat bu nefreti kırmayı başaramaz, zira
çıkarlarına ters düştüğü için yarı yolda durur. Bu yüzden, bu kötü yerliler
onlarda hayvan konumunu reddetmek biçimine dönüşen, ezenin hem güçlü hem de
güçsüz oluşu sayesinde halâ insandırlar. Bunun ardından geleni biliyoruz;
elbette yerliler tembeldir, bir tür sabotajdır bu. Sinsidirler, hırsızdırlar;
kuşkusuz, bu küçük hırsızlıkları henüz örgütlenmemiş olan bir direnişin
başlangıcına işarettir. Ancak, bu aşamada, daha ileri gidenler de vardır:
Aralarında, silahların önüne silahsız olarak atılarak kendilerini kanıtlayanlar
da vardır; bunlar onların kahramanlarıdırlar ve diğerleri Avrupalıları
öldürerek kendilerini insan yaparlar, bunlar vurulur: Haydut ve şehit, onların
çektikleri acı dehşet içindeki kitlelerin ruh halini yüceltir.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Evet, dehşet içinde; bu yeni aşamada sömürge saldırganlığı
yerliler arasında bir terör akımı biçiminde içe döner. Bunu söylerken yalnızca
bitmez tükenmez baskı araçlarımızla karşılaştıkları zaman duydukları korkuyu
değil, fakat aynı zaman da kendi öfkelerinin içlerinde yarattığı korkuyu da
kastediyorum. Bir yanda onlara yöneltilmiş olan silahlarımız, öte yanda bu
ürkütücü içgüdüler, bu ruhlarının derinliklerinden gelen ve her zaman farkında
olmadıkları öldürme arzuları arasında sıkışıp kalmışlardır; zira, öncelikle, bu
onların şiddeti değil, bizim şiddetimizdir ve bu ezilen yaratıkların ilk eylemi
de onların ve bizim ahlak anlayışımızın lanetlemiş olduğu ancak yine de onların
insanlığının son barınağı olan bu itiraf edilemez öfkeyi derinlere gömmektir.
Fanon’u okuyun: Onların güçsüzlük döneminde, çılgınca öldürmek isteğinin
yerlilerin kollektif bilinçaltının ifadesi olduğunu göreceksiniz.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
İçte tutulan bu öfke dışa yöneltilerek patlama yapamazsa o
ezilen yaratıkların kendilerini yok eder. Kendilerini kurtarmak için
birbirlerini bile katlederler. Kabileler gerçek düşman ile karşı karşıya
gelemedikleri için birbirleriyle savaşırlar -ve sömürge politikasının da bu
düşmanlıkları körüklediğinden emin olabilirsiniz; kardeşine bıçak çeken bir
insan onu öldürmekle ortak alçalmalarının nefret uyandıran görüntüsünü ortadan
kaldırdığını düşünür; yadsıdıkları insanlıktan çıkma sürecini kendi
istekleriyle hızlandıracaklardır. Sömürgenin eğlenen bakışları altında,
doğaüstü engeller koyarak, bazen eski ve ürkütücü mitleri canlandırarak, bazen
de kendilerini dinsel törenlere yönelterek, kendilerine karşı en büyük
önlemleri alacaklardır: Saplantılı bir insan bu şekilde -her an onu meşgul eden
bazı saplantılara sığınarak- en derin gereksinimlerinden kaçar. Dans ederler,
bu onları meşgul eder, kaslarının acı veren gerginliğini gevşetir; üstelik dans
dile getiremedikleri hayır sözcüğünü ve işleyemedikleri cinayetleri, çoğu zaman
onlar farkında olmaksızın, gizlice dile getirir. Bu son çareye -kendinden
geçmeye, vecd haline girmeye- bazı bölgelerde başvurulur. Eskiden, bu basit bir
dinsel uygulamaydı, iman sahibinin kutsal ile olan bir iletişim tarzıydı; şimdi
ise aşağılanma ve umutsuzluğa karşı bir silah olarak kullanılmaktadır. Kutsal
ruhlar onları trans haline geçirerek sakinleştirir. Bu yüksek zatiyetler onları
aynı zamanda korurlar: Yani, sömürgeleşmiş halk, sömürge yabancılaşmasına karşı
kendini dinsel yabancılaşma ile korur. Sonuçta ortaya eşi benzeri olmayan bir
durum çıkar: İki yabancılaşma birbiriyle kaynaşır ve birbirini güçlendirir.
Bazı psikozlarda sürekli aşağılanmaktan bıkkın düşmüş olan hezeyanlı kişi günün
birinde kendisine iltifatlar yağdıran bir meleğin sesini duymaya başlar; fakat,
kuşkusuz aşağılanmalar sona ermiş değildir: Ancak, kutlamalar ile dönüşümlüdür.
Bu bir savunmadır, fakat aynı zamanda da onların serüveninin sonudur; kişilik
parçalanmıştır ve hasta deliliğe doğru gider. Şunu da ekleyelim ki, özellikle
seçilmiş birtakım bedbahtlarla ilişkili olan ve yukarıda sözünü etmiş olduğum,
bir diğer tasallut türü daha vardır: Batı kültürü. Diyebilirsiniz ki, ben
onların yerinde olsaydım kutsal ruhlarımı Batılıların Akropolis’ine yeğlerdim.
İyi: Anladınız. Ancak tamamen değil, zira siz onların yerinde değilsiniz. Henüz
değilsiniz. Yoksa, onların seçme haklarının olmadığını bilirdiniz, her ikisini
de kabul etmek zorundalar. İki dünya: Bu iki tasallut demektir; bütün gece dans
ederler ve şafakta ayine katılmak için kiliseleri doldururlar: Yarık günden
güne büyür. Düşmanımız kardeşlerine ihanet edip bizim işbirlikçimiz oluyor;
kardeşleri de aynı şeyi yapıyor. Yerlilik sömürgecinin sömürgeleştirilmiş
halkta, o halkın rızasıyla, oluşturduğu ve sürdürdüğü nevrozdur.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<span style="text-align: justify;"></span><br />
<table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: right; margin-left: 1em; text-align: right;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgN1jbBjrGgkPheg1r4Tbkp8UJ2vY2orc-NOo0N3DT-vEw7Tdr72ile7I8HLzBGVrtvZEN3nfw8So1GdR7mqwjmbEMFTAHyx5bCCeUoKwSHTvHjKjT3G2dFwhXo7-38RhHPdmPwIn6nno0/s1600/indir+(1).jpg" imageanchor="1" style="clear: right; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: justify;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgN1jbBjrGgkPheg1r4Tbkp8UJ2vY2orc-NOo0N3DT-vEw7Tdr72ile7I8HLzBGVrtvZEN3nfw8So1GdR7mqwjmbEMFTAHyx5bCCeUoKwSHTvHjKjT3G2dFwhXo7-38RhHPdmPwIn6nno0/s1600/indir+(1).jpg" height="200" width="196" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><a href="http://tr.wikipedia.org/wiki/Sartre" target="_blank">Jean-Paul Sartre</a></td></tr>
</tbody></table>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
İnsanlık sıfatını aynı zamanda hem kabul etmek hem de
yadsımak: Bu çelişki patlayıcıdır. Ve patlar da. Bunu benim kadar siz de
biliyorsunuz. Çok kritik bir zamanda yaşıyoruz. Artan doğum oranı daha fazla
kıtlık yarattığı zaman, dünyaya yeni gelenlerin yaşamaktan ölmekten daha çok
korktukları zaman, şiddetin fırtınası herşeyi yerle bir eder. Cezayir’de,
Angola’da, Avrupalılar görüldükleri yerde katlediliyorlar. Bu bumerang
zamanıdır, şiddetin üçüncü zamanıdır: Bizim üzerimize geri döner, bizi vurur ve
bu kez de, yine, bunun bizim şiddetimiz olduğunu öncekilerde olduğundan daha
fazla kavramış olmayız. Liberaller aptallaşmış halde kalırlar: Yerlilere karşı
yeterince nazik olmamış olduğumuzu, onlara mümkün olduğu ölçüde bazı haklar
tanımamış olduğumuzu oysa bunun daha doğru ve daha temkinli bir tutum olduğunu
kabul ederler: Onların en çok istedikleri, onları himayesiz ve sürüler halinde,
bu çok kapalı kulübe, bizim türümüze, kabul etmemizdi ve işte bu vahşice ve
çılgın patlama onları kötü sömürgecilerden farksız kılıyor. Anavatan solu
utanmıştır: Yerlilerin gerçek kaderini, amansız bir baskıya maruz kalmış
olduklarını kabul etmekte, onların isyanlarını mahkûm etmemektedir, zira bizim
bu isyanı kışkırtmak için her şeyi yapmış olduğumuzu bilmektedir. Ancak, yine
de bazı sınırların bulunduğunu, bu gerillaların yüreklerinde şövalyelik
tutkusunun bulunduğunu göstermelerinin gerektiğini; bunun onların kendilerinin
de insan olduklarını kanıtlamalarını sağlayacak en iyi olanak olduğunu düşünür.
Sol, kimi kez, onları uyarır: “Çok ileri gidiyorsunuz, sizi artık
desteklemeyeceğiz.” Yerliler bu uyarıya aldırış etmezler: Destekleri onların
olsun. Savaşları başladığında şu katı gerçeği görmüşlerdir: Onlardan hepimiz
yararlandık, kanıtlamaları gereken hiçbir şey yok, kimseye yaranmaya
çalışmayacaklar. Bir tek görev, bir tek amaç var: Sömürgeciliği eldeki tüm
olanakları kullanarak yok etmek, ve içimizden en ileri görüşlü olanlar,
gerektiğinde bunu kabul etmeye hazırdırlar, fakat bu güç sınavında aşağılık
insanların bir insanlık bildirgesi koparmak için tümüyle insanlık dışı
vasıtalar kullandıklarını görmezlik edemiyorlar: Öyleyse, bu hak onlara en kısa
sürede verilsin ancak onlar da barışçı girişimlerle bunu hak etmeye gayret
etsinler. Soylu ruhlarımız ırkçıdır.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Fanon’u okumak onlara yararlı olur: Fanon bu bastırılamayan
şiddetin ne saçma bir fırtına, ne vahşi içgüdülerin ayaklanması ve hatta ne de
küskünlüğün sonucu olduğunu mükemmel bir biçimde göstermektedir: Bu şiddet
insanın kendini yeniden oluşturmasıdır. Şu gerçeği sanıyorum, bir zamanlar
kavramıştık, sonra unuttuk; şiddetin izlerini hiçbir kibarlık silemez, onları
yalnızca şiddet yok edebilir ve sömürge sömürgelik nevrozundan ancak
sömürgeciyi silahla kovduğunda kurtulur. Öfkesi taştığı zaman masumluğunu
tekrar bulur ve kendi benliğini yarattığı ölçüde kendini tanır; uzaktan, biz
onun savaşını barbarlığın zaferi olarak görürüz, fakat bu savaşın kendisi
giderek savaşanın kurtuluşuna yol açar, kendisindeki ve kendisinin dışındaki
sömürgesel karanlıktan yok eder. Bu savaş başından beri amansızdır. Ya dehşete
düşülür, ya da dehşete düşüren taraf olunur: Yani ya bozuk ve tutarsız bir
yaşamın çözülmelerine kapılınır ya da doğal birliğe sahip olunur. Köylülerin
eline silah geçtiği zaman eski efsaneler söner ve yasaklamalar, engeller, birer
birer devrilir; bir savaşçının silahı onun insanlığıdır. Zira isyanın ilk
aşamasında öldürmek gerekir: Bir Avrupalıyı öldürmek bir taşla iki kuş
vurmaktır; aynı zamanda hem bir ezeni hem de bir ezileni yok etmektir. Sonuçta
ortada bir ölü insan ve bir özgür insan olur; sağ kalan ilk kez ayaklarının
altında ulusal bir toprağın varlığını duyumsar. Artık ulus ondan (onun
bilincinden) uzak olan bir kavram değildir, öyle ki, özgürlüğü ile ulus içiçe
girmiştir. Ancak, ilk şaşkınlıktan sonra sömürgeci ordusu saldırıya geçer: Ya
birleşilecektir ya da sömürgeci ordusunun katliamı sonucunda yok olunacaktır.
Kabilesel anlaşmazlıklar ortadan kaldırılır: Öncelikle, devrimi tehlikeye
atacaklarından dolayı ve sonra da şiddeti yanlış düşmana yöneltmiş olmaktan
başka bir işe yaramayacaklarından dolayı. Kongo’da olduğu gibi, bu
anlaşmazlıklar sürüp giderse bu onların sömürgecilik ajanlarınca körüklenmekte
olmalarından dolayıdır. Ulus harekete geçer: Afrika’nın hangi bölgesinde olursa
olsun, savaşan diğer kardeşleri her kardeşin ulusudur. Onların kardeşlik
sevgileri size duydukları kinin tersidir: Her biri sömürgeci öldürmüş oldukları
ve fırsat düştüğü her an da öldürebilecek oldukları için kardeştirler. Fanon
okuyucularına “kendiliğindenliğin” sınırlarını, “örgütlenme”nin gerekliliğini
ve tehlikelerini göstermektedir. Ancak, davanın azameti ne olursa olsun,
girişimin her aşamasında devrimci bilinç derinleşir. Son kompleksler de yok
olur, birisi gelsin de bize Cezayir Kurtuluş Ordusu (ALN) askerinin “bağımlılı”
kompleksinden söz etsin bakalım. Gözündeki perdeden kurtulan köylü
gereksinimlerinin bilincine varır: Daha önce o gereksinimlerin peşinde koşmaya
kalkışmak onu öldürtmek için yeterliydi ve dolayısıyla onları bilmezden gelmeye
çalışırdı, fakat artık onların sonsuz gereksinimler olduklarını keşfeder. Bu
halkın savaşında, ki beş yıl, Cezayir’deki gibi sekiz yıl, sürebilir, askeri,
politik ve sosyal gereklilikler birbirinden ayırdedilemez. Savaş, yalnızca
komuta ve sorumluluk konusunu koyarak, barışın ilk kurumları olacak olan yeni
yapılar kurar, işte yeni geleneklerine varıncaya dek oluşturulan insan, her gün
ateş altında doğan bir yasayla meşrulaştırılan korkunç bir “bugün”ün
gelecekteki kızları; öldürülen, denize dökülen ya da asimile edilen son
sömürgeci ile birlikte bu azınlık türü de -yerini sosyal kardeşliğe bırakarak-
yok olur. Ve bu da yetmez: Bu savaşçı tüm aşamaları kat eder; zira siz de kabul
edersiniz ki, yaşamım, eskiden olduğu gibi, anavatanın (bu kez yaşlanmış) bir
sakini olmak için tehlikeye atmamıştır. Sabırlılığına bakınız: Belki, kimi kez,
yeni bir Dien-Bien-Phu?nun hayalini kuruyor, fakat buna gerçekten inandığını da
sanmayın: O, yoksulluğunun içinde, iyi silahlanmış olan zenginlere karşı
savaşan bir dilencidir. Kimi kez kesin zaferler bekleyerek ve çoğu kez de hiç
bir şey beklemeyerek rakiplerini iyice zorluyor. Bu mücadele korkutucu kayıplar
vermeksizin? olmaz: Sömürgeci ordusu vahşileşir: Mimlemeler, temizlik
harekatları, nüfusun başka yerlere gönderilmesi, sınır dışı etmeler başlar ve
kadınlar ile çocukların da öldürüldüğü olur. Yerli bunu bilir: Bu yeni insan
insanlık yaşamına sondan başlar: Kendisini gücül olarak ölü kabul etmektedir,
öldürülecektir: Söz konusu olan bir ölüm tehlikesi değidir, öldürüleceğinden
emindir, bu gücül ölü karısını, oğullarını yitirmiştir, o kadar çok insanı can
çekişirken görmüştür ki ya zafer ya ölüm der: Zaferi yitirip de sağ kalmaktansa
ölmeyi yeğler; başkaları zaferin tadını çıkaracaklardır, fakat o değil, zira o
çok fazla bıkkındır. Fakat, bu yürek yorgunluğu inanılmaz bir cesaretin
temelinde yer alan birşeydir. Biz insanlığımızı umutsuzluğun ve ölümün
berisinde buluyoruz, o ise işkencelerin ve ölümün ötesinde bulur. Biz rüzgâr
ektik, biçtiğimiz fırtına o oldu. Şiddetin çocuğu olarak o, insanlığını her an
şiddetten alır: Biz onun sırtından insan olmuştuk, o da kendisini bizim
sırtımızdan insan yapar.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Başka bir insan: Daha iyi nitelikli.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Fanon burada durur. Yolu göstermiştir: O savaşanların
sözcüsüdür, birlik, Afrika kıtasının tüm anlaşmazlıklara ve tüm bölünmelere
karşı birleşmesi, çağrısını yapmıştır. Amacına ulaşıldı: Sömürgelikten kurtuluş
tarihsel olgusunu bütünüyle anlatmak isteseydi bizden söz etmesi gerekirdi:
Kuşkusuz, onun niyeti hiç de bu değil. Fakat, Fanon’un kitabının kapağını
kapattığınız zaman, kitap, yazarına rağmen, içinizde varlığını sürdürür; zira
biz ayaklanan halkların gücünü hissediyoruz ve ona güç ile yanıt veriyoruz.
Dolayısıyla, şiddetin yeni bir süreci oluşuyor ve bu kez, sözkonusu edilmesi
gerekenler biziz, zira bu şiddet sahte yerlinin onun vasıtasıyla değişmesi
ölçüsünde bizi de değiştiriyor. Herkes istediği gibi düşünebilir. Yeter ki
düşünsün: Fransa?dan, Belçika?dan, İngiltere?den indirilen darbelerle
sersemlemiş olan bugünün Avrupasında aklın en ufak bir sapması bile
sömürgecilik suçunda işbirlikçi olmaktır. Bu kitabın önsöze hiç gereksinimi
yoktu, zira bize hitap etmiyor. Yine de, tartışmayı sonuçlandırmak için bir
önsöz yazdım; biz Avrupalılar da sömürgecilikten kurtarılıyoruz: Demek
istiyorum ki, her birinin içindeki sömürgeci kanlı bir işlem ile söküp
atılıyor. Cesaretimiz varsa kendimize bir bakalım ve başımıza ne geldiğini
görelim.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<span style="text-align: justify;">Öncelikle, şu beklenmedik görüntü ile karşı karşıya
gelmeliyiz: İnsancıllığımızın striptizi. İşte çırılçıplak haldeki insancıllığımız;
güzel bir görüntü değil.</span><br />
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<o:p></o:p></div>
Oğuz Karayemişhttp://www.blogger.com/profile/10640841576106590503noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-39891748838947823562014-02-18T13:57:00.007-08:002021-11-07T11:39:37.138-08:00Köksap Nedir? - Felicity J. Colman<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Köksap, nesnelerin, mekânların ve insanların en farklı ve en özdeş olanları arasında meydana gelen bağıntıları tanımlar; insanları birbirine bağlayan tuhaf olay zincirleri gibi: “ayrılığın altı adımı”<a href="file:///C:/Users/O%C4%9Fuz%20Karayemi%C5%9F/Desktop/Rizom.docx#_ftn1" name="_ftnref1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "Times New Roman","serif"; font-size: 12pt; line-height: 150%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-font-size: 11.0pt; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">[1]</span></span></span></a> hissi, “daha önce de buradaydım sanki” duygusu ve bedenler düzenlemeleri. Deleuze ve Guattari’nin “köksap” [<i>rhizome</i>] kavramı, “rhizo”nun biçimleri
kombine etmek anlamına gediği ve biyoloji terimi olan "rhizome"un, kendini yatay yumru-biçimli kökü
boyunca yayabilen ve yeni bitkiler geliştirebilen bir bitki formunu betimlediği etimolojik anlamından çekip çıkartılır. Bu terimin Deleuze ve Guattari’deki
kullanımında köksap, şebeke biçimli, ilişkisel ve çapraz bir düşünme sürecini ve bu haritanın sabit bir varlık olarak inşasını "takip etmeyen" bir var olma biçimini haritalayan bir kavramdır (D&G 1987: 12). Kökenleri ile tek tek temellerinin izini süren bedenler ile fikirlerin düzen verilmiş soyları "ağaç biçimli düşüncenin" formları görülür ve epistemolojilere hükmeden ve tarihsel çerçeveler ile homojen şemalar oluşturan bu ağaçvari yapı metaforu, köksap düşüncenin olmadığı her şeyi betimlemek üzere kullanılır.</div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgniNgQAC1hv1LTUnEBki7PKjTfNrC0eWFcRdlOeY-uTBdL9emWBFCeAfM7aynQZV48a4BTEmDt99d3l5cbNNdooBxpSKVN1nOvQiKwrSLapNYwIeCAumYQo5T644y6u2UPmYge_feOm8g/s1600/rhizome.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgniNgQAC1hv1LTUnEBki7PKjTfNrC0eWFcRdlOeY-uTBdL9emWBFCeAfM7aynQZV48a4BTEmDt99d3l5cbNNdooBxpSKVN1nOvQiKwrSLapNYwIeCAumYQo5T644y6u2UPmYge_feOm8g/s1600/rhizome.jpg" width="640" /></a></div>
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Ek olarak Deleuze ve Guattari, köksapı dünyadaki, müzik, matematik, ekonomi, politika, bilim, sanat, ekoloji ve kozmos dahil çok sayıdaki soyut varlığın bir eylemi olarak da betimler. Köksap, her şeyin ve herkesin -somut, soyut ve
virtüel varlıklar ve eylemlerin bütün boyutlarının- diğer şeyler ve bedenlerle karşılıklı ilişkilerinde nasıl olup da çoklu olarak görülebileceğini tasavvur eder.
Köksapın doğası, hareket eden bir matriksin doğasıdır, ortakyaşar ve paralel-olmayan
bağıntıları geçici ve henüz belirlenmemiş yollara göre biçimlendiren organik ve
organik-olmayan parçalardan müteşekkildir (D & G 1987: 10).
Böyle bir yeniden kavramsallaştırma hiyerarşik düşünce, tarih ve eylemin
yeniden değerlendirilmesi için devrimci bir felsefe teşkil eder.</div><div class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Yapıları, fark ve arzunun ekonomik devrelerinden üreten
böyle bir dünyaya, Deleuze bedenlerin nasıl kurulduğunu tekrar düşünerek
cevap verir. O ve Guattari, bu tür yapıların yaratıcılığı sınırlandırdığını ve
şeyler ile insanları düzenleyici düzenlerin içine yerleştirdiğini öne sürer. <i>Bin Yayla</i>’da, Deleuze ve Guattari bütün
kitabı, kendilerini düşüncenin akışını düzenleyen temsil sistemine eğilimli tarihsel ve felsefi konumlara karşı işleyen, şebeke biçimli köksap “yaylaları”
dizisi olarak sergiler. Kesintisiz bir şekilde bambaşka formlar ve bilme
sistemleri yapılandırmaya muktedir ilişkisel güçlerin vüztüezce bir ispatı yerine,
Deleuze ve Guattari okura açık bir düşünce sistemi önerir. Rizomatik oluşumlar,
katı, sabit ya da ikili düşünce ve yargıların yapısının hakkından gelmeye,
onları altüst etmeye ve dönüştürmeye hizmet edebilir -rizom anti-soykütüktür.
Bir rizom, bir yaylanın oluşumuna, toplanmış ilişkileri biçimlendiren kendi
oluş çizgileri yoluyla katkıda bulunur. Bir rizomun ağ biçimli çizgilerinde
tekil noktalar yoktur, sadece şeyler arasındaki bağlantıları biçimlendiren
bağlantı noktaları vardır. Deleuze ve Guattari belirtirler ki, çokluğu ve
ilişkisel fikir ve bedenlerin potansiyelini düşünmek yoluyla, belki de
düşüncenin rizomatik bir yaylasına erişilmiş olacaktır. Rizom şeylerin, bir
diğeriyle bağ kurmaya sevk eden, yeni etkiler, yeni kavramlar, yeni bedenler,
yeni düşünceler için bir asamblaj makinesi olarak çalışan herhangi ağıdır;
rizomatik ağ, bedenleri harekete geçiren ve/veya durduran güçlerin haritasıdır.
<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhAzUPE71DjdWrsEX0fWWtz4NHKQfRONg7a7yBZwoL_dxIPXZ38wTHsKMMF8-ie5Orx34WtouoZ6C1Y4L4R-PzVEOVzSnjjBFjBBL1H7Lb0k2awsTMadwsQC56ZHpdeV6KXqTNrUBNhTlo/s1600/1000platos-marc-ngui-paragraph61.gif" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="150" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhAzUPE71DjdWrsEX0fWWtz4NHKQfRONg7a7yBZwoL_dxIPXZ38wTHsKMMF8-ie5Orx34WtouoZ6C1Y4L4R-PzVEOVzSnjjBFjBBL1H7Lb0k2awsTMadwsQC56ZHpdeV6KXqTNrUBNhTlo/s1600/1000platos-marc-ngui-paragraph61.gif" width="200" /></a></div>
Deleuze ve Guattari, bedenler ve şeylerin, farklı ve ayrı
varlıklarla bağları yoluyla durmaksızın yeni bir boyuta alınmasında ısrarcıdır;
bu yolla rizom kavramı, dünyayı kavramsallaştırmanın tümüyle Deleuzyen
felsefenin göstergesi olan ayrı bir yolunu vurgular. Deleuze ve Guattari,
gerçekliğin, semiyotik bağlantıların ve taksionomilerin ağaç-biçimli yapıların
içine eksiksizce kök salmasından toplanmış olabilen yapısal bütünlüğün düzenli
serisi olarak düşünülmesi ve yazılmasındansa, bu dünyanın ve onun parçalarının
hikayesiyle, şeylerin -hareketlerin, yoğunlukların ve çok biçimli oluşumların-
rizomatik işleyişi yoluyla iletişim kurabileceğini öne sürerler.
Sınıflandırmanın soyaçekim yoluyla evrim modellerinin aksine, rizomlar,
birleştirdikleri ağlar için hiçbir hiyerarşik düzene sahip değillerdir. Onun
yerine, Deleuzecü rizomatik, işlevleri, parçalar arasında ilişkileri,
sevkeden, saptıran ve soyutlayan rastlantısal ortaklıklar ve bağlantılardaki
açık uçlu üretici konfigürasyon olarak düşünür. Bir rizomun içindeki herhangi bir
parçası, ayırıcı bir son ya da başlangıç noktası olmaksızın, başka bir parçaya
bağlanmış, merkezsizleştirilmiş bir çevreyi biçimlendiriyor olabilir. <o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Deleuze’de, duygulanımsal[affective] değişimi açıklayan aygıt
“rizom”dur. Deleuze, dünyadaki her bir işleyişi, bedenleri, sistemleri,
ekonomileri, makineleri ve düşünceleri yaratan, rizomatik olarak üretilmiş
yoğunlukların duygulanımsal değiş tokuşu [exchance] olarak görmüştür. Bedenlerin her biri,
arzunun ve onun yankılayan maddileşmelerinin duygulanımsal güçlerinin sayısız düzeyi
tarafından sevkedilmiş ve sürekli kılınmıştır. Herhangi verili sisteme karşı,
devirli, sistematik tekrara müdahalelerden kaynaklanan varyasyonlar meydana
gelebilir. Rizom belki var olan bir bedenle birlikte oluşmuş olabilen -başka bir beden ile ilişki kurmaya neden olabilecek mevcut (var olan) fikirleri de içeren- rizom,
Deleuze’ün <i>Nietzsche ve Felsefe </i>ile <i>Fark ve Tekrar</i>’da tartıştığı,
çeşitliliğin ve tekrar yoluyla farklılığın ilkelerine ister istemez bağlıdır.<br />
<div class="MsoNormal">
<o:p></o:p></div>
</div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Deleuze, Friedrich Nietzsche’nin bengi dönüş kavramını,
öğelerin (mevcut bedenler, düşüncenin tarzları) tekrarı yoluyla farkın bir
sentezini biçimlendiren tekrarlanmış öğelere dayanan şeylerin temel yasası
olarak kabul eder. Sentez genellikle Deleuze ve Guattari tarafından, önceden
bağlı olmayan halkaları zincirlenmesi yoluyla bedenleri (arzulayan-makineleri)
biçimlendiren, rizomların hareketleri, yüzeyleri, kaçışları ve ilişkileri
tarafından üretilen çeşitli ilişkilerin varyasyonu olarak öne sürülür. Homojen olmayan bir silsileymiş gibi, bundan
sonra rizom, nedensel, mümkün ve/veya rasgele bağlantılardan ibaret bir seri
olarak tanımlanır. Rizomatik bağlar, bedenler ve güçler arasında üretilen duygulanımsal bir enerji ve entropidir. Deleuze’ün David Hume üzerine çalışmasında
tanımladığı gibi, toplumsal, politik veya kültürel olarak belirlenmiş güçlerin
ve herhangi verili bedenin etkileşimleri, ortaklığı hem üretir, hem kullanır (D
1991: ix, 103). Süreksiz zincir, rizomların sürekli büyüyen ağı için bir
ortamdır, aynen bir yandan da, zincirin üretimi için bağlamsal koşul olması
gibi. <o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhSzO1Ou4ptBjrZvvYKThT4YqA5TQuI4m-rpqj72LnHIBsHM2GOJlyWxccFcYWnXZ4JpVfB0wXyU-1PbS_pRNKt8vxgSWIhiIlB419CAcrT0xelJ2Gy5xR2QVnaQU58SC8BM5hHZHfrgXk/s1600/2730110204001.png" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="496" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhSzO1Ou4ptBjrZvvYKThT4YqA5TQuI4m-rpqj72LnHIBsHM2GOJlyWxccFcYWnXZ4JpVfB0wXyU-1PbS_pRNKt8vxgSWIhiIlB419CAcrT0xelJ2Gy5xR2QVnaQU58SC8BM5hHZHfrgXk/s1600/2730110204001.png" width="640" /></a></div>
Rizomatik yazma, var oluş ve/veya oluş, sürekli dönüşümün
bir ortamı olmadığı gibi, basitçe şeyleri özümseyen bir süreç de değildir. Rizom
tarafından yaratılan ilişkisel ortam, ilişkilerin gidişatının tarzının
başkalaştığı, akışların ve kolektif arzunun geliştiği evrimsel çevreye biçim
verir. Rizomatik tarafından üretilmiş hiçbir sabit ortam yoktur; vürtüel ve
dağınık parçalar dışında yaratılmış hiçbir bütünlük yoktur. Daha ziyade, rizom
aracılığıyla noktalar asamblajı biçimlendirir, çoklu seyir sistemleri
muhtemelen kopmuş veya kırılmış topolojilerin içinde birikir; sırayla, bazı
asamblajlar ve tipolojiler bambaşka ve kompleks karşılaşma ve işaretler aracılığıyla
değişir, bölünür ve çoğaltılır. Rizom, analoji veya ikili-yapılar olmaksızın
düşünmenin güçlü bir yoludur. Rizom ile ilgili olarak düşünmek, herhangi bir
fikre, etkinliğe veya kavrama varabileceğiniz çoklu yolları açığa çıkarmaktır -
dünya aracılığıyla bir araya gelen düşünce ve eylemden, her zaman herhangi bir
bedene girişin birçok ve çeşitli biçimi olmanıza yol açan düşünce.<span style="font-family: EhrhardtMT; font-size: 11pt; line-height: 150%; mso-bidi-font-family: EhrhardtMT;"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
[Çevirenin notu: Bu metin Adrian Parr'ın hazırladığı The
Deleuze Dictionary'den çevrilmiştir. Hatalıysam arayın.]<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
</div>
<div class="MsoNormal">
Çev: Oğuz Karayemiş<span style="text-align: justify;"> </span></div>
<br />
<div>
<!--[if !supportFootnotes]-->
<br />
<hr size="1" style="text-align: left;" width="33%" />
<!--[endif]-->
<br />
<div id="ftn1">
<div class="MsoFootnoteText" style="text-align: justify;">
<a href="file:///C:/Users/O%C4%9Fuz%20Karayemi%C5%9F/Desktop/Rizom.docx#_ftnref1" name="_ftn1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "Times New Roman","serif"; font-size: 10pt; line-height: 150%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">[1]</span></span><!--[endif]--></span></a> Six degress of
separation”: İnsanların birbirleri ile olan mesafelerin en fazla altı arkadaş
kadar uzak olduğunu söyleyen sosyal psikolog Stanley Milgram'ın 1967 yılında
ortaya attığı teoridir. Özellikle günümüzün iletişim ağının altını çizdiği bir
fenomendir. -ç.n.</div></div>
</div>
Oğuz Karayemişhttp://www.blogger.com/profile/10640841576106590503noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-86668282831093817252014-02-15T01:40:00.000-08:002017-11-11T07:42:18.735-08:00Organsız Beden Nedir? - Kylie Message<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg5sLAZn-hXVcTN1FQQafiiqSkUu84_u8Khvxb6Ztv0YVW-Y5XRRRrAMa_xuigWXdb9Zm_FHkPfUypyckg0p7kVvTsRi27apRlojvDIAAOCfCakxYhRVeZ9v7y9Xtf_40wdbEcA3LAJHF8/s1600/se_deprendre_de_soi_meme_by_Body_Without_Organs.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg5sLAZn-hXVcTN1FQQafiiqSkUu84_u8Khvxb6Ztv0YVW-Y5XRRRrAMa_xuigWXdb9Zm_FHkPfUypyckg0p7kVvTsRi27apRlojvDIAAOCfCakxYhRVeZ9v7y9Xtf_40wdbEcA3LAJHF8/s1600/se_deprendre_de_soi_meme_by_Body_Without_Organs.png" width="183" /></a>Başlangıçta
Antonin Artaud’dan alınan bir ifade olan organsız beden, dayanıklılık düzlemi
(biçimsiz, düzenlenmemiş, katmanlaşmamış veya katmansızlaşmış beden ya da
kavram) olarak tanımlanmış bir tözü adlandırır. Bu kavram ilk defa, Deleuze’ün <i>Anlamın Mantığı’</i>nda ortaya çıkmıştır ve
Guattari ile birlikte yazdıkları <i>Anti-Ödipus </i>ile<i> Bin Yayla</i>’da daha ileri
düzeyde işlenmiştir. Organsız Beden, Deleuze ve Guattari tarafından, geleneksel
(Freudçu, Lacancı) psikanalizin eksikleri olarak fark ettikleri şeylerden kurtuluşun
yolu olarak önerildi. Arzuyu Ödipal yoksunluğa bağlı olarak açıklamaktan
ziyade, onlar arzunun çokluk ve sürekli akış halinde olan üretken bir makine
olduğunda ısrar ettiler. Halbuki psikanaliz sonlandırma ve yorumu ilan ederken,
Deleuze ve Guattari’nin bizi en etkin biçimde düzenleyen ve engelleyen üç kavram
(organizma, anlam ve öznelleştirme) üzerine eleştirisi, deneyimin yeni
tarzlarının yaratımı için açıklıkların ve uzamların imkanını ortaya koyar. Deleuze ve Guattari, kimlik ve bilincin üretimindeki baskın öğeler üzerinde doğrudan ters çevirme
veya yapısöküm icra etmek yerine, örtük olarak onların
içinde, arasında ve her bakımdan başka -mümkün olduğunca daha etkin- olan
içkinlik yüzeyleri ve varoluş imkânları önerirler. </div>
<div class="MsoNormal">
</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Odak, Deleuze ve Guattari’nin eklemlenmenin,
öz-belirlenimin ve kuşatılmış öznenin dünyasına meydan okumasıyla birlikte, geleneksel
olarak psikanaliz tarafından ayrıcalık tanınmış öznelliğin (“bilinç” kavramından
dolayı onların fazlasıyla sık yanılmış hissettikleri bir kavram) uzağına
yeniden yönelmiştir. Organsız Beden, onun emsali, önceli ve hatta ona bağlantılı olmasının yanı sıra, açıkça
ifade edilmiş ve düzenlenmiş organizmaya önerilen panzehirdir: Gerçekten
Deleuze ve Guattari, Organsız Bedenin hiçbir yoruma ihtiyacı olmadığını iddia
ederler. Organsız Beden, öznelliğin ifadelerine ve organizmaya karşıt olarak
var olmadığı gibi, kurallı dilin, devletin, ailenin ya da diğer kurumların
tabakalaşmış zorunluluklarından asla tamamen özgür değildir. Her halükarda, Organsız Beden, buna rağmen, aynı anda her yerde ve hiçbir yerde, tamamen
farklı ve türdeştir.<span style="font-family: "ehrhardtmt"; font-size: 11pt; line-height: 150%;"> </span>Bununla ilgili olarak, not
edilmesi gereken iki ana nokta var: Öncelikle, Organsız Beden, organizasyonun
alanlarında aynı anda varoluş ve deneyimin (oluşun) farklı tarzlarını ortaya
çıkartarak var olur; ikinci olarak, Organsız Beden, harfi harfine “organı-olmayan”<a href="file:///C:/Users/O%C4%9Fuz%20Karayemi%C5%9F/Desktop/Organs%C4%B1z%20Beden%20Nedir.docx#_ftn1" name="_ftnref1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "times new roman" , "serif"; font-size: 12.0pt; line-height: 150%;">[1]</span></span></span></a>
beden demek değildir. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
İlk noktaya referansla, Deleuze ve Guattari Organsız
Bedenin sürekli oluşun dizisi boyunca yönlenmiş bir süreç olmasına rağmen,
kendisinden kaçmayı arzuladığı düzenekten tümüyle kurtulamadığını açıklarlar. O
öznelleştirmenin ve anlamlamanın engellenmiş yöneliminlerinden özgür bir
eklemlenme tarzı ararken, katmanlaşmanın bu düzeneklerine ilişkin nazik bir
oyun oynamalıdır veya hem de yok olmayı ya da gerisin geri bu düzeneklerde
yeniden yerliyurtlulaştırılmayı göze almalıdır. Diğer bir deyişle, bu tarz
yıkıcılık bitimsiz bir süreçtir. O, kesintisizdir ve nihayete ermenin teleolojik
noktasına doğru değil de, daha ziyade kendi işleyişine veya hareketine doğru
yönlendirilmiştir<b>.</b> Buna uygun olarak
ve daha etkin olmak için (ya da etkiye sahip olmak için), az veya çok yıkmayı
hedeflediği düzeneğin içinde yer almalıdır. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Deleuze ve Guattari “Miss X”i,
kendi rol modelleri olarak alırlar. Midesiz, beyinsiz ya da iç organsız olmak
isteyen, diğer taraftan organize-olmayan bedenini inşa etmek için sadece bir
deri bir kemik kalmak isteyen bir hastalık hastası… Bu örnek sayesinde, Deleuze
ve Guattari, Organsız Bedenin, harfi harfine bir organı-olmayan bedene
göndermediğini açıklarlar. Organsız Beden organların düşmanı olarak
üretilmemiştir, daha ziyade, o, organların düzenlenmesine karşıttır. Diğer bir
deyişle, Organsız beden, organları, deneyimleri, varoluş ifadelerini yapılandıran,
tanımlayan ve üzerine konuşan düzenleme ilkelerine karşıttır. Oysaki
psikanaliz, arzuyu besleyen tek ve üretici güç olarak eksikliğe ayrıcalık
tanırken, Deleuze ve Guattari bu şekilde arzunun engellendiğini ve
yargılandığını, böylece, fikir ve gerçeklikle veya hayal gücüyle ilişkimizin
daha ileri düzeyde yok edilmiş ve uzlaştırılmış olduğunu iddia ederler. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgJ0vU8Cmx40g6_495yLNG09NdeR-MU2ujZmwFTpG7zAD96s7rHZQOO26TIrY8wO2zaAdfeTi5I3F5yd41gAFuldIzzzvQEv0ZwWqAkCDY8uZaVr-VUAfig2jkImGguZbLKwilYHMb2ygQ/s1600/Schleiden-vogel.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgJ0vU8Cmx40g6_495yLNG09NdeR-MU2ujZmwFTpG7zAD96s7rHZQOO26TIrY8wO2zaAdfeTi5I3F5yd41gAFuldIzzzvQEv0ZwWqAkCDY8uZaVr-VUAfig2jkImGguZbLKwilYHMb2ygQ/s1600/Schleiden-vogel.jpg" width="213" /></a></div>
<div style="text-align: justify;">
Deleuze
ayrıca Organsız Bedenin doğası hakkında daha fazla ayrıntılara inerken,<b> </b>Alman biyolog August Wiesmann’ı ve
onun “gen kaynağı teorisi”ni hatırlatır ve -bir gen kaynağına benzeyen-
Organsız Bedenin her zaman, buna rağmen bağımsız olduğu ev sahibi organizmayla
eş zamanlılık içinde bulunduğunu ileri sürerler. Weismann her bir soyda, zigottan
gelişen embriyonun, yeni kuşak için bazı gen kaynaklarını sadece bir kenarda
saklamadığına (sonradan kazanılan özelliklerin kalıtımı) ama ayrıca
organizmanın somasını<a href="file:///C:/Users/O%C4%9Fuz%20Karayemi%C5%9F/Desktop/Organs%C4%B1z%20Beden%20Nedir.docx#_ftn2" name="_ftnref2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "times new roman" , "serif"; font-size: 12.0pt; line-height: 150%;">[2]</span></span></span></a>
-ya da bedenini- geliştirecek hücreler ürettiğine de inanıyordu<b>. </b>Weismann’ın açısından, somaplazma, basitçe sekse karşıt bir şekilde gen
kaynağının yeni bir soy yaratması için korunmuş, beslenmiş ve iletilmiş
olmasını garantiye almak maksadıyla, gen kaynağı [<i>germplasm</i>] için ortam sağlar.
Tavuk mu yumurtadan çıkmıştır yoksa yumurta mı tavuktan? Weismann tavuğun
basitçe yumurtanın başka bir yumurta üretmek için kullandığı alet olduğunda
ısrar edecektir. Benzer bir şekilde, Deleuze Organsız Bedeni yumurtanın dengi
olarak sunar; tıpkı yumurta gibi, Organsız Beden de, organizmadan önce veya ona
öncel değildir, fakat ona bitişiktir ve sürekli kendini inşa sürecindedir.</div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Her şeyi,
normun ve antitezinin kutuplaştırılmış alanlarında uyumlulaştırmak yerine,
Deleuze ve Guattari, bizi, bir eklemlenme tarzını sürdürürken, organizasyonun
kutuplarını yerinden etme konusunda cesaretlendirir. Kendimizi Organsız beden
haline getirmeye çabalarken, bir ifade tarzını korumaya ihtiyaç duyacağımızı,
ama dili, deliliğe ve simgesel gerçeklik öncesine karşı hakikate ve gerçekliğe
karar vermekte sahip olduğu merkezi rolünden kurtarmamızı tavsiye ederler.
Arzuyu, dikatomilerin dilbilimsel yörüngesinden uzağa yeniden yerleştirirken,
Deleuze ve Guattari, onu dilin kati yüzeyinden ziyade, Organsız Beden
tarafından ortaya çıkarılmış içkinlik düzlemi tarafından bağlama yerleştirilmiş
olarak sunarlar. Gerçekte, arzu her zaman oluşun kesintisiz süreciyle
birleşmeye hazırdır. Her halükarda, tabakasızlaşmış, kodsuzlaşmış ve
yersizyurtsuzlaşmış bir içkinlik düzleminin veya dayanıklılık planının işgaline
karşın, Organsız Beden, kendi organizasyonunun (ilkeleri öncelikle Spinoza’dan
türetilmiş) kendi tarzına sahiptir. Böylece spesifik bir biçim olmasındansa,
beden, bastırılmamış madde veya heterojen parçaların bir koleksiyonu olarak
daha doğru bir şekilde tasvir edilmiştir.</div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
[Çevirenin notu: Bu metin Adrian Parr'ın hazırladığı <i>The Deleuze Dictionary</i>'den çevrilmiştir. Hatalıysam arayın]<br />
<br />
Çev: Oğuz Karayemiş</div>
<br />
<div>
<!--[if !supportFootnotes]-->
<br />
<hr size="1" style="text-align: left;" width="33%" />
<!--[endif]-->
<br />
<div id="ftn1">
<div class="MsoFootnoteText" style="text-align: justify;">
<a href="file:///C:/Users/O%C4%9Fuz%20Karayemi%C5%9F/Desktop/Organs%C4%B1z%20Beden%20Nedir.docx#_ftnref1" name="_ftn1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "times new roman" , "serif"; font-size: 10.0pt; line-height: 150%;">[1]</span></span><!--[endif]--></span></a> “Organsız Beden”, “Body
without Organs” iken, burada “organı-olmayan beden” olarak karşıladığımız
kelime “organ-less body” dir. -ç.n.<o:p></o:p></div>
</div>
<div id="ftn2">
<div class="MsoFootnoteText" style="text-align: justify;">
<a href="file:///C:/Users/O%C4%9Fuz%20Karayemi%C5%9F/Desktop/Organs%C4%B1z%20Beden%20Nedir.docx#_ftnref2" name="_ftn2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "times new roman" , "serif"; font-size: 10.0pt; line-height: 150%;">[2]</span></span><!--[endif]--></span></a> Canlı bedenin,
cinsiyet/üreme hücreleri dışında kalan kısmı. -ç.n<o:p></o:p></div>
</div>
</div>
Oğuz Karayemişhttp://www.blogger.com/profile/10640841576106590503noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-20643083633684122472014-02-13T14:59:00.004-08:002017-11-12T01:53:12.272-08:00Aksiyomatik Nedir? - Alberto Toscano<div style="text-align: justify;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjeb-rqCfNZ2rMFzq5ENjOVtWI5O2aaXJJqfuoNXWtb9NTc7H8tEIJg5J842q-kMNSbETisGmMkhSlWmgUKCJS_rAGB9MDr5-0FwXWRMufyY3ZZC-5PilgunB9ZGsBFZkbTvUkjfcjWPxg/s1600/1000platos-1914-14.gif" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><span style="font-family: inherit;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjeb-rqCfNZ2rMFzq5ENjOVtWI5O2aaXJJqfuoNXWtb9NTc7H8tEIJg5J842q-kMNSbETisGmMkhSlWmgUKCJS_rAGB9MDr5-0FwXWRMufyY3ZZC-5PilgunB9ZGsBFZkbTvUkjfcjWPxg/s1600/1000platos-1914-14.gif" width="320" /></span></a><span style="font-family: inherit;">Aksiyomatik, Deleuze ve Guattari tarafından, <i>Bin Yayla</i>’da çağdaş kapitalizmin
evrensel tarih içindeki işleyişini ve genel semiyolojisini tanımlamak için
kullanılan kavramdır. Bilim ve matematiksel küme teorisinden kök alan
aksiyomatik, birlikte çalıştığı terimlerin tanımlarını sağlamaya ihtiyaç
duymayan ama bunun yerine verilmiş bir alandaki emirler ile kısmi norm veya
buyrukların (aksiyomların) eklenmesi ve çıkarılması yöntemini ifade eder. Aksiyomlar
böylece doğaları belirlenmeye ihtiyaç duyulmayan öğeler ve ilişkiler üzerinde
işler. Onlar, uygulanmalarının alanlarının özellik veya niteliklerine kayıtsızdırlar
ve nesnelerine, tamamen işlevsellermiş gibi, tercihen asıl özlerinden
niteliksel olarak farklılaşmışlar gibi muamele eder. Aksiyomlar sırayla, belirli ampirik veya maddi durumlara
uygulanan teoremlere veya gerçekleşim modellerine eşlik etmektedir. </span></div>
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div style="text-align: justify;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgFBkXOo_36QH56OtBm1VU0B1S774IopnD3s23tmKJOOzq67k30G1_oud1_e9lKsq-KhrNYJJhX6j_FOflQLsdUk01qrl1RfXchCyUSxemzkYHCbvDAa0mLsZvAYmNL-4gdyrPmw8hEoRg/s1600/1000platos-intro-6.gif" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><span style="font-family: inherit;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgFBkXOo_36QH56OtBm1VU0B1S774IopnD3s23tmKJOOzq67k30G1_oud1_e9lKsq-KhrNYJJhX6j_FOflQLsdUk01qrl1RfXchCyUSxemzkYHCbvDAa0mLsZvAYmNL-4gdyrPmw8hEoRg/s1600/1000platos-intro-6.gif" width="320" /></span></a><span style="font-family: inherit;">Eğer
akışları (ve onların kesim ve kırılmalarını) Deleuze ve Guattari’nin transandantal mataryalizminin temel bileşeni olarak alırsak, bir aksiyomatik sistem, kodlama
ve üstkodlamanın sisteminden, doğrudan kodsuzlaşmış akışlar üzerinde işleme
gücüyle farklılaşır. Bu konuda, kapmanın bir formunu içerirken de, içkinlik ve aynı anda her yerde bulunma derecesi bir dışsallık ya da aşkınlık (örn: Despot) oluşumu
isteyen kodlama sistemlerininkinden çok daha büyüktür. Bu, Deleuze ve Guattari’nin kapitalist ve pre-kapitalist
formasyonlar arasında ayni [i<i>n kind</i>] bir farkı savunmasının nedenidir: önceki
[kapitalist formasyon] kodsuz işlerken, sonraki akışları kodlar. <span style="font-family: "times new roman" , "serif"; font-size: 12.0pt; line-height: 150%;">Evrensel
tarih içinde, kapitalizmin içkin aksiyomatiği, kodsuzlaştırma ve yersizyurtsuzlaştırmanın
eşiğinin geçilmesiyle birlikte aktifleşmiştir. Tam bu anda, Marks’ı izlerken, “özgür”
işçi ve bağımsız sermaye ile karşılaşırız. </span>Aksiyomatik yöntem, çağdaş kapitalizm ve saf bilim tarafından somutlaştırılmış olarak, bilimlerdeki, sistemsel tutarlılıktansa olaylar ve tekil noktalarla ilgilenmeyi
tercih eden sorusallaştırıcı yöntemin yanısıra, ilave aksiyomlar olmadan kodsuzlaşmış akışları kombine etmeye muktedir olan şizoid pratiğe bitişik olabilir.</span><br />
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span>
<span style="font-family: inherit;"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: inherit;"><o:p></o:p></span></div>
</div>
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div style="text-align: justify;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjQDrU0ZYrp1Bun6Xm-aM4XSPUNM4wFJdqHYlYHp2hn4lfUTjRpa7kWsxd8_Js39u5vwxe517Ryzw79esvxqNcUBIYo2cZlNrJz9BmZKXlsDPQBsrcex1J6kcdpIMsNEDWmWLg1G5t9IZY/s1600/1000platos-intro-16.gif" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><span style="font-family: inherit;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjQDrU0ZYrp1Bun6Xm-aM4XSPUNM4wFJdqHYlYHp2hn4lfUTjRpa7kWsxd8_Js39u5vwxe517Ryzw79esvxqNcUBIYo2cZlNrJz9BmZKXlsDPQBsrcex1J6kcdpIMsNEDWmWLg1G5t9IZY/s1600/1000platos-intro-16.gif" width="320" /></span></a><span style="font-family: inherit;">Deleuze ve
Guattari tarafından üretilen cesur taleplerden biri, aksiyomatiği bilimden
politik açıklamaya analojik olarak taşınmış bir kavram olarak görmememizdir. <span style="font-family: "times new roman" , "serif"; font-size: 12.0pt; line-height: 150%;">Bilakis,
bilimin kendi içinde, Devlet ile aksiyomatik asi akış, diyagram ve
varyasyonların katılaştırılmasında iş birliği yapar.</span> Bu, çapraz
iletişimleri ve akışların karşılaşmalarını katılaşmış noktalara ve sabit
ilişkilere tabi kılan, aslen bir katmanlaştırma ve semiyotikleştirme
faaliyetidir. Deleuze ve Guattari’nin gösterdiği gibi, bir aksiyomatik sistemin ve özellikle
kapitalizmin birliğini yerine oturtmak bizzat çok zordur: aksiyomların
eklenmesi ve sökülmesinin fırsatçı karakteri, sistemin doygunluğu ve
aksiyomların birinin diğerinden bağımsızlığı sorununu açığa çıkartır. Üstelik bu
modeller, büyük miktarda heterojenlik ve varyasyon gösterse de (örn, sosyalist,
emperyalist, otoriteryan, sosyal-demokrat, ya da “bağımlı” devletler) yine de
onların aksiyomlara bağımlılıkları, ilişki modellerini eş biçimli yapar (bütün
devletler öyle veya böyle piyasa için üretim aksiyomuna cevap verirler).
Aksiyomatik sistem, genellikle yeni aksiyomlar veya sistemin gözden
geçirilmesini isteyen “karar verilemez önermeler” ürettiğinden dolayı, bir diyalektik bütünlük
değildir. Gücü sisteminkinden daha büyük olan varlıklar (ör: sayılamaz sonsuz seriler)
tarafından sekteye uğratılmıştır ve böylece ihlal bir dışarının üzerinde açığa
çıkar. </span></div>
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Kapitalist aksiyomatiği en dehşetli baskı aygıtı yapan, aşkınlığın
uygulanması veya bütünleştirici faaliyet olmaksızın akışları çekmek ve kontrol
etmek kapasitesidir. Kapitalist aksiyomatiğin başka türlü ölçülemez ve ilişkiye
sokulamaz kodsuzlaşmış akışlar arasındaki ilişki ve bağıntıları kurma gücü ve
bu akışları genel bir eşbiçimliliğe (ör: bütün özneler mutlaka piyasa için üretim
yapmalıdır) tabi kılması, Deleuze ve Guattari’ye, artık hiçbir despot veya
aşkın bir figüre göndermeyen, tamamıyla kendi kişisizliğiyle kendini daha
acımasız yapan makinesel işleyişin yeniden başlamasını -yurttaşlığın, egemenliğin
ve yasallığın ötesinde- önermelerinde yol gösterir. Mademki, işleyişin tarzı olarak, öznel inançları ve insan davranışını tamamen bypass edebiliyor,
iktidarın doğrudan “bölünmüş” madde üzerinde uygulandığı yerde, böyle bir aksiyomatik bizi disiplin
toplumundan, denetim toplumuna taşır. Sadece akışları kaçırmaya ve hatta
aksiyomatiğe boyun eğdirmeye devam etmekle kalmayan, kapitalizmin küresel ve
niteliksiz öznelliği, asla mutlak yersizyurtsuzlaşmaya ulaşamaz ve o her zaman
toplumsal tabiyetin ulus-devlet biçiminde ve ilişki tarzlarının düzeyinde yeryurtların bir tam teçhizatıyla formlarıyla beraberdir.</span></div>
<div class="MsoNormal">
</div>
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
</div>
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">[Çevirenin notu: Bu metin Adrian Parr'ın editörlüğünü yaptığı, The Deleuze Dictionary'den çevrilmiştir. Çeviride katkı sunmak isteyenler mesaj veya yorum olarak yazabilirler.]</span></div>
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;"><br /></span></div>
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Çev: Oğuz Karayemiş</span></div>
Oğuz Karayemişhttp://www.blogger.com/profile/10640841576106590503noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-32773959370114988932013-08-20T12:37:00.002-07:002014-11-02T14:44:47.401-08:00Felsefenin Hazları - Brian Massumi<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<i>[Brian Massumi, Gilles Deleuze ve Felix Guattari'nin Kapitalizm ve Şizofreni üstbaşlığını taşıyan ortak yazarlık projelerinin iki kitabının(Anti-Odipus ve Bin Yayla) İngilizce'deki çevirmeni ve ayrıca Deleuze ve Guattari üzerine de çalışan bir felsefecidir. İlk olarak Anti-Odipus'u yayınlayan Bilim ve Sosyalizm Yayınları şimdi de Brian Massumi'nin Kapitalizm ve Şizofreni için yazdığı kaotik ve mühim bir inceleme olan "Kapitalizm ve Şizofreni İçin Kullanıcı Rehberi"ni, Fahrettin Ege'nin çevirisiyle yayınladı. Biz de bu muazzam bir haritalama ve kullanma çabası olan kitabın ilk bölümü olan "Felsefenin Hazları"nı yayınevi ve çevirmenin izniyle buradan paylaşıyoruz. Yayınevine ve çevirmene en içten teşekkürlerimizle...]</i></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
İki isim, iki kitap, iki yazar: Kapitalizm ve Şizofreni, Gilles Deleuze ve Félix Guattari’nin kaleme aldığı Anti-Ödipus (1972) ve Bin Yayla’nın (A Thousand Plateus) (1980) paylaştığı ortak alt başlıktır. İki cilt, tonda, içerikte ve kompozisyonda öylesine farklıdır ki, alt başlığın ikinci sözcüğünün harika bir tasviri gibidirler. Bu kitabın da o ölçüde olması umut edilmiştir.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
Deleuze ve Guattari’nin ele aldığı “şizofreni” patolojik bir durum değildir. Onlara göre, klinik şizofrenin onu takatsiz bırakacak şekilde dünyadan sökülmesi, tahayyül edilmeyen yollara onu yerleştirmek için uygulanan baskıcı bir çabadır. Olumlu süreç olarak şizofreni ise yaratıcı bağlantıdır, geri çekilmekten ziyade genişlemedir. Onun ikiliği, bir çokluğa doğru intikaldir. Birinden diğerine (ve diğerine…). Bir isimden ya da kitaptan ya da yazardan diğerine (ve diğerine…). Başıboş olarak değil. Deneysel olarak. Fikirlerin intikali, ancak eğer her adımında fikirlerden eyleme uzanan bir intikal ise sonuç verici bir şekilde genişleyicidir. Şizofreni, kavramların pragmatik çoğalımı lehine yaşamın sınırlarının genişlemesidir.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
Şizofreni, ondan “muzdarip” olanlar gibi, birçok isimle ilerler. “Felsefe” bunlardan bir tanesidir. Herhangi bir felsefe değil. Piç bir tanesi. Meşru felsefe, “despotun gölgesinde”[1] konuşan ve devletle tarihsel bir suç ortaklığında olan, saf aklın hizmetindeki “bürokratların” işidir. “Etkili bir şekilde zihinde işleyen… tam bir tinsel… mutlak devleti” icat ederler. Onlarınki, egemen bir yargının, “sağduyu” tarafından meşrulaştırılan sabit öznelliğin, kaya gibi katı bir özdeşliğin, “evrensel” hakikatin ve “beyaz” adamın adaletinin söylemidir. “Dolayısıyla onlardaki düşünsel çaba, hakim anlamlamaları ve yerleşik düzenin ihtiyaçlarını da içerecek şekilde, gerçek devletin amaçlarıyla uyumludur.”[2]</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
Gilles Deleuze işte bu felsefe okulu içinde yetişti. En erken kitaplarının başlıkları felsefe devlerinin biyografilerinin okunmasına yöneliktir. “Beni o dönemde yakalayan şey, felsefe tarihini bir tür arkadan-duhul olarak göz önüne almaktı, veya aynı anlama gelmek üzere, bu saf bir tasavvurdu. Kendimi bir yazara arkadan yaklaşıyormuşum gibi, ve tam da onun olacak ama öte yandan ucube olacak bir yavruyu ona veriyormuşum gibi imgeliyordum.”[3] Hegel hariç; mutant bir döle bile değmeyecek kadar bayağıdır. Kant’a ise “bir düşmana” yöneltilen samimi bir çalışma ithaf etmiştir.[4] Deleuze’ün devlerle flörtü yine de çok değerlidir. Birbirlerine sadece, devlet felsefesine karşıtlıkları yoluyla bağlı olan düşünürlerin yetim bir çizgisini keşfetmiştir (ki bu devlet felsefesi, kendi ölçütlerinde onlara ancak minör konumlar tahsis eder). Lucretius’tan Hume, Spinoza, Nietzsche ve Bergson’a “olumsuzluğun eleştirisi, neşenin yeşertilmesi, içsellikten nefret, kuvvetlerin ve ilişkilerin dışsallığı, gücün ifşası tarafından tesis edilen gizli bir bağ”[5] yürürlüktedir. Deleuze’ün kendi sesinden yazılmış ilk önemli metinleri, Différence et répétition (Fark ve Tekrar) (1968) ve The Logic of Sense (Anlamın Mantığı) (1969), bu “göçebe” düşünce çizgisini çağdaş teori ile çapraz döllemiştir. Mayıs 1968’in öğrenci-işçi ayaklanmasının heyecanı, ve bu durumun toplumda entelektüelin rolünün yeniden gözden geçirilmesini teşvik etmesi[6], Deleuze’ü bu yazarlarda hala aşikar olan “hantal akademik aygıtı”[7] reddetme noktasına getirmiştir. Yine de, onlar yoluyla hazırlamış olduğu “fark felsefesinin” birçok öğesi sürmekte olan ortaklığa nakledilmiştir, ve bunun son ürünü Bin Yayla’dır.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
Félix Guattari sahadaki bir psikanalisttir ve ömrü boyunca bir politik aktivist olmuştur. 50’lerin ortalarından itibaren, Lacancı analist Jean Oury tarafından kurulmuş deneysel psikiyatri kliniği La Borde’da çalışmıştır. Guattari’nin kendisi Lacan’ın ilk öğrencileri arasındaydı, ve her ne kadar Lacan’ın Freudcu Okuluyla ilişkisini kesmemişse de, La Borde’da uygulanan grup terapisi onu çok farklı bir yöne çekmiştir. La Borde’daki amaç, bir bütün olarak toplumdaki güç ilişkilerinin kolektif bir eleştirisini üretecek şekilde, herkesin deneyiminin tam olarak ifade edileceği interaktif bir grup lehine doktor-hasta hiyerarşisini yıkmaktı. “Merkezi perspektif… otomatik olarak rollere veya sterotiplere düşmeyen, ama deliliğin veya nevrozun en radikal ve temel yabancılaşmalarını açığa çıkaran metafiziksel türden temel ilişkilere açılan insan ilişkilerini desteklemek”[8] ve onları devrimci pratiğe yönlendirmektir. 1960’dan sonra, Guattari bu radikal “kurumsal psikoterapiyi”[9] geliştirmeye adanan grup projelerinde yer almıştır, ve sonra İngiltere’de R. D. Laing’in ve İtalya’da Franco Basaglia’nın öncüsü olduğu uluslararası antipsikiyatri hareketi ile gergin bir ittifaka girişmiştir.[10] Psikanalizin Lacancı okulları psikiyatri karşısında zemin kazandıkça, analist ile aktarım-bağımlı analiz-edilen arasındaki sözleşmeye dayalı Ödipal ilişki de, geleneksel devlet hastanelerine yerleştirilen hastanın yasal köleliği gibi Guattari’nin hedefi haline gelmişti. Daha önceden sol partiler karşısındaki duruşunu psikanalize karşı uyarlamıştır: karşıtlık içinde bir aşırı-karşıtlık. Onun hiyerarşi-karşıtı tutumu Mayıs 1968 olaylarını öngörmüş, ve onu bu olaylardan doğan toplumsal hareketlerin (feminizm ve gay-hakları da dahil) erken bir partizanı kılmıştı.[11] Deleuze’le ilk kitabı Anti-Ödipus onun kanılarına felsefi bir ağırlık kazandırmış, ve savaş-sonrası Fransa’nın entelektüel hislerinden birini, ve tek tek ve çeşitli kombinasyonlarda zamanın hakim entelektüel eğilimlerini (1968’de dünyayı sarsmış, kendiliğinden ortaya çıkan popüler ayaklanmaların temel anarşist doğasına rağmen) temsil eden devletten-memnun ya da öncü-parti türünden Marksizm biçimleri ile okullar-kuran psikanaliz eğilimleri karşısında bu hissin canlı polemiklerini yaratmıştır. “Anti-Ödipus’un en tutulur sonuçlarından biri, onun psikanaliz ile uçtaki-sol partiler arasındaki bağlantıya kısa devre yaptırmış olmasıydı,” ki Deleuze ve Guattari orada analitik yargının yeni güçlü bir bürokrasisinin potansiyelini görmüştür.[12]</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
Kitabın polemik üslubu ve yazarlarının dönemin politik olaylarının içinde olduğunu gösteren işaretler, onun modası geçmiş, geçici bir eser olarak görmezden gelinmesinin bir bahanesi olarak kullanılmıştır. Anti-Ödipus’un hacmi ise buna karşın, bir toplumun tesis edilmesindeki kolektif “sentezlerin” ayrıntılı analizlerine ve kültürel oluşumların yeni bir tipolojisinin icat edilmesine ayrılmıştır. Elinizdeki çalışma, onun terminolojisini Deleuze ve Guattari’nin önceki ve sonraki kitaplarına bağlayarak Anti-Ödipus’un işte bu olumlu ve dayanıklı katkılarını öne çıkarmaya çalışacaktır. </div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
Birçok Fransız entelektüeli için Mayıs-sonrası hiperaktivizm, yerini 70’lerin ortasındaki çöküntüye, sonra dine bir geri dönüşe (Tel Quel) ya da politik muhafazakarlığa (Nouveaux Philosophes) bırakmıştır. Deleuze ve Guattari asla vazgeçmediler. Ne de basitçe eski polemikleri canlandırdılar. Yedi yıldan fazla bir sürede yazılmış Bin Yayla (1980), bir eleştiri olmaktan daha çok, şizofrenik ya da “göçebe” düşünce içinde süreduran kurucu bir deneyimdir.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
“Devlet felsefesi,” Platon’dan beri Batı metafiziğini yönlendiren temsili düşüncenin diğer adıdır, ama son çeyrek yüzyılda Jacques Derrida, Michel Foucault ve genel olarak yapısalcılık-sonrası teorinin elinde en azından kısa süreliğine bir gerilemeden muzdarip olmuştur. Deleuze’ün tanımladığı üzere[13], devlet felsefesi çifte bir özdeşlik üzerinde kurulmuştur: düşünen özne, ve bu öznenin yaratıp kendi sözde nitelikleri olan aynılık ve sabitliği tahsis ettiği kavramlar. Bu öznenin, ona ait kavramların, ve kavramların tatbik edildiği “dışsal” nesnelerin ortak içsel bir özü vardır: özdeşlik temelinde kendine-benzerlik. Temsili düşünce analojiktir; onun işi, bu simetrik yapılandırılmış araziler arasında bir mütekabiliyet tesis etmektir. Yargı yetisi, üç terimden her birinin sahiden de kendisi olduğunu temin ederek analojinin polis gücü olarak hizmet görür, ve böylece doğru mütekabiliyetler elde edilir. Onun ereği düşüncede hakikat, eylemde adalettir. Bunlar için kullandığı silahlar sınırlayıcı paylaştırım (her bir terimin, diğerlerinden tezat-ayrışması vasıtasıyla, sahip olduğu dışlayıcı mülkiyet kümesinin belirlenmesi: logos, yasa) ve hiyerarşik sıralamadır (bir terimin kendine-benzerliğinin yetkinlik derecesinin, yüksek bir standart, İnsan, Tanrı, veya Altın [değer, ahlak] ile ilişkili olarak ölçülmesi). Modus operandi olumsuzlamadır: x = x = y-değil. Özdeşlik, benzerlik, hakikat, adalet, ve olumsuzlama. Düzen için akılcı temellendirme. Yerleşik düzen elbette: filozoflar geleneksel olarak devletin memurları olmuşlardır. Felsefe ile devlet arasındaki gizli anlaşma en aşikar bir şekilde on dokuzuncu yüzyılın hemen ilk on yılında, Avrupa ve A.B.D. boyunca yüksek eğitimin modeli haline gelecek Berlin Üniversitesi’nin kuruluşu ile canlandırılmıştır. Onun Wilhelm von Humboldt tarafından ortaya koyulan hedefi (Fichte ve Schleiermacher’in önerileri temel alınmıştır) “her şeyi temel ilkeden türetmek” (hakikat), “her şeyi ideal olana bağlamak” (adalet) ve “bu ilkeyi ve bu ideali tek bir İdea’da birleştirmek” (devlet) ile elde edilecek olan, “ulusun tinsel ve ahlaki olarak terbiyesi” idi. Son ürün, “bilgi ve toplumun tam bir meşru öznesi”[14] olacaktı─devletin üstün zihninde ahlaki olarak birörnek haline getirilen, analojik olarak organize edilmiş küçük bir devlet olarak her zihin. Prusyalı zihin-kaynaşması.[15] Üniversite ile hükümet arasında bugünün çok iyi bilinen pratik işbirliğinden (araştırmalar için gitgide büyüyen askeri finansman) bile çok daha sinsi bir şey, temsili düşüncenin biçiminin, ve toplumsal sistemin her düzeyinde daimi olarak yeniden-üretilen ve her düzeye yayılan “doğru tinsel mutlak devletin” (milliyetçilik ve iyi yurttaşlık) yaygınlaştırılmasında onun felsefi rolüydü. Onun kurum-temelli yaygınlaştırılmasından yine çok daha sinsi bir şey, devlet-biçiminin doğrudan merkezi bir telkine başvurmadan kendisini yaygınlaştırma yeteneğidir (liberalizm ve iyi yurttaşlık). Yine daha sinsi bir şey, şimdiki vaziyet üzerinde hüküm süren süreçtir; ki şimdiki durumda, devlet-biçimiyle alay edercesine ulusal ve kişisel özdeşliğin ahlaki ve felsefi temelleri parçalanmıştır─ama sanki onlar yollarına devam etmemişken, dünya dönmeye devam ediyor (yeni-muhafazakarlık ve kinik doymazlık).</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
Hélène Cixous ve Luce Irigaray gibi yapısökümden-etkilenmiş feministler, “fallogosentrisizm” adı altında devlet-felsefesine saldırmışlardır (kaya gibi katı özdeşliğin en imtiyazlı modeline elbette). Bin Yayla’nin girişinde Deleuze ve Guattari bunu düşüncenin “ağaçsı” modeli olarak tarif eder (uzanan dalları altında çağdaş Platon’ların kendi işlevlerini ifa ettiği mağrur ve dik ağaç).</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
“Göçebe düşünce,” kendisini düzenli içselliğin tasavvuruna yerleştirmez; dışsallığın bir öğesi içinde serbestçe yol alır. Özdeşlikte istirahat etmez; farkı sürer. Temsilin üç arazisi, özne, kavram, ve varlık arasındaki yapay ayrıma riayet etmez; kısıtlayıcı analojinin yerine hiçbir bağı bilmeyen bir iletkenlik koyar. Yarattığı kavramlar yasa koyucu bir öznenin ebedi biçimini yansıtmaz, ama iletişime geçirilebilmeye muktedir bir kuvvet tarafından tanımlanırlar, öyle ki, bu kuvvetle ilişkili bir özneye sahip oldukları söylenebildiğinde bu sadece ikincildir. Dünyayı yansıtmaktan ziyade, şeylerin değişken bir durumuna dahil olmuşlardır. Bir kavram bir brikettir. Aklın adliyesini inşa etmek için kullanılabilir. Veya pencereden aşağı fırlatılabilir. Briketin öznesi nedir? Onu fırlatan kol mu? Kola bağlı gövde mi? Bedendeki beyin mi? Beden ile beyni böylesi bir kavşağa getirmiş durum mu? Hepsi ve yukarıdakilerden hiçbiri. Nesnesi nedir? Pencere mi? Bina mı? Binanın koruduğu yasalar mı? Yasalarda katılaşmış sınıfsal veya başka türden güç ilişkileri mi? Hepsi ve yukarıdakilerden hiçbiri: “Bizi ilgilendirense durumlardır.”[16] Çünkü serbest kullanımında kavram, geçici bir kavşaktaki bir durumlar kümesidir. O bir vektördür: verili bir hızda, verili bir yönde, uzamda hareket eden bir kuvvetin uygulanma noktası. Kavramın kendisinden başka bir öznesi ya da nesnesi yoktur. O bir edimdir. Göçebe düşünce, temsilin kapalı eşitliği (x = x = y-değil, Ben = Ben = sen-değil) yerine açık bir eşitlik koyar: … + y + z + a + … (… + kol + briket + pencere + …). Dünyayı ayrık öğeler olarak analiz etmekten, onların çokluğunu düşünümün Bir[ine] (=İki[sine]) indirgemekten, ve onları mevkilerine göre sıralamaktan ziyade, farklı durumların bir kümesini tahrip edici bir darbede toparlar. Heterojenliklerini silmeden ve gelecekteki bir yeniden-düzenlemenin potansiyeline mani olmadan, öğelerin bir çokluğunu sentezler. Göçebe düşüncenin modus operandi[si] olumlamadır, aşikar nesnesi olumsuzken bile. Kuvvet, güç ile karıştırılmamalıdır. Güç, kuvvetin ehlileştirilmesidir. Vahşi durumlarında kuvvet, sınırları kırmak ve yeni ufuklar açmak için dışarıdan gelir. Güç ise duvarlar örer.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
Göçebe düşüncenin uzamı, devlet uzamından niteliksel olarak farklıdır. Yeryüzüne karşı hava. Devlet uzamı “çizgilidir” veya hatlıdır. Hareket kendi içinde, yerçekimi vasıtasıyla yanal düzlemde dizginlenmiştir, ve sabit ve fark edilebilir noktalar arasında yolaklar kurulması amacıyla bu düzlemin düzeni tarafından sınırlandırılmıştır. Göçebe düzlemi ise “pürüzsüzdür” ya da açık uçludur. Birisi herhangi bir noktadan kalkıp bir diğerine gidebilir. Onun dağıtım tarzı nomos[dur]: birisini kapalı bir uzamda sabitlemenin logos[una] (kaleyi korumak) karşıt olarak, onu açık bir uzamda düzenlemek (sokağın başını tutmak).</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
Kapitalizm ve Şizofreni, düşüncenin pürüzsüz bir uzamını inşa etme çabasıdır. Böylesi bir girişimin ilk örneği değildir. Spinoza göçebe düşünceyi “etik” olarak adlandırır. Nietzsche ona “şen bilim” der. Artaud ise “taçlı anarşi.” Maurice Blanchot’a göre o “edebiyatın uzamıdır.” Foucault’ya göre “dışarının düşüncesi.”[17] Deleuze ve Guattari aynı zamanda “pragmatik” ve “şizoanaliz” terimlerini kullanır, ve Bin Yayla’nın girişinde rezil bir ağacın köklerini boğan rizom bir şebekeyi tarif ederler. Kitabın önemli noktalarından birisi şudur ki, göçebe düşünce felsefe ile sınırlandırılamaz. Daha doğrusu, birçok farklı biçimle gelen şey felsefenin bir türüdür. Sinemacılar ve ressamlar, kendi ortamlarının potansiyellerini araştırdıkları ve herkesin geçtiği yollardan saptıklarınca felsefi düşünürlerdir.[18]Mutlak biçimsel bir düzeyde, pürüzsüz yüzeylerin en pürüzsüzünü yaratanlar matematik ve müziktir. Aslında, Deleuze ve Guattari olasılıkla felsefenin kısılmış bir biçimi olarak müzikten ziyade, içeriğiyle birlikte felsefenin müziğine meyledeceklerdir.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
Deleuze, Kapitalizm ve Şizofreni’nin bir plağın dinlenilmesi gibi okunmasını tavsiye eder.[19] Bir plağa, almanız ya da bırakmanız gereken kapalı bir kitap olarak yaklaşmazsınız. Sizi her zaman soğukta bırakacak kesilmeler vardır. Dolayısıyla oraları atlarsınız. Başka kesilmeleri ise defalarca dinleyebilirsiniz. Sizi takip ederler. Günlük işlerinize devam ederken soluğunuzun altında onları mırıldanırken kendinizi bulursunuz. Kapitalizm ve Şizofreni açık bir sistem olarak tasarlanmıştır.[20] Son sözü söylemeye niyetlenmez. Yazarlarının umudu ise aksine, okurlarının günlük yaşamlarının melodilerine yeni notalar ekleyerek, bu öğelerin onların belirli bir kısmında kalacağıdır.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
Metnin her bir dilimi, ya da Kapitalizm ve Şizofreni’nin ikinci cildinin diliyle her bir “yayla”sı, disipliner yapıların bir çeşitlemesinden çekilip çıkarılan parçalı briketlerin bir orkestrasyonudur. Vektörlerinin kavsini tarif eden bir bükülmeyi onlara veren eski mevkilerinin izlerini taşırlar. Vektörlerin geçici bir kavşakta yakınsaması gerekir, ama hareketli parçaların açık bir dengesi olarak sürdürülen, içinde her birinin kendi yörüngesine sahip olduğu bir tanesinde. “Yayla” sözcüğü Gregory Bateson’un Balinez kültürü üzerine olan bir denemesinden gelir, ki burada Batı’nın orgazmik yöneliminden oldukça farklı bir libidinal ekonomi keşfeder.[21] Deleuze ve Guattari’ye göre bir yaylaya, koşullar, bir istirahat durumuna önayak olan bir zirvede otomatik olarak sefahate ermeyecek bir yoğunluk noktasına bir etkinliği getirmek için birleştiğinde varılır. Enerjilerin yükselişi, bağlantıya girmiş herhangi bir sayıda güzergahın varolabileceği yoğun durumların bir örgüsünü yaratarak, başka etkinliklerin içinde yeniden etkinleştirilebilen veya onlara zerk edilebilen kendi dinamizminin bir tür kalıcı imgesini bırakmak için yeterince sürdürülür. Deleuze ve Guattari’nin yazma usulündeki her dilim, düşüncede bu türden bir yoğun durumu inşa etmek için kavramsal briketleri böylesi bir tarzda birleştirir. Birleştirmenin yapıldığı tarz, onların “tutarlılık” olarak adlandırdıkları şeyin bir örneğidir─homojenlik anlamına gelecek şekilde değil, ama ayrık öğelerin bir arada tutulması olarak (“üslup” olarak da bilinir).[22] Bu anlamda, dinamik bir-arada-tutma ya da kompozisyon tarzı olarak bir üslup, sadece yazı ile sınırlı değildir. Sinemacıların, ressamların ve müzisyenlerin üslupları vardır, matematikçilerin de vardır, kayaların üslupları vardır, ve aletlerin de, ve teknolojilerin, ve tarihi dönemlerin, hatta─özellikle de─anlık olayların. Bin Yayla’nın her bölümü bir tarih taşır, çünkü her biri başka zamanlarda başka ortamlarda varolmuş bir dinamizmi yeniden tesis etmeye çalışır. Tarih, belirli bir dinamizmin maddede en saf somutlaşmasını bulduğu, diğer tarzların katılımından en çok bağımsız olduğu ve en yüksek yoğunluk derecesine ulaştığı noktaya tekabül eder. Bir parlamadan fazla sürmeyen şeye; çünkü dünya uzlaşmaz yoğunluklara nadiren yer verir, çünkü daha genel olarak, ölmeyi reddeden eski tarzların entropik bir çöplüğüdür. </div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
Okur, her bir kesiti onun pürüzsüz yüzeyinin kompozisyonundan doğan yaylaya doğru takip etmeye, ve bir yayladan sonrakine ister istemez hareket etmeye davet edilir. Ama bu, zirveleri görmezden gelmek kadar iyidir. Özellikle hoşunuza giden bir kavramı alır ve onunla onun bir sonraki belirimine sıçrarsınız. Geri dönmeye meylederler. Bazıları bunu tekrarlayıcı olarak adlandırabilir. Deleuze ve Guattari nakarat der.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
Okur bilhassa, bir dinamizmi kitabın dışına taşımaya ve onu harici bir ortamda, örneğin resimde ve politikada somutlaştırmaya davet edilir. Deleuze ve Guattari diğer disiplinlerden araklamaktan zevk alırlar ve aldıklarını geri öderlerken çok daha mutludurlar. Deleuze’ün bir kavram için bulduğu imge bir briket değil ama bir “alet çantasıdır”[23] Kendi felsefe tarzını “pragmatik” olarak adlandırır, çünkü amacı, dahil olduğunuz veya olmadığınız bir inanç sistemine ya da bir önermeler mimarisine eklenen kavramların değil, ama bir kaldırma enerjisini sarmalayan istemli bir eldeki manivelanın tarzıyla, bir potansiyeli sıkıştıran kavramların icadıdır.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
Deleuze ve Guattari’ye ait bir kitaba yaklaşmanın en iyi yolu, onu bir mücadele olarak okumaktır: içinde bağlantıya girmiş herhangi bir sayıdaki, en çok sayıdaki güzergahın varolabileceği yüksek durumların bir örgüsünü yaratarak, size ve etrafınızdakilere kendi yaşamlarınızı inşa etme imkanı veren sahipsiz uzamları bir yoğunluk yaylasına (başka manzaralara yeniden zerk edilebilecek kendi dinamizminin kalıcı imgelerini bırakabilen bir yoğunluk yaylasına) açmak. Bazıları bunu gelişigüzel olarak adlandırır. Deleuze ve Guattari devrim der.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
Soru şu değildir: Doğru mu? Ama şudur: Çalışıyor mu? Hangi yeni düşünceleri düşünebilme olanağı yaratmaktadır? Hangi yeni hissetmeleri hissedebilme olanağı yaratmaktadır? Bedene hangi duyumsamaları (sensations) ve algılamaları (perceptions) açmaktadır?</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
Projesinin önemli bir parçası, okurları Deleuze ve Guattari’nin kendi yazdıklarına intikal ettirmek olacağı için bu kitap bir giriştir. Bir özet mahiyetindeki ama tamamlanmış bir açıklama ya da güvenilir bir eleştiri anlamında bir giriş değildir. Buradaki güzergah oldukça seçicidir. Bazı anahtar Deleuze-Guattarici terimler hiç mi hiç belirmeyecekler. Geçerken kullandıkları bazı sözcükler ise anahtar terimler olacaklar. Akıntı, onlardan olduğu kadar “orijinallerden” de sapacak.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
Bir sonraki adım, Kapitalizm ve Şizofreni’yi yazarlarının tavsiye ettiği tarzda yürürlüğe koyma çabasıdır. Tam bir plak gibi değil gerçi: çeşitlemeleriyle. Belki de (kendimi övüyorum) bir canavar yaratmış olacaktır.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
Kitap ilerledikçe Deleuze ve Guattari’den sapmalar çok daha belirgin olacak. Birçok pasaj taşıdığı tonda açık ve açıklayıcıdır, birçok başkası farklı ve özeldir (idiosyncratic). Bu sonrakiler, okuru açıklayıcı pasajların otoritesine hatalı olarak yönlendirecek güveni parçalamak için yeterli olmalıdır.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
“Bilgece aygıt” mümkün olduğunca notlara sıkıştırılmaya çalışıldı. Metnin bedenindeki gelişmelerin “orijinal” Deleuze ve Guattari’ye nasıl bağlandığını merak eden okurlar ipuçları için bu notlara dönebilir. Birçok konu dışı söz yine oraya taşınmıştır,[24] taşkınlığın, ya da daha başlarken bir metni kaçmaktan alıkoymanın nasıl da güç olduğunun kanıtı.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[1] DESPOTUN GÖLGESİ: Gilles Deleuze, "Nomad Thought," s.148 [173].</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[2] Deleuze ve Parnet, Dialogues, s. 20 [13\ (çeviri değiştirildi). FELSEFE ile DEVLET'in ilişkisi için aynı zamanda bkz. A ThousandPlateaus, s. 374-80 [464-70\. Deleuze, Différence et répétition'da AKILCI FELSEFE[nin] geniş bir eleştirisini geliştirir: aynı zamanda bkz. "L'Image de la pensée" s. 169-217</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[3] UCUBE YAVRU: Deleuze, "I Have Nothing to Admit," s. 12 (çeviri değiştirildi); Pourparlers, s. 13.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[4] HEGEL: "Her şeyden daha fazla nefret ettiğim şey Hegelcilik ve Diyalektikti (a.g.e.). "Düşman" olarak KANT (a.g.e.). Bu konu için alıntılanan metin, Deleuze, Kant's Critical Philosophy.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[5] GİZLİ BAĞ: a.g.e.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[6] TOPLUMDA ENTELEKTÜELLER: Bkz. Deleuze'ün Foucault ile tartışması, "Intellectuals and Power," s. 205-17 [3-101]</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[7] AKADEMİK AYGIT: Deleuze, "I Have Nothing to Admit," s. 113 [14].</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[8] DELİLİĞİ AÇIĞA ÇIKARTMAK: Félix Guattari, "Sur les rapports infirmiers-médecinsT (1955), Psychan¬alyse et transversalité, s. 11.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[9] KURUMSAL PSİKOTERAPİ: Guattari, Psychanalyse et transversalité, s. 40, 173n, 288-89. Guattari'nin editörü olduğu Recherches dergisi, kurumsal analiz hareketinin sözcüsüydü. Recherches’in 21. sayısı (Mart- Nisan 1976), La Borde'un kolektif olarak kaleme alınmış bir tarihidir.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[10] ANTİ-PSİKİYATRİ: İlişkiler gergindi çünkü Guattari, Laing'in katılımcı çözümünün genişletilmiş bir Ödipal aileyi yeniden tesis ettiğine inanmış (Guattari, "Mary Barnes, or Oedipus in Anti-Psychiatry," Molecular Revolution, s. 56-58 [La Révolution moléculaire (1977), s. 132-34]), ve Basaglia'nın zihinsel hastalık ile toplumsal yabancılaşmayı birbirine uyarladıktan sonra delilik için her türlü kurumu görmezden gelişini eleştirmişti (.Psychanalyse et transversalité, s. 264). Okurlar, The Molecular Revolution'un çevirisine dikkatle yaklaşmalıdır: Guattari'nin özgül terminolojisi özensizce çevrilmiş veya tahrif edilmiştir.)</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[11] GAY-HAKLARI HAREKETİ: 1973'de Guattari, Recherches’in (sayı: 12) homoseksüellik sayısını yayınlayarak, "toplumsal edebe tecavüz" etmeyi denemiş ve cezalandırılmıştır. Tüm kopyaların imha edilmesine hükmedilmiş (La Révolution moléculaire, s. 11 On), ama bu sayı sonradan Trois milliards de pervers ismiyle yeniden basılmıştır.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[12] AKLIN SOL BÜROKRASİSİ: La Révolution moléculaire (Recherches), s. 144. Solun dogmatik "grupçuklar" içine saçılışı ve kişilik kültlerine dayalı Lacancı okulların amip benzeri çoğalışı, bürokratizmin hücumunu müzmin kılmış ama bu karışımın nüfuzunu yanlış temsil etmiştir. Guattari'nin kendisi politik yaşamına ellili yılların başında iki ayrı Troçkist fraksiyona üyeliğindeki hızlı kalkışmalarla başlamıştır (Psychanalyse et transversalité, s. 268-71).</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[13] DEVLET FELSEFESİ: Différence et répétition, s. 49-55, 337-49.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[14] YASAL ÖZNE: Lyotard, The Postmodern Condition, s. 32-33.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[15] PRUSYALI ZİHİN KAYNAŞMASI: Jürgen Habermas'ın "konsensüs" fikri, bunun yenilenmiş, geç-modern bir sürümü olarak görülebilir.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[16] DURUMLAR: Deleuze, Pourparlers, s. 39-40.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[17] DIŞARININ DÜŞÜNCESİ: Deleuze'ün sıkça alın¬tıladığı, Foucault'nun Blanchot üzerine olan makalesine bakınız: "The Thought from Outside."</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[18] PÜRÜZSÜZ UZAM ve ÇİZGİLİ UZAM terimlerini aslında Pierre Boulez icat etmiştir: bkz. A Thousand Plateaus, s. 477-78 [596-97].</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[19] BİR PLAĞIN DİNLENİLMESİ: Dialogues, s. 3</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[20] AÇIK SİSTEM: Deleuze, Pourparlers, s. 48.</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[21] YAYLA: Bkz. A Thousand Plateaus, s. 158 [196]</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[22] Edebiyatta ÜSLUP için bkz. Deleuze, Proust and Signs, s. 142-50 [193-203]</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[23] ALET ÇANTASI: Deleuze ve Foucault, "Intellectuals and Power," s. 208 [5].</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
[24] Dünyanın yaratılışına dair, bkz. Alışkanlık, aşağıda 44. not. Öte yandan: açık içeriğine rağmen, bir UCUBE YAVRU üretmek amacıyla bir yazara arkadan yaklaşma olarak Deleuze'e ait felsefi imge anti-falliktir. Devlet-biçimli Fallogosentrik kimlikten uzakta yazma mücadelesi için fizyolojik erkekteki arzuyu ifade eder. Buradaki amaç, birinin Kendiliğinin bir diğerinin ilgisinin nesnesine dayatılması değildir (ataerkil yargının sadizmi). Bir yazarın kimliğini, sonradan gelenlerin kendilerininmiş gibi yeniden-üretmesi beklentisiyle, onu birine aitmiş gibi yeniden-üretmek de değildir (bir evlat edinme dizisi olarak şakirtliğin boğucu Ödipal normalliği: muallimden oğul sahibi olmak amacıyla onun oğlu olmak; metafiziksel kardeşliğin erkek-anneliği). Yaklaşım, erkekler arasındaki bağın ve kuşakların karşısındadır. Fikir, tanımlanabilir kimlikler—akademik türler—olarak iki yazarın gözden yittiği bir karşılaşma lehine, resmi olarak kabul gören entelektüel misyoner pozisyonundan (yüz yüze) kaçınmaktır. Amaç, karşılıklı bir mutasyon süreci içinde Bir ve İki[yi], Bir ve Öteki[yi] —kimliğin biçimini— yok etmektir. Kendine-benzerliğin dayatılmasına dair ataerkil imtiyazın icrasının reddi, erkek cinsiyetti bedenler tarafından erkek yaratıcılığının önceliğini kesmek, fallusun merkeziliğini yok etmek için bir girişimdir. Erkekler bir ucubenin babası olmak için buluşurlarsa, fallus, erkek kimliğinin teminatı olarak "doğal" işlevini bundan böyle ifa edemez. Deleuze'ün imgesi, "sapma[nın]" lafzi anlamı (Freud'un Ödipus kompleksine taktığı isim olan, bilinçdışına giden "kraliyet yolundan" sapmak) içinde fallik işlevi sapkınlaştırma arzusunu ifade eder. Bu kavşakların (sadist başkaldırının hadım edilmesi ile konformist yeniden-üretim arasındaki seçeneğin) üzerinden atlama ve daha az kullanılan patikalara dümen kırma arzusunu ifade eder-normalde ataerkil haritanın işaretlediği bölgeleri kapsar ama buralara kesinlikle sınırlandırılamaz. "Anti-Oedipus," çok biçimli olarak, yaratıcılığın hazzım yeniden talep etmeye dair "doğadışı" bir arzudur.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
Oğuz Karayemişhttp://www.blogger.com/profile/10640841576106590503noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-32115939711985552842013-05-21T11:02:00.003-07:002015-11-08T05:09:51.900-08:00"Halk"a karşı "Çokluk": Hobbes ve Spinoza<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; margin-right: 1em; text-align: left;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhrjzMKUVDKkhvSrk1pLTGpswtclkZCTS8lal8yG5-G-OxMl_6L9E2kwA6hvFrnNY2qr8VeUBL9ERKgauNRVILDskG9caRCsqgvpyOXZxdpR2le72TjH1C0m9CuQYPZic-CvDU4GQ-wFoU/s1600/paolo-virno-docente-di-filosofia-del-linguaggio-presso-lc2b4universitc3a0-roma-tre2.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="133" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhrjzMKUVDKkhvSrk1pLTGpswtclkZCTS8lal8yG5-G-OxMl_6L9E2kwA6hvFrnNY2qr8VeUBL9ERKgauNRVILDskG9caRCsqgvpyOXZxdpR2le72TjH1C0m9CuQYPZic-CvDU4GQ-wFoU/s200/paolo-virno-docente-di-filosofia-del-linguaggio-presso-lc2b4universitc3a0-roma-tre2.jpg" width="200" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Paolo Virno</td></tr>
</tbody></table>
<div style="text-align: justify;">
"Çokluk" kavramının çağdaş kamu alanına dair her özenli analizi için, daha tanıdık "halk" kavramına karşıt olarak, çok daha önemli bir araç olduğunu ileri sürüyorum. Unutulmamalıdır ki, "halk" ve "çokluk" kavramları arasındaki seçim, on yedinci yüzyıldaki pratik çekişmelerin (merkezi modern devletlerin kuruluşu, dini savaşlar vb.) ve teorik-felsefi tartışmaların merkezinde yer alıyordu. Yoğun çarpışmaların ateşinde şekillenen bu iki kavram, modern çağın politik-toplumsal kategorilerinin tanımlanmasında başat bir rol oynadı. Üstünlük sağlayan kavram "halk" kavramıydı. "Çokluk" ise yenilgiye uğramış olan kavram, kaybeden terim oldu. Birleştirici hayat biçimlerinin ve yakın zamanda kurulmuş büyük devletlerin tanımlanmasında, çokluk yerine artık halktan söz ediliyordu. Fakat bugün, uzun bir dönemin sonunda, eski tartışmanın bir kez daha açılıp açılmadığını, artık modern çağın politika teorisi radikal bir krize doğru ilerlediği için, bugün, daha önceleri mağlup olmuş bu kavramın sıra dışı bir canlılık gösterip göstermediği, böylelikle etkileyici intikamını alıp almadığını sormamız gerekir.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bu iki kutupluluğun, halkın ve çokluğun, herkesçe kabul edilen babaları Hobbes ve Spinoza'dır. Spinoza'ya göre <i>multitudo </i>(çokluk) tam anlamıyla <i>kamu sahnesinde</i>, kolektif eylemlerde, komünal ilişkilerin idaresinde, merkezcil bir hareket etme biçimi içinde buharlaşmadan, Bir'le bir bütün oluşturmadan <i>varlığını sürdüren bir çoğulluğa</i> işaret eder. Çokluk, çok olarak ya da yarık içinde kalmış değil, kalıcı bir biçim. Spinoza'ya göre, <i>multitudo </i>medeni özgürlüklerin üzerinde yükseldiği zeminin kendisidir (<i>Tractatus Politicus</i>). Hobbes çokluktan -ve ben burada, gereken özeni gösterdikten sonra, pek de bilimsel olmayan tutuklu bir sözcüğü kullanıyorum- <i>nefret eder</i>; ona öfke duyar. Tam da çok olarak görünen çok'un politik çoğullukta, "yüce imparatorluğun", başka bir deyişle, devlet olarak beliren <i>politik karar alma</i> tekelinin en büyük tehlikesini görür. Bir kavramın önemini anlamak için en iyi yol -burada çokluk kavramı için- bu kavramı onunla inatla savaşmış birinin gözünden incelemektir. Bir kavramın tüm içerimlerini ve nüanslarını anlayan kişi, bu kavramı teorik ve pratik ufuktan (deneyim ve bilgi sınırlarından) çıkarmak isteyen kişidir. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Hobbes'un nefret edilen çokluğu tasvir etme şeklinin kısa bir açıklamasını vermeden önce, burada izlenen amacın tam olarak belirlenmesi iyi olur. Çokluk kategorisinin (tam olarak can düşmanı Hobbes tarafından ele alındığı biçimde) günümüzün birtakım toplumsal davranışlarının açıklanmasında yardımcı olacağını göstermek istiyorum. "Halk" ve devlet (ulus-devlet, merkezi devlet vb.) yüzyıllarından sonra, modern çağın başlangıcında yürürlükten kaldırılan karşıt kutup, nihayet kendini gösterebilmek için geri döner. Çokluk, toplumsal, politik ve felsefi teorinin son çığlığı olarak görülebilir mi? Belki de. Bütün kayda değer fenomenler dizisi -dilbilimsel oyunlar, yaşam biçimleri, etik eğilimler, günümüz dünyasındaki üretimin göze çarpan özellikleri- eğer <i>çok</i>'un varlık tarzından kaynaklandığı görülemezse sadece yüzeysel olarak kavranabilir ya da hiçbir surette kavranamaz olarak kalır. Bu varlık biçimini incelemek için, daha çok kavramsal orkestrasyonun çeşitli türlerine başvurulmalıdır: antropoloji, dil felsefesi, politik ekonomi eleştirisi, etik. Bakış açısı sık sık değiştirilerek çokluk-kıtasının çevresinde dolaşılmalıdır. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bunlardan bahsettikten sonra, "çok"un varlık tarzı denen bu şeye kesin zekâlı bir muhalifin gözüyle, Hobbes'un tasvir ettiği şekilde kısaca bakalım. Hobbes'a göre nihai politik çatışma, çoklukla halk arasında gerçekleşri. Modern kamusal <i>ya</i> birini <i>ya da </i>ötekini ağırlık merkezi olarak alabilir. Her zaman tehditkâr olan iç savaş mantıksal formuna bu alternatifte sahiptir. Hobbes'a göre halk kavramı devletin varoluşuna sıkı sıkıya bağlıdır; dahası, bu kavram devletin bir yankısı, bir yansımasıdır: Eğer devlet varsa, o zaman halk da vardır. Devletin yokluğunda, halk da yoktur. Çokluk korkusunun uzunca ve geniş olarak açığa vurulduğu <i>De Cive</i>'de şunu okuruz: "<i>Halk</i> kendisine tek bir eylem atfedilebilecek, <i>tek iradeye</i> sahip, tek olan şeydir (<i>De Cive</i>, bölüm XII, kısım vii).</div>
<br />
<div style="text-align: justify;">
Hobbes'a göre çokluk "doğa durumu"nun, yani "politik bedene geçiş"ten önceki durumun ayrılmaz bir <br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhCjzjHO6bhjkJFQpE6RCMRI0E7DdwwG_GbCfuBmwFH-9b3ih4j_iUh3iBoRafvlnRExBIt1eG6lx2ZuTUVW7kfq9EJ84n1IJBOWDvF2TO60Ufsk0vDwWaTuJYXP1__MNeS_hCMSnl2A00/s1600/423901.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhCjzjHO6bhjkJFQpE6RCMRI0E7DdwwG_GbCfuBmwFH-9b3ih4j_iUh3iBoRafvlnRExBIt1eG6lx2ZuTUVW7kfq9EJ84n1IJBOWDvF2TO60Ufsk0vDwWaTuJYXP1__MNeS_hCMSnl2A00/s200/423901.jpg" width="134" /></a></div>
parçasıdır. Fakat uzak tarih, tıpkı kendini geçerli kılmak için geri dönen "bastırılmış deneyim" gibi, zaman zaman devlet egemenliğini sarsan krizlerde tekrar ortaya çıkabilir. Devletten önce "çok" vardı: Devletin kuruşundan sonra, tek bir amaçla donatılmış Tek-halk ortaya çıktı. Hobbes'a göre çokluk politik birlikten kaçınır, otoriteye direnir, süreklilik arz eden anlaşmaların tarafı olmaz, asla yasal kişinin <i>statüsü</i>ne ulaşamaz, çünkü hiçbir zaman kendi doğal haklarını egemene devretmez. Çokluk bu "devretme" işini gerçek varlık tarzı (çoğul karakteri aracılığıyla) ve davranış tarzı sayesinde engeller. Büyük bir yazar olarak Hobbes çokluğun nasıl devlet-karşıtı olduğunu, bununla birlikte tam olarak bu sebepten dolayı nasıl halk-karşıtı olduğunu hayranlık uyandırıcı bir incelikle vurgular: "Vatandaşları Siteye karşı kışkırtan Halk, başka bir deyişle Halk'a karşı Çokluk (a.g.y). İki kavram arasındaki karşıtlık bugün bir alana taşınır: Eğer halk varsa çokluk yoktur; eğer çokluk varsa halk yoktur. Hobbes'a ve devlet egemenliğinin on yedinci yüzyıldaki savunucularına göre, çokluk tamamen olumsuz bir sınır kavramıdır; başka bir deyişle devletsizlii destekleme riski taşımaktadır; bazen de "büyük makineyi" kilitleyebilecek bir enkazdır. Çokluk, işte böylesi olumsuz bir kavramdır: politik karar alma tekeli olarak devlet ile virtüel olarak çeliştiği ölçüde halk haline gelmeye yanaşmayan bir kavramdır; kısaca, "doğa durumu"nun uygar toplumda kusulmasıdır. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Paolo Virno, Çokluğun Grameri, çev. Volkan Kocagül, Münevver Çelik, Otonom Yayıncılık, Nisan 2013, s. 25-28</b></div>
Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/14742390432028082275noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-5193439462862884082013-04-24T00:53:00.000-07:002015-07-29T00:24:47.436-07:00Sert Bir Eleştirmene Mektup - Gilles Deleuze<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjnRBK0n3HNUKMELCzHM8umiR7cLaEbeXO1QrboRvKTdWKwHl4n09UOaV0iYN8ciLUA9HMgLLOpLpK76dJF4cNzfIWPNLM9H-UBsnp-yDIbl1a266dx0P22uE6kZwv7ciwrS3N2KIZNR1g/s1600/gilles-deleuze.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="274" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjnRBK0n3HNUKMELCzHM8umiR7cLaEbeXO1QrboRvKTdWKwHl4n09UOaV0iYN8ciLUA9HMgLLOpLpK76dJF4cNzfIWPNLM9H-UBsnp-yDIbl1a266dx0P22uE6kZwv7ciwrS3N2KIZNR1g/s400/gilles-deleuze.jpg" width="400" /></a>Hoşsun, akıllısın, kötü
niyetlisin, hatta kötülüğe eğilimlisin. Ha gayret... Zira bana en son
gönderdiğin ve kâh söylenilenlere kah bizzat senin düşündüklerine ikisini
harmanlayarak başvuran mektup, varsayılan rnutsuzluğumdan duyulan bir tür
sevinçtir. Bir yandan köşeye sıkıştığımı, her açıdan, hayatta, öğretmenlikte,
siyasette köşeye sıkıştığımı, yıldız müsveddesi olduğumu, bunun yine de çok
uzun sürmeyeceğini ve işin içinden çıkamayacağımı söylüyorsun. Diğer yandan her
zaman sizden geride olduğumu, sizin ey gerçek deneyciler ya da kahramanlar,
sizin kanınızı emdiğimi ve zehirlerinizi tattığımı, ama size bakarak ve sizden
yararlanarak hayatta kaldığımı söylüyorsun. Ben, bunların hiçbirini
hissetmiyorum. Gerçek ya da sahte şizofrenler o kadar canımı sıkıyorlar ki,
sevinç içinde paranoyaya dönüyorum. Yaşasın paranoya! Mektubunla bana biraz
hınç (köşeye sıkıştın, köşeye sıkıştın, "itiraf et"...) ile biraz da
vicdan rahatsızlığı (utanmıyorsun, geridesin...) değilse, ne aşılamak istiyorsun?
Bana söyleyeceğin yalnızca bu idiyse, hiç değmezdi. Benim hakkımda bir kitap
yazarak öcünü alıyorsun. Mektubun sahte bir merhametle ve gerçek bir öç alma
isteğiyle dolu.<br />
</div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Öncelikle, bu kitabı arzu edenin
ben olmadığımı yine de hatırlatayım. Sen kendi nedenlerini dile getiriyorsun:
"Mizah, firsat, para ya da toplumsal yükselme hırsı." Tüm bunların bu
şekilde nasıl tatmin edileceğini tam olarak anlamıyorum. Bir kez daha
söylüyorum, bu senin meselen ve kitabının benimle ilgili olmadığını, onu
okumayacağımı ya da daha sonra seninle ilgili bir şey olarak okuyacağımı sana
başından beri söyledim. Yayınlanmamış bir şey istemek için beni görmeye geldin.
Ve gerçekten seni hoşnut etmek için sana bir mektuplaşma önerdim: Ses kayıt
cihazına kaydedilen bir söyleşiden daha kolay ve daha az yorucu. Bu
mektupların, kitabından ayrı, bir tür ek gibi yayınlanması koşuluyla.
Anlaşmamızı biraz bozmak ve sana, "size yazacağım" diyen yaşlı bir
Guermantes, sürekli bugün git yarın gel diyen bir kahiri ya da genç bir şairden
öğütlerini esirgeyen bir Rilke gibi davranmış olmakla beni suçlamak için hemen
bu fırsattan yararlanıyorsun. Ey sabır! <o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
İyi niyetliliğin sizin en güçlü
yanınız olmadığı doğru. İnsanları ya da şeyleri hiç sevemeyeceğim, onlara hiç
hayranlık duymayacağım gün (fazla değil ama), kendimi ölü, öldürülmüş gibi
hissederim. Ama siz, sanki hepten hınç dolu doğmuşsunuz, sinsice göz kırpmakta
ustasınız, "bunu bana yapmayacaktın... Senin hakkında kitap yazıyorum, ama
sana göstereceğim...". Tüm olası yorumlar arasından genelde en kötü
niyetlisini ya da bayağısını seçiyorsunuz. İlk örnek: Foucault'yu seviyorum ve
ona hayranım. Onunla ilgili bir makale yazdım. Ve o da benimle ilgili yazdı ki
senin alıntıladığın cümle de o makalededir: "Gün gelecek, 20. yüzyıl belki
de Deleuze'cü bir yüzyıl olarak hatırlanacaktır." Yorumun: Birbirlerini
övgülere boğuyorlar. Öyle görünüyor ki, Foucault'ya olan hayranlığımın gerçek
olduğu, dahası Foucault'nun o küçük cümlesinin bizi gerçekten sevenleri
güldürüp diğerlerini kızdırmaya yönelik komik bir cümle olduğu aklına hiç
gelmiyor. Senin de bildiğin bir metin, goşizmin mirasçılarının doğuştan gelen
bu kötü niyetliliğini açıklar: "Cesaretiniz varsa, goşist bir topluluk
önünde kardeşlik ya da iyi niyetlilik sözcügiinü telaffuz etmeyi deneyin. Kendilerini,
orada olan ya da olmayan, dost ya da düşman herkese her şekilde öfke ve
saldırganlık gösterip onlarla alay etme konusunda sürekli ve hummalı bir
çalışmaya verirler. Söz konusu olan diğerini anlamak değil, onu
gözetlemektir."<a href="file:///C:/Users/O%C4%9Fuz%20Karayemi%C5%9F/Desktop/SERT%20B%C4%B0R%20ELE%C5%9ET%C4%B0RMENE%20MEKTUP.docx#_ftn1" name="_ftnref1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "Times New Roman","serif"; font-size: 12.0pt; line-height: 150%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-font-size: 11.0pt; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">[1]</span></span><!--[endif]--></span></a>
Mektubun gözetlemenin doruk noktası… Bir toplulukta şöyle diyen Fhar'dan<a href="file:///C:/Users/O%C4%9Fuz%20Karayemi%C5%9F/Desktop/SERT%20B%C4%B0R%20ELE%C5%9ET%C4%B0RMENE%20MEKTUP.docx#_ftn2" name="_ftnref2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "Times New Roman","serif"; font-size: 12.0pt; line-height: 150%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-font-size: 11.0pt; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">[2]</span></span><!--[endif]--></span></a>
bir tipi hatırlıyorum: Ya sizin vicdan rahatsızlığınız olmak üzere burada
olmasaydık... Birinin vicdan rahatsızlığı olmak biraz polisçe, tuhaf bir ideal…
Ve sen; hakkımda (ya da bana karşı) bir kitap yazmak üzerimde adeta bir güç sağladığını
düşündürüyor sana. Hiç de değil, Kendi hesabıma, vicdanımın rahatsız olması
olasılığı, beni başkalarının vicdan rahatsızlığı olmak kadar iğrendirir.<br />
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
İkinci örnek: Uzun ve kesilmemiş
tırnaklarım. Mektubunun sonunda, işçi ceketimin (doğru değil, o bir köylü
ceketi) Marilyn Monroe'nun pilili bluzuna, tırnaklarımın da Greta Garbo'nun
siyah gözlüklerine eşdeğer olduğunu söylüyorsun. Ve beni ironik ve kötü niyetli
tavsiyelere boğuyorsun. Tırnaklanma birçok kez değindiğın için sana
açıklayacağım. Tırnaklarımı annemin kestiği ve bu durumun Oidipus'a ve
hadımlığa bağlı olduğu (grotesk, ama psikanalitik bir yorum) her zaman
söylenebilir. Ayrıca parmaklarımın uçlan gözlemlendiğinde, genelde koruyucu
olan parmak izlerinin bende olmadığı fark edilebilir, öyle ki bir nesneye ve
özellikle bir kumaşa parmaklarımın ucuyla dokunmak, benim için uzun tırnaklarımın
korumasını gerektiren sinirsel bir acıdır (teratolojik<a href="file:///C:/Users/O%C4%9Fuz%20Karayemi%C5%9F/Desktop/SERT%20B%C4%B0R%20ELE%C5%9ET%C4%B0RMENE%20MEKTUP.docx#_ftn3" name="_ftnref3" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "Times New Roman","serif"; font-size: 12.0pt; line-height: 150%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-font-size: 11.0pt; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">[3]</span></span><!--[endif]--></span></a>
ve ayıklamacı yorum). Şu da söylenebilir ve doğrudur da, görünmez değil ama
algılanamaz olmak hayalimdir ve bu hayali cebime sokabileceğim tırnaklara sahip
olarak telafi ediyorum, öyle ki hiçbir şey bana tırnaklanma bakan birinden daha
şaşırtıcı gelmiyor (psiko-sosyolojik yorum). Son olarak şu söylenebilir:
"Yalnızca sana ait oldukları için tırnaklarını yemen gerekmez; tırnakları
seviyorsan, başkalarınınkileri ye, istersen ve yapabilirsen" (siyasal
yorum, Darien). Ama sen, en berbat yorumu seçiyorsun: Dikkat çekmek, Greta
Garbolaşmak istiyor. Her halükarda, hiçbir dostumun hiçbir zaman tırnaklarımı
fark etmemiş olması ilginçtir, kimsenin sözünü bile etmediği bir rüzgârın
taşıdığı tohumla orada rasgele bitmiş kadar doğal bulurlar onları. <o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; margin-right: 1em; text-align: left;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj-vHW9cS_TRYnGEDUdpqfmB3-u5275MwYyArBI7TpAakRXwBYH9lRpFj_hs_9ep4c3X1sjlmfYp1HLjrpkNMrb1UPYYYbXjf_KkYO1Ji98QUlgae0TYLrChQu0ThhlqSj8Dy2GQwfLKAE/s1600/975-8686-28-3.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img alt="" border="0" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj-vHW9cS_TRYnGEDUdpqfmB3-u5275MwYyArBI7TpAakRXwBYH9lRpFj_hs_9ep4c3X1sjlmfYp1HLjrpkNMrb1UPYYYbXjf_KkYO1Ji98QUlgae0TYLrChQu0ThhlqSj8Dy2GQwfLKAE/s400/975-8686-28-3.jpg" title="Müzakereler - Gilles Deleuze" width="272" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><a href="http://www.idefix.com/kitap/muzakereler-gilles-deleuze/tanim.asp?sid=XLZNSQ8JH00TV8QQHQ3B" target="_blank">Müzakereler - Gilles Deleuze</a></td></tr>
</tbody></table>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
İlk eleştirine dönüyorum, her
tonda tekrar tekrar şöyle diyorsun: Tıkandın, sıkıştın, itiraf et. Başsavcı.
Hiçbir şey itiraf etmiyorum. Sayende benim hakkımda bir kitap söz konusu olduğu
için, yazdıklarımı nasıl gördüğümü açıklamak isterim. Az çok felsefe tarihiyle
canı çıkarılmış bir nesle, son nesillerden birine aitim. Felsefe tarihi,
felsefe üzerinde açıkça baskıcı bir işleve sahiptir, tam anlamıyla felsefi
Oidipus'tur: "Şunu ve bunu, bunun hakkında şunu, şunun hakkında bunu
okumadığın sürece kendi adına konuşmaya cesaret etmeyeceksin herhalde!"
Benim neslimdeki birçok insan bundan kurtulamadı, diğerleri ise kendi
yöntemlerini ve yeni kurallar, yeni tarzlar icat ederek kurtuldu. Ben, uzun
süre felsefe tarihi "yaptım", falanca ya da filanca yazar hakkında
kitaplar okudum. Ama kendime birçok şekilde telafiler sunuyordum: Öncelikle, bu
tarihin rasyonalist geleneğine karşı gelen yazarları severek (ve bence
Lucretius, Hume, Spinoza, Nietzsche arasında, olumsuzun eleştirisi, sevinç
kültürü, içsellik nefreti, kuvvetlerin ve ilişkilerin dışsallığı, iktidarın
ihbar edilmesi, vs. ile oluşturulmuş gizli bir bağ vardır). Her şeyden önce,
Hegelcilikten ve diyalektikten nefret ediyordum. Kant hakkındaki kitabıma
gelince, o farklı, onu seviyorum, nasıl işlediğini, çarklarının neler olduğunu
göstermeye çalıştığım bir düşmanla ilgili bir kitapmış gibi yazdım onu -Us
mahkemesi, yetilerin ölçülü kullanımı, o kadar riyakâr bir itaat ki bize yasa
koyucular unvanı veriliyor. Ama bu devirde paçamı kurtarma biçimim, sanıyorum
ki özellikle, felsefe tarihini bir tür sodomi ya da günahsız doğum - ki bu da
aynı anlama gelir- olarak kavramaktır. Bir yazarın arkasına geçtiğimi ve
kendisine ait olduğu halde canavarı andıran bir çocuk yaptırdığımı hayal ederdim.
Onun çocuğu olması çok önemli, çünkü yazarın ona söylettiğim her şeyi gerçekten
söylemesi gerekiyordu. Ama çocuğun canavarı andırması, bu da gerekli, çünkü
bana pek zevk vermiş olan her tür merkez kaymasından, kaymalardan,
kırılmalardan, gizli yayınlardan geçmek gerekiyordu. Bergson hakkındaki kitabım
bana göre bu türün örneğidir. Ve bugün Bergson hakkında yazmış olmamı bile
başıma kakarak eğlenen insanlar var. Bu, onların tarihi yeterince
bilmediklerini gösterir. Bergson'un, başlarda, Fransız Üniversitesi'nde nasıl
nefret topladığını ve monden ya da monden olmayan her türden deliler ve
marjinaller için nasıl bir peşine takma hizmeti gördüğünü bilmezler. Ve
Bergson'a rağmen veya değil, bunun önemi yok. <o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Beni tüm bunlardan çekip çıkaran,
geç okuduğum Nietzsche'dir. Çünkü onu benzer bir muameleye maruz bırakmak
olanaksızdır. Arkadan çocukları size asıl o yapar. (Tersine, Marx'ın ya da
Freud'un asla kimseye vermediği) Sapkın bir zevk verir size: Herkes için kendi
adına basit şeyler söyleme; duygularla, yeğinliklerle, deneylerle, deneyimlerle
konuşma zevki. Kendi adına bir şey söylemek çok tuhaf bir şeydir; zira
kendinizi bir ben, bir kişi ya da bir özne sandığınız anda kendi adınıza
konuşmazsınız. Tersine, bir birey, en ağır kişilik yitimi uygulamasının
sonunda, onu bir uçtan öbür uca kat eden çokluklara, onu baştan sona dolaşan
yeğinliklere açık olduğunda gerçek bir özel ad elde eder. Böyle yeğin bir çokluğun
anlık kavranışı olarak ad, felsefe tarihinin gerçekleştirdiği kişilik yitiminin
tersidir; itaatle değil, sevgiyle kişilik yitimi. Bilmediklerimizin temelinden,
kendi azgelişmişliklerimizin temelinden konuşuruz. Bir üstünkörü tekillikler,
adlar, önadlar, tırnaklar, şeyler, hayvanlar, küçük olaylar bütünü haline
geldik: Bir yıldızın tersi. Sonunda bu değişen anlamda iki kitap yazmaya
başladım, Fark ve Tekrar ve Anlamın Mantığı. Kuruntuya kapılmıyorum: Hala
akademi aygıtıyla doludur, ağırdır, ama içimde sarsmaya, harekete geçirmeye
çalıştığım bir şey var, yazıyı bir kod olarak değil, bir akış olarak ele almak.
Fark ve Tekrar' da sevdiğim sayfalar var, örneğin yorgunluk ve düşüncelere dalma
ile ilgili olanlar, çünkü görünüşe rağmen canlı yaşantıya ait sayfalardır. Çok
ilerlemiyordu, ama hiç değilse başlamıştı.</div>
<div>
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg8BSMVelfixNctvy3DgC5qloMGU7kpbi_1UlkxBVhftcXsovUi74WI_XuvB8At6KZqu68V1ygVH6yXq_IJJDNWJXu6CZxqjxL2v3dMyD9SVSLZCI1gORWlThTb2H9dzGg906FU52SuM3Y/s1600/D&G.gif" imageanchor="1" style="clear: right; display: inline !important; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg8BSMVelfixNctvy3DgC5qloMGU7kpbi_1UlkxBVhftcXsovUi74WI_XuvB8At6KZqu68V1ygVH6yXq_IJJDNWJXu6CZxqjxL2v3dMyD9SVSLZCI1gORWlThTb2H9dzGg906FU52SuM3Y/s400/D&G.gif" width="300" /></a>Ve sonra Felix Guattari ile
karşılaştım ve birbirimizle anlaştık, birbirimizi bütünledik, birbirimizin
içinde kişiliklerimizi yitirdik, birbirimizle ayrıksılaştık, kısacası
birbirimizi sevdik. Bu, Anti-Oidipus'u verdi ve bu yeni bir ilerlemedir. Bu
kitaba karşı kimi zaman ortaya çıkan düşmanlığın biçimsel nedenlerinden
birinin, tam olarak iki kişi tarafından yazılmış olması değil de, insanların küskünlükleri
ve ayrılıkları sevmesi olup olmadığını soruyorum kendime. O zaman
ayırdedilemezi ayırdetmeye ya da her birimizin payına düşeni saptamaya
çalışıyorlar. Ancak her bir kişi zaten birden fazla kişi olduğu için, iki kişi
daha da çok insan yapıyor, bu herkes için böyledir. Ve kuşkusuz Anti-Oidipus'un
tüm bilgi aygıtından kurtulduğu söylenemez: Hala pek akademik, fazlasıyla
bilgecedir ve düşlenen pop-felsefe ya da pop-analiz değildir. Ama şuna
şaşırdım: Bu kitabı pek zor bulanlar, fazla kültüre sahip olanlardır, özellikle
de psikanalitik kültüre sahip olanlar. Şöyle diyorlar: Organsız beden nedir?
Arzu makineleri ne demektir? Tersine, az şey bilenler, psikanalizin bozmadığı
kimseler daha az sorunla karşılaşıyorlar ve anlamadıklarına kaygısızca boş veriyorlar.
Bu nedenle bu kitabın, en azından hukuken, on beş ile yirmi yaş arasındakilere
hitap ettiğini söyledik. Bir kitabı okumanın iki yolu vardır: Ya içerisine
kapatan bir kutu olarak düşünürüz kitabı, o zaman gösterilenleri ararız ve
sonrasında, daha da sapkın ya da bozulmuşsak, gösterenin peşine düşeriz.
Sonraki kitaba da, öncekinin içinde olan ya da sırasıyla onu içeren bir kutu
gibi davranırız. Ve onu açımlayacak, yorumlayacak açıklamalar arar, kitabın
kitabını yazarız, sonsuza kadar. Ya da diğer yol: Kitap küçük bir
anlamlandırmayan makine olarak düşünülür; tek sorun şudur: "Bu işliyor mu
ve nasıl işliyor?" Size göre nasıl işliyor? İşlemiyorsa, hiçbir şey olmuyorsa,
o zaman başka bir kitap alın. Bu diğer okuma, yeğinlikli bir okumadır: Bir şey olur
ya da olmaz. Açıklayacak, anlayacak, yorumlayacak bir şey yoktur. Elektrik
bağlantısı gibidir. Organsız bedenler: Kendi "alışkanlıkları"
sayesinde, kendi organsız beden edinme şekilleri sayesinde bunu hemen anlayan
kültürsüz insanlar tanıyorum. Bu diğer okuma şekli öncekinin karşıtıdır, çünkü
bir kitabı doğrudan doğruya dışarıya taşır. Bir kitap, çok daha karmaşık bir
dış makinedeki küçük bir çarktır. Yazmak, diğerleri gibi ve diğerlerine göre
hiçbir ayrıcalığı olmayan, diğer akışlarla, dışkı, sperm, söz, eylem, erotizm,
para, politika vs. akışıyla akıntı, karşı-akıntı, anafor ilişkisine giren bir
akıştır. Bloom gibi, bir elle kumun üzerine yazarken diğeriyle mastürbasyon
yapmak - bu iki akış ne gibi bir ilişki içindedir? Biz, bizim dışarımız, en
azından dışarılarımızdan biri, psikana1izden usanan belli bir insan kitlesi
(özellikle gençler) oldu. Senin gibi konuşmak gerekirse, "köşeye
sıkıştılar", zira az ya da çok kendilerini analiz ettirmeyi sürdürüyorlar,
şimdiden psikanaliz aleyhinde düşünüyorlar, ama onun aleyhinde psikanalitik terimlerle
düşünüyorlar. (Örneğin, asıl alay konusu, Fhar’daki oğlanlar, M.L.F.'deki<a href="file:///C:/Users/O%C4%9Fuz%20Karayemi%C5%9F/Desktop/SERT%20B%C4%B0R%20ELE%C5%9ET%C4%B0RMENE%20MEKTUP.docx#_ftn4" name="_ftnref4" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "Times New Roman","serif"; font-size: 12.0pt; line-height: 150%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-font-size: 11.0pt; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">[4]</span></span><!--[endif]--></span></a>
kızlar ve daha birçokları kendilerini nasıl analiz ettirebiliyorlar? Bu onları
rahatsız etmiyor mu? Buna inanıyorlar mı? Divanın üzerinde ne işleri olabilir?)
Bu akımın varlığıdır Anti-Oidipus'u mümkün kılan. Ve en aptalından en
akıllısına kadar psikanalistler bu kitaba genelde düşmanca ama saldırgandan
ziyade savunmacı bir tepki gösterdilerse, bu elbette ki yalnızca içeriği
nedeniyle değil, insanların "baba, anne, Oidipus, hadımlık, geçmişe
dönme" laflarının edildiğini duymaktan ve genelde cinsellikle ilgili ve
özellikle kendi cinsellikleriyle ilgili tam olarak zayıf bir imge önerildiğini
görmekten gitgide usandıkları bu büyüyen akım nedeniyledir. Denildiği gibi,
psikanalistler "kitleleri", küçük kitleleri dikkate almak zorunda
kalacaklardır. Bu anlamda psikanalizin lümpen proletaryasından gelen güzel
mektuplar, eleştirmenlerin makalelerinden çok daha güzel mektuplar alıyoruz.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Bir kitapla, kitabın
parçalanmasıyla, başka başka şeylerle, ne olursa olsun herhangi bir şeyle
işleyişe sokulmasıyla vs. hiç ilgisi olmayan herkes için dışarısıyla, akışa
karşı akışla, makineleri olan makineyle, deneyimlerle, olaylarla temas
halindeki bu yeğinlikli okuma tarzı, tutkulu bir tarzdır. Oysa sen kitabı tam
olarak öyle okudun. Mektubunun bana güzel, hatta oldukça güzel gelen bir
bölümü, onu nasıl okuduğunu, kendi hesabına onu nasıl kullandığını anlattığın
bölümdür. Yazık! Yazık! Neden hemen yeniden eleştirmeye başlıyorsun - bundan
sıyrılamayacaksın, ikinci cildinizi bekliyoruz, sizi hemen tanıyacağız...?
Hayır, hiç de doğru değil, şimdiden düşündük bile. Devamını yapacağız çünkü
birlikte çalışmayı seviyoruz. Ama bu hiç de bir devam niteliğinde olmayacak.
Dışarının yardımıyla, dilde ve düşüncede o kadar farklı bir şey olacak ki bizi
"bekleyen" insanlar şunu söylemek zorunda kalacaklar: Tamamen
delirdiler, ya da bunlar pislik, ya da devam etmeyi beceremediler. Hayal
kırıklığına uğratmak bir zevktir. Kesinlikle deli gibi görünmek istemiyoruz,
ama zamanı gelince kendi tarzımızda delireceğiz, bizi dürtmenin anlamı yok.
Anti-Oidipus'un, birinci cildin, hala uzlaşılarla dolu, hala karmaşık ve kavramlara
benzeyen şeylerle fazlasıyla dolu olduğunu pekâlâ biliyoruz. Bunlar
değiştirilecek, değiştirdik bile, bize göre her şey iyi gidiyor. Kimileri aynı
hızda devam edeceğimizi düşünüyor, beşinci bir psikanaliz grubu
oluşturacağımızı sananlar bile var. Zavallılık. Başka şeyler, daha gizli ve
daha neşeli şeyler düşünüyoruz. Uzlaşmalar; artık hiç yapmayacağız çünkü bunu yapmaya
daha az ihtiyacımız var. İsteyeceğimiz ya da bizi isteyecek dostlar her zaman
bulunacaktır.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhgCBN9CxJ1yL0wgUFB407Sl4Hw7ohujhvO-PO0AEwVfAVUw1a-BoNJ615_YuFlbW031Ch5FNIG_xKwVr4mgLaiInuaeBWGpNeDr1mpBdxMHk_QlqIuu6lFBb1Aqbc6aE8kH-OoxgqtilM/s1600/Deleuze.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhgCBN9CxJ1yL0wgUFB407Sl4Hw7ohujhvO-PO0AEwVfAVUw1a-BoNJ615_YuFlbW031Ch5FNIG_xKwVr4mgLaiInuaeBWGpNeDr1mpBdxMHk_QlqIuu6lFBb1Aqbc6aE8kH-OoxgqtilM/s400/Deleuze.jpg" width="312" /></a></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Demek köşeye sıkışmamı
istiyorsun. Ne Felix ne de ben bir alt-ekolün şef yardımcıları olduk: Bu doğru
değil. Biri Anti-Oidipus'u kullanıyorsa, umurumuzda bile değil, zira biz
şimdiden başka yerdeyiz. Siyasal olarak köşeye sıkışmamı, manifestolar,
bildiriler imzalamak zorunda kalmamı istiyorsun, süper toplum görevlisi: Bu
doğru değil ve Foucault'ya minnet duyulmasını gerektiren birçok şeyden biri de,
kendi hesabına ve ilk kez telafi makinelerini kırmış ve entelektüeli klasik
siyasal entelektüel konumundan çıkarmış olmasıdır. Siz, siz hala kışkırtmada,
yayınlamada, sorularda, açık itiraflardasınız ("itiraf et, itiraf et...").
Ben, tam tersine, siyasal açıdan da olmak üzere, en genç arzum olacak, yarı gönüllü
yarı zoraki bir gizlilik çağının geldiğini hissediyorum. Mesleki açıdan da
köşeye sıkışmamı istiyorsun, çünkü iki yıl Vincennes' de konuştum ve deniyor
ki, diyorsun ki orada hiçbir şey yapmıyorum. Konuştuğum sürece, "öğretmenlik
konumunu reddettiğim ama öğretmeye mahkûm olduğum, herkesin bu mesleği yüzüstü
bıraktığı bir zamanda ben yeniden ele aldığım" için çelişkide kaldığımı
düşünüyorsun: Çelişmelere duyarlı değilim, koşulunun trajikliğini yaşayan güzel
bir ruh değilim; konuştum çünkü bunu çok arzu ediyordum; militanlar, sahte-deliler,
gerçek-deliler, aptallar, çok akıllı tipler tarafından desteklendim, hakarete
uğradım, sözüm kesildi, Vincennes'de belli bir canlı eğlence vardı. İki yıl
sürdü, yeter, değiştirmek gerek.O halde, aynı koşullarda konuşmadığım şu anda,
hiçbir şey yapmadığımı ve güçsüz, koca kötürüm kraliçe olduğumu söylüyorsun ya
da söylenenleri aktarıyorsun. Çok da yanlış değil: Saklanıyorum, mümkün olan en
az insanla işlerimi yapmayı sürdürüyorum, ve sen, bir yıldız olmamam için
yardım etmek yerine, orada durmuş bana hesap soruyorsun ve güçsüzlükle çelişme
arasındaki seçimi bana bırakıyorsun. Nihayet, kişisel olarak, ailevi olarak da
köşeye sıkışmamı istiyorsun. Orada yüksekten uçmuyorsun. Bir karım ve oyuncak
bebekle oynayıp ortalarda gezinen bir kızım olduğunu açıklıyorsun. Ve bu, Anti-Oidipus'a
bakınca seni eğlendiriyor. Yakında psikanaliz yaptırma yaşına gelecek bir oğlum
olduğunu da pekâlâ söyleyebilirsin. Oidipus'u üretenin oyuncak
bebekler ya da tek başına evlilik olduğunu sanıyorsan, tuhaf Oidipus, oyuncak
bir bebek değildir, bir iç salgıdır, bir salgı bezidir ve kendine karşı
savaşmadan, kendine karşı deneyimlemeden, (hepimizi psikanaliste sürükleyen sulu
gözlü sevilme istencinin yerine) sevmeye ve arzulamaya muktedir olmadan,
Oidipus salgılarına karşı asla savaşmazsın. Oidipusçu olmayan sevgiler, az bir iş
değildir. Ve Oidipus'tan kaçınmak için bekâr, çocuksuz, homo, grup üyesi
olmanın yeterli olmadığını bilmeliydin, zira grup Oidipus'u, Oidipusçu eşcinseller,
Oidipuslaşmış M.L.F, vs. de var. Kanıtı, kızımdan daha Oidipusçu olan
"Araplar ve biz"<a href="file:///C:/Users/O%C4%9Fuz%20Karayemi%C5%9F/Desktop/SERT%20B%C4%B0R%20ELE%C5%9ET%C4%B0RMENE%20MEKTUP.docx#_ftn5" name="_ftnref5" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "Times New Roman","serif"; font-size: 12.0pt; line-height: 150%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-font-size: 11.0pt; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">[5]</span></span></span></a>
adlı metindir.</div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Yani "itiraf edeceğim"
hiçbir şey yok. Anti-Oidipus'un göreli başarısı ne Felix'i ne beni tehlikeye
atar; bir şekilde bizi ilgilendirmez, çünkü başka tasarılar üzerindeyiz. O
halde başka bir eleştirine, en sert ve dayanılması en güç olanına geçiyorum.
Çok çaba göstermeyerek; başkalarının, homoların, uyuşturucu bağımlılarının,
alkoliklerin, mazoşistlerin, delilerin, vs. deneyimlerinden yararlanarak;
hiçbir şeyi asla riske atmayıp onların zevklerini ve zehirlerini biraz tadarak;
kendi hesabıma her zaman geride olduğumdan ibaret olan eleştirine. Karşıma,
Artaud hakkında profesyonel bir konferansçı, monden bir Fitzgerald amatörü
olmamanın yollarını sorguladığım bir metnimi çıkarıyorsun. Vaktiyle, kesinliğe
ve doğruluğa acınası bir inanışın belirtisi olan anlatılardan çok gizliliğe,
yani yanlışın gücüne inandığımı söylemiş olmam dışında hakkımda ne biliyorsun? Hareket
etmiyorsam da, seyahat etmiyorsam da, herkes gibi yerimde, ancak heyecanlarımla
ölçebileceğim, en dolaylı ve dolambaçlı bir şekilde yazdıklarımda ifade
edebileceğim seyahatler yapıyorum. Homolarla, alkoliklerle ya da uyuşturucu
bağımlılarıyla ilişkilerime gelince, başka yollarla kendi üzerimde onlarınkine benzer
etkiler elde edebiliyorsam, onların burada işi ne? İlginç olan, her ne ise
ondan yararlanıp yararlanmadığım değil, ben kendi köşemde bir şeyler yaparken
kendi köşelerinde şunu ya da bunu yapan insanlar olup olmadığı ve
sıralanmaların, toplanmaların, herkesin bir diğerinin vicdan rahatsızlığı ve
düzeltmeni kabul edildiği bütün bu bokluğun değil de, mümkün karşılaşmaların, rastlantıların,
beklenmedik durumların olup olmadığıdır. Size hiçbir şey borçlu değilim, sizin
bana borçlu olduğunuzdan fazlasını borçlu değilim. Sizin gettolarınıza gitmem
için hiçbir sebep yok, zira benim kendi gettolarım var. Sorun hiçbir zaman şu
ya da bu ayrı grubun doğasından ibaret değildir, şu ya da bu şeyin (eşcinsellik,
uyuşturucu, vs.) yarattığı etkilerin her zaman başka yollarla yaratılabileceği
çapraz (<i>transversal</i>) ilişkilerden
ibarettir. "Ben şuyum, ben buyum" diye düşünenlere ve ayrıca bunu
psikanalitik bir şekilde düşünenlere (çocukluklarına ya da yazgılarına gönderme)
karşı belirsiz, şüpheli sözlerle düşünmek gerekir: Ne olduğumu bilmiyorum,
narsisist olmayan, Oidipusçu olmayan o kadar çok vazgeçilemez araştırma ya da
deneme var ki - hiçbir homo asla kesin olarak "ben homoyum"
diyemeyecektir. Sorun, insanlık içinde şu ya da bu oluş değil, daha çok bir
insandışı oluş, evrensel bir hayvan oluştur: Kendini hayvan sanmak değil, vücudun
insani organlaşmasını bozmak, herkesin kendisine ait bölgeleri ve o bölgelerde
bulunan grupları, toplulukları, türleri keşfetmesiyle, bedenin şu ya da bu
yeğinlik bölgesini katetmek. Ne hakla hekim olmadan tıptan söz etmeyecekmişim,
ya ondan bir köpek gibi söz ediyorsam? Neden uyuşturucu bağımlısı olmadan uyuşturucudan
söz etmeyecekmişim, ya ondan küçük bir kuş gibi söz ediyorsam? Ve neden bir şey
hakkında bir söylev icat etmeyecekmişim, o söylevi verme hakkına sahip olup
olmadığım sorulmadan, o söylev tamamıyla gerçekdışı ve yapay dahi olsa? Uyuşturucu
kimi zaman sabuklatır, neden uyuşturucu hakkında sabuklamayacakrnışım? Kendi
"gerçekliğinizle" ne yapacaksınız? Sizinki, düz gerçekçilik. O halde
beni neden okuyorsun? İhtiyatlı deney kanıtı, kötü ve gerici bir kanıttır.
Anti-Oidipus'un en sevdiğim cümlesi şu: Hayır, asla şizofren görmedik.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Sonuç olarak mektubunda ne var? O
güzel bölüm haricinde kendinden hiçbir şey yok. Diğerlerinden ya da kendinden geliyormuş
gibi çabukça sunduğun bir söylentiler, dedikodular bütünü. Böyle olmasını
istemiş olabilirsin, kapalı kaptaki bir tür söylentiler pastişi. Yeterince snop,
monden bir mektup. Benden "yayınlanmamış" bir şey istiyorsun, sonra
bana kötü şeyler yazıyorsun. Mektubum, seninki yüzünden bir temize çıkma havası
taşıyor. Hiç iyi gitmiyor. Sen bir Arap değilsin, bir çakalsın. Olduğum için beni
eleştirdiğin şey, küçük yıldız, yıldız, yıldız olmam için her şeyi yapıyorsun.
Söylentileri sonlandırmak için, ben senden bir şey istemiyorum, ama seni çok
seviyorum. <o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Michel Cressole, in <i>Deleuze</i>, Ed. Universitaire, 1973 <o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<o:p>Kaynak: Gilles Deleuze, <i>Müzakereler</i>, Norgunk Yay., şubat 2006, çev: İnci Uysal, sf: 11-21</o:p></div>
<div>
<hr align="left" size="1" width="33%" />
<!--[endif]-->
<br />
<div id="ftn1">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Users/O%C4%9Fuz%20Karayemi%C5%9F/Desktop/SERT%20B%C4%B0R%20ELE%C5%9ET%C4%B0RMENE%20MEKTUP.docx#_ftnref1" name="_ftn1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "Times New Roman","serif"; font-size: 10.0pt; line-height: 150%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">[1]</span></span><!--[endif]--></span></a> <i>Recherches</i>, Mart 1973 sayısı, "Grande Erıcyclopedie des
hornosexualites".<o:p></o:p></div>
</div>
<div id="ftn2">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Users/O%C4%9Fuz%20Karayemi%C5%9F/Desktop/SERT%20B%C4%B0R%20ELE%C5%9ET%C4%B0RMENE%20MEKTUP.docx#_ftnref2" name="_ftn2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "Times New Roman","serif"; font-size: 10.0pt; line-height: 150%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">[2]</span></span><!--[endif]--></span></a> Fhar: <i>Front homosexuel d'action reuolutionnaire</i>; Devrimci Eylem Eşcinsel <o:p></o:p></div>
<div class="MsoFootnoteText">
Cephesi. (ç.n)<o:p></o:p></div>
</div>
<div id="ftn3">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Users/O%C4%9Fuz%20Karayemi%C5%9F/Desktop/SERT%20B%C4%B0R%20ELE%C5%9ET%C4%B0RMENE%20MEKTUP.docx#_ftnref3" name="_ftn3" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "Times New Roman","serif"; font-size: 10.0pt; line-height: 150%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">[3]</span></span><!--[endif]--></span></a> Kötü şeylerin bilimi. (ç.
n.)<o:p></o:p></div>
</div>
<div id="ftn4">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Users/O%C4%9Fuz%20Karayemi%C5%9F/Desktop/SERT%20B%C4%B0R%20ELE%C5%9ET%C4%B0RMENE%20MEKTUP.docx#_ftnref4" name="_ftn4" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "Times New Roman","serif"; font-size: 10.0pt; line-height: 150%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">[4]</span></span><!--[endif]--></span></a> M.L.F.: <i>Mouvement de Liocralion de la Femnıe</i>;
Kadın Özgürlük Hareketi. (ç.n.)<o:p></o:p></div>
</div>
<div id="ftn5">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="file:///C:/Users/O%C4%9Fuz%20Karayemi%C5%9F/Desktop/SERT%20B%C4%B0R%20ELE%C5%9ET%C4%B0RMENE%20MEKTUP.docx#_ftnref5" name="_ftn5" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "Times New Roman","serif"; font-size: 10.0pt; line-height: 150%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">[5]</span></span><!--[endif]--></span></a> <i>Recherches</i>, a.g. y.<o:p></o:p></div>
</div>
</div>
Oğuz Karayemişhttp://www.blogger.com/profile/10640841576106590503noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-24097813001088234312013-04-16T13:07:00.000-07:002014-11-02T15:05:14.781-08:00Değer ve Duygulanım (Antonio Negri)<div style="text-align: justify;">
Değer teorisi hakkında iki yüzyıldır var olan ve hala devam eden polemikler bağlamında, politik ekonomiciler her zaman değerin emekle olan ilişkisini koparmama konusunda başarılı olmuşlardır. Hatta kendilerini değeri emekten ayırmaya adamış olan marjinal akımlar ve neo-klasik ekoller bile, somut olarak politik ekonomi ile karşılaştıkları her durumda bu ikisi arasındaki ilişkiyi dikkate almak zorunda kalmışlardır. Neo-klasik teoride, piyasa, girişimcilik, finans ve parasal ilişkilere dair yapılan tüm analizler, emeğe yapılan her türlü göndermeyi yalanlar. Aslında, politik kararlarla yüz yüze kaldıklarında neo-klasik teorisyenlerin hiçbir şey söylememesi şaşırtıcı değildir. Emek-değer teorisi, disiplinin kurucuları tarafından gömüldüğü yerden yeniden çıkar ve neo-klasik teorisyenler donup kalırlar. Toplumsal bir ilişki olarak ekonomik ilişkinin içindeki çatışkının (ve nihai dolayımın) nerede tanımlandığı ekonomik teorinin ontolojisini açığa çıkarır. Klasik değer teorisinin egemen olduğu zamanlardan beri, geri döndürülemez olan şey, değer teorisini ekonomik düzen bağlamında geliştirme olasılığını, ya da ister bireysel ister kolektif anlamda olsun değeri somut emeğin bir ölçüsü olarak ele alma olasılığını içinde barındırıyor olmasıdır. Bu zorluğun ekonomik sonuçları kesinlikle önemlidir; ama aynı derece önemli olan, bu zorluğun antropolojik ve toplumsal ön varsayımlarıdır. Bu son iki bileşen, benim bu yazıda açmaya çalıştığım ve değer teorisini "aşağıdan': yaşamın temelinden kuran yaklaşımının odağını oluşturuyor.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgaBH-drGuU0MpMRox_2424szzEzX1FQy8wHlNB0jlVoD0Ys4O22ATvCnIHXg1VwNMfMqTtKd7QUO0w3JagVMq-7rxH3ltD_WhpLX_8zJk3OuLPgm3Tf7LsqFHz2ofTNfKlpWCh-1im3J8/s1600/negri_potere_operaio.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgaBH-drGuU0MpMRox_2424szzEzX1FQy8wHlNB0jlVoD0Ys4O22ATvCnIHXg1VwNMfMqTtKd7QUO0w3JagVMq-7rxH3ltD_WhpLX_8zJk3OuLPgm3Tf7LsqFHz2ofTNfKlpWCh-1im3J8/s320/negri_potere_operaio.jpg" height="133" width="200" /></a>Kapitalist modernleşmenin kurulduğu yüzyıllarda, yani Marx'ın kavramlarıyla manüfaktür üretimden büyük ölçekli sanayi üretimine geçildiği dönemde, sermaye birikimi döneminde az ya da çok bir işlev üstlenmiş olan emeği ölçme olanağı, iki nedenden dolayı giderek zorlaşmaktadır. Öncelikle, hem bireysel hem de kolektif anlamda gittikçe daha da nitelikli ve karmaşık hale gelen emek, basit ve hesaplanabilir niceliklere indirgenemez. İkinci olarak ise, giderek finans sermaye biçiminde açığa çıkan ve devlet kurallarının içine gömülmüş olan sermaye, gittikçe yapaylaşmakta, manipülatif bir nitelik kazanmakta ve dolayısıyla daha soyut hale gelmekte, ekonomik çevrimin farklı alanları (üretim, yeniden üretim, dolaşım ve gelir bölüşümü) arasında daha fazla dolayım ilişkisi kurmaktadır. Fakat tüm bunlar tarih öncesidir. Postmodern dönemdeki küresel piyasada, ölçme sorunu kendisine bir yer bulamaz. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Postmodernliğe geçiş döneminde, anti-emperyalist ve sömürgecilik karşıtı mücadeleler aşamasında, emek-değer teorisi, makroekonomik anlamda uluslararası işbölümünün ve sömürgecilik sonrası sömürünün "eşitsiz değişim" teorisi olarak tekrar yükselişe geçti. Oysa üretici süreçlerin endüstriyel üretimin çokuluslaşması ve finansal küreselleşmenin içine gömülmüş olmasının ötesinde, bir yandan sibernetik teknolojik süreçler ve iletişim kanalları diğer yandan maddi olmayan ve bilimsel emeğe yapılan yatırımlar yoluyla giderek yoğunlaşması görünür hale gelir gelmez, bu yükselişin bir aldatmaca olduğu doğrulandı. Bu, uluslararası işbölümünün ve sömürgecilik sonrası sömürünün bitmek zorunda olduğu anlamına gelmez. Tam tersine, bunları derinleştirmek anlamına gelir. Fakat aynı zamanda bunlar özgünlüklerini (ve dolayısıyla somut örnekler anlamında değer teorisini yeniden canlandırma olanağını) kaybetmişlerdir, çünkü bu tür bir sömürü mekanizmasının kendisi küreselleşmiş ve metropolit alanları istila etmiştir. Ve sömürünün ölçümü kesinlikle zorlaşmıştır. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Postmodern ekonomide ve küreselleşen alanlarda, meta üretimi komuta yoluyla meydana gelir, iş bölümü komuta ilişkilerinde verilidir ve emeğin ölçümünün eklemlenmesi küresel komutanın içinde çözülmüştür. Bunları söyledikten sonra, asıl benim burada üzerinde durmak istediğim konu olan "değer ve duygulanım" meselesi, "tabandan" değer sorununun yeniden ele alınması önerisinin ötesinde ortaya atılmamıştır. Aslında meselelere politik ekonominin bakış açısından, yani "yukarıdan" baktığımızda, "değer-duygulanım" teması makro ekonomi ile o kadar iç içedir ki neredeyse fiilen görünmezdir. Ekonomi, buradaki zorlukla yüzleşmek istemediği için sorunu göz ardı eder. Sayısız örnek arasından ikisini ele alalım. İlk örnek, kadınların, annelerin veya eşlerin geleneksel emeğidir. Politik ekonomi geleneğinde, geleneksel kadın emeğinin işçinin (erkeğin veya aile reisinin) dolaylı veya dolaysız ücreti dışında ele alınmasının hiçbir yolu olamaz veya daha yakın zamanlarda olduğu gibi nüfus kontrol teknikleri (ve nüfus kontrolüne dayalı ekonomik düzenleme içinde devletin-kolektif kapitalistin nihai çıkarları) dışında düşünülemez. Dolayısıyla değer emekten (kadın emeği, örneğin annelerin ve eşlerin emeği), başka bir deyişle duygulanımdan sıyrılarak algılanır. İkinci örnek, düşünce silsilesinin en aşırı ucunda yer alır. Bu düşünce, artık klasik ekonominin geleneksel paradigmaları ile değil, gerçekten postmodern bir tema olan ilgi ekonomisi (attention economy) ile ilgilidir. Bu terimle ekonomik hesaplamaya dair tahminlerde, iletişim hizmetlerini kullananlar arasındaki karşılıklı etkileşimin dikkate alınmasına referans yapılır. Yine bu örnekte, ekonomi öznelliğin üretimini içine almaya çalışsa bile sorunun özünü göz ardı eder. Dikkatini "izleyicilerin" hesaplanmasına verdiği için, öznelliğin üretimini bedenden ayrılmış bir ufukta baskılar, kontrol eder, yönetir. Burada tahakküm altına alınan emek (ilgi), değerden (özneden), yani duygulanımdan sıyrılmış emektir. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Değer-duygulanım temasını tanımlamak için, politik ekonominin arkasında yatan bilmezlikten gelme olgusundan yola çıkmak zorundayız. Bu konuyu, aşağıda açıklayacağım görünür paradoks temelinde anlamamız gerekir: Emeğin ölçülmesi ne kadar etkisiz hale gelirse; emek gücünün yarattığı değer de üretimde o kadar belirleyici bir rol üstlenir; politik ekonomi emek gücünün yarattığı değeri ne kadar gizlerse, emek gücünün yarattığı değer de o kadar genişler ve giderek küresel bir düzleme, biyopolitik bir alana nüfuz eder. Bu paradoksun içinde emek, duygulanım haline gelir, daha iyi bir ifadeyle eğer duygulanımı "eyleme kudreti" (Spinoza) olarak tanımlarsak, emek kendi değerini duygulanımda bulur. Bu paradoks şu terimlerle yeniden formüle edilebilir: Değer teorisi özneyi daha az hesaba kattıkça (ölçme, dolayımın ve komutanın temeli olarak bu hesaba katmanın kendisiydi), emeğin değeri de gittikçe daha fazla duygulanımın içinde, yani sermaye ilişkisinde otonom bir duruşa sahip olan canlı emeğin içinde konumlanır ve hem tek tek hem de kolektif bedenin gözenekleri içinde kendini değerli kılma gücünü açığa çıkarır. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Yapısöküm </b></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Yapısökümcü ve tarihsel bir tez olan ilk tezim, bugün emek gücünün artık kapitalist komuta ilişkilerinin ne içinde ne de dışında olmamasından dolayı, emeği ölçmenin, dolayısıyla onu düzenlemenin ve bir değer teorisine dönüştürmenin olanaksız olduğudur. Günümüzde bu durumun niçin geçerli olduğunu açıklamak için iki olgudan yararlanacağım. </div>
<div style="text-align: justify;">
</div>
<div style="text-align: justify;">
<br />
İlk olgu: Emek gücü veya aslında emek gücünün kullanım değeri sermayenin dışındadır. Bu, klasik dönemde kurulan emek değer teorisi bağlamında geçerli olan durumdur. Emek gücü sermayenin dışında olduğu için, sermayenin içine alınmak zorunda kalmıştır. İlkel birikim süreci, dışarıda yaşayan emek gücünün kapitalist gelişme (kontrol) tarafından içerilmesine dayanır. Dolayısıyla emek gücünün değişim değeri, yine emek gücünün büyük oranda kapitalist üretim örgütlenmesinin dışında oluşturulmuş olan kullanım değerinden kaynaklanmaktaydı. Peki, bu dışarısı ne anlama geliyordu? Marx, bu soru hakkında çok fazla şey söylemiştir, Emek gücünden "değişen sermaye" olarak söz ettiğinde, aslında bağımsızlık ve öznelliğin bileşimini kastetmiştir. Bu bileşim, şu koşullar içinde örgütlenmiştir: (a) "küçük ölçekli dolaşımın" (toprakla ilişki, aile ekonomisi, "bağış" geleneği vb.) bağımsız varlığı; (b) "işçilerin elbirliği" ile çalışmasına veya başka bir deyişle emeğin kapitalist biçimde düzenlemesi ile iyileştirilse bile, ondan önce artı değer yaratan ya da en azından ona indirgenemeyecek olan elbirliği ile çalışma düzenine denk düşen değer yaratım sürecinin varlığı; (c) proletaryanın kolektif hareketi tarafından ihtiyaçlar ve istekler olarak sürekli yenilenen ve proletaryanın yürüttüğü mücadeleler tarafından üretilen (Marx'ın tanımıyla) "tarihsel ve ahlaki değerler" kümesinin varlığı. "Göreli ücret" ekseninde yürütülen mücadele (Rosa Luxemburg'un öznellik üretimi bağlamında Marksizme dair yaptığı kendine özgü yorumunda vurguladığı mücadele), "dışarının' neresi olduğunu açıklamaya elverişli oldukça güçlü mekanizmanın bir ifadesidir. Dolayısıyla kullanım değeri, göreli bir biçimde olsa bile esas olarak sermayenin dışında kök salmıştı. E. P. Thompson'ın çalışmasından 1970'li yıllarda İtalyan ve Avrupalı "işçici" yaklaşımların çalışmalarına kadar uzanan ve Güney Asyalı madun tarih yazarlarının son derece parlak çalışmalarını da içine dahil edebileceğimiz uzun bir tarih yazımı geleneği, yukarıda söz ettiğimiz durumu açıklar ve onu militan bir ifadeye dönüştürür. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Uzun bir tarihsel dönem boyunca kapitalist gelişme, emek gücünün kullanım değerinin bağımsız belirlenimi (bu bağımsız belirlenim, görece olarak kapitalist komutanın "dışında" konumlanan bir belirlenimdir) konusunda güçlük çekmiştir. Dolayısıyla, bu dönemde proletaryanın yeniden üretimini sağlayan "zorunlu emeğin" fiyatı, doğal fakat her koşulda dışsal bir nicelik olarak sunulur ve bu nicelik işçi sınıfının üretken verimliliği ile onun toplumsal ve parasal olarak içerilmesi arasındaki ilişkiyi dolayımlayan bir niceliktir. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Klasik değer teorisini devrimci bir amaç için kullanmayı hedefleyen gelenek içinde Marksist analizin özgünlüğü ise birikim sürecinin gelişimini sağlayan kapitalist komutanın bütünlüğüne oranla kullanım değerinin özünün emek gücüne (görece) dışsallığını göz önünde bulundurmasından kaynaklanır. Buna şu da eklenebilir: Marx'a göre, değeri ölçmek için kullanılan ölçü birimi, kapitalist üretim ve toplumun yeniden üretimi süreçlerinin dışında (veya en azından yanı sıra) biçimlendiriliyordu. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
İkinci olgu: Emek gücü ya da onun kullanım değeri kapitalist toplumun içindedir. Sermaye tüm gelişim süreci boyunca sürekli ve giderek artan biçimde emek gücünü kendi komutası altına almaya çalışmıştır; emek gücünün kapitalist toplumun dışında yeniden üretim koşullarını ortadan kaldırmış ve dolayısıyla emek gücünün kullanım değerini değişim değeri bağlamında tanımlamayı başarmıştır. Bu tanımlamayla beraber artık emek gücünün kullanım değeri, birikim aşamasında olduğu gibi görece değil, tam anlamıyla mutlaktır. “Arbeit match Frei” , Kullanım değerinin, baskıcı ve totaliter değişim değerine nasıl indirgendiğini veya nasıl onun tahakkümü altına sokulduğunu anlamak ve bu sürecin ABD'de 1930'lu, Avrupa'da 19SD'li ve Üçüncü Dünyada 197D'li yıllarda tamamlanmış olduğunu görmek için postmodern olmaya gerek yok. Birinci Dünyada olduğu kadar Üçüncü Dünyada da hala proletaryanın kullanım değerinin oluşumunda bağımsız biçimlerin varlığı kesinlikle söz konusudur. Fakat bu bağımsız biçimlerin yutulması yönündeki eğilim geri döndürülemez durumdadır. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Postmodernite; sürekli, canlı ve hızlı bir eğilimi açıklar. Aslında günümüzle Marx'ın yaşadığı dönem üzerine düşünüldüğünde şu ayrım açıkça görülebilir. Günümüzde artık, kullanım değerinin, değişim değerinden kısmi olarak bile olsa bağımsız bir tanımından söz edilemez. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bu yüzden, kökenini klasik ve Marksist ekonomik yaklaşımlardan alan ve sermayenin diyalektik ilişkisinin temeli olarak bağımsız bir ölçü biriminin (bir "dışarının") varlığını öngören ekonomik hesaplama yönteminin devam etmesi için artık bir neden yoktur. Bunun ortadan kaybolduğu bir gerçektir ve ölçmeye dayalı değer teorisi, döngüsel ve totolojik bir nitelik kazanmıştır; artık, değerin zemini olarak sunulabilecek hiçbir dışsallık yoktur. Aslında 196D'lı yıllardan beri her kullanım değeri kapitalist üretim rejimi tarafından belirlenmektedir ve bunu görmek için ille de postmodern olmaya gerek yoktur. Birikim teorisinin içinde doğrudan kapitalist rejimin içine dahil edilmemiş olan her değer (yeniden üretimin toplumsal kapasitesi, elbirliğinin üretken katkısı, "küçük-ölçekli dolaşım", mücadeleler tarafından yaratılan yeni ihtiyaçlar ve istekler gibi) artık (küresel) kapitalist kontrol rejiminin içinde doğrudan işletilen ve harekete geçirilen değerlerdir. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Dolayısıyla klasik terminolojiye bağlı kalan değer teorisi bir ölçme kriteri belirlemek zorunluluğu taşıyorsa, bugün bu ölçme kriterini sadece değişim değerinin küresel oluşumu içinde bulabilir. Bugün bu ölçme kriteri paradır. Fakat para kesinlikle kullanım değerinin üzerinde bir ölçü olmadığı gibi onun üzerinde bir ilişki de değildir; gelişmenin bu aşamasında kullanım değerinin mutlak ve basit ikamesidir. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Sonuç olarak değer teorisi, politik ekonomi içindeki rasyonelleştirme işlevini tamamlamak zorundadır. Burada değer teorisinin temel olma işlevini kaybetmesinden söz etmiyorum. Bu, postmodernitenin sınırlarındaki kapitalist gelişmenin sonucudur. Küreselleşmenin ufkunda oluşan ve emperyal komuta tarafından düzenlenen parasal teorinin içinde başkalaşmıştır. "Dolar, dolardır." Para artık sermaye ve az ya da çok özneleştirilmiş emek gücü arasındaki bir değişim rejiminin ürünü değil, bir değişim rejiminin üretimidir. Değer teorisi hem parasal ölçüm aracı olarak hem de para düzeninin aracı olarak bayağılaştırılmıştır. Fakat üretimin değeri ortadan kalkmamıştır. Üretimin değeri, ölçme olmadığı zaman ölçülemez ve sınırsız bir hale gelir. Burada vurgulamak istediğim şey, artık ne sermayenin içinde ne de sermayenin dışında olan bir emek gücü paradoksudur. Birinci durumda, emek gücünün ölçme yoluyla kontrol edilmesine olanak tanıyan kriter, emek gücünün görece bağımsızlığıydı (bugün emek gücünün görece bağımsızlığından söz edemeyiz, emek gücü artık gerçek boyunduruk altına alınmıştır); ikinci durumda ölçme olmamasına rağmen emek gücünü komuta etmeye olanak tanıyan kriter, emek gücünün parasal rejim içine massedilmiş olmasıdır (Keynesçilik en damıtılmış kontrol tekniğidir). Oysa bu ikinci kriter aynı zamanda parasal kontrol bütünüyle soyut hale geldikçe ortadan kaybolmak zorundadır. Dolayısıyla bir kez daha postmodernite, yani kapitalist ekonominin küresel ve/veya emperyal sistemi içinde bulduğumuz emek gücünün, sermayeye göre bir yok-yerde konumlandığı sonucuna varmak durumundayız. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Peki, Bu Yok-Yeri Nasıl Tanımlayabiliriz?</b></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bu tartışmaya başlamak için öncelikle kapitalist sömürünün küreselleşmesine dair analizde bir teorik kıta değişikliği tarif etmek gerekir. Şimdi, küreselleşmeden söz edildiğinde, aslında onun çifte anlamından söz ediliyor demektir. Yaygın anlamıyla küreselleşmeden piyasalar aracılığıyla üretici sistemin genişletilmesi olarak söz edilir; daha derin anlamıyla ise küreselleşme tüm toplumsal yaşamın kapitalist üretim içinde massedilmesidir. İlk anlam bağlamında emek gücü hareket halindedir, karşılıklı değiştirilebilir, maddi ve maddi olmayan bir araya toplanmadır (veya öznelliklerdir), emeğin üretici gücü hareketlilik (veya farklılık, parçalılık) mekanizmalarına göre düzenlenir; burada üretici güç dolaşımdan koparılır. İkinci anlam bağlamında ise emek gücü toplumsal fabrika olarak, nüfus, kültür, gelenek ve yenilik olarak ifade edilir, kısaca emek gücünün üretici gücü toplumsal yeniden üretim süreçlerinde sömürülür, "Biyo-politik" bağlamda, üretim yeniden üretimle aynı anda ortaya çıkar. (Biyo- politika kavramı, üretimi, dolaşımı ve onları düzenleyen politik mekanizmaları birleştiren bir toplumsal yeniden üretim bağlamı tanımlar.) Bu yüzden emek gücünün yok-yeri, olumsuz anlamda, sermayenin gerçekleşme biçimleri arasında var olan bölünmenin –klasik ekonomicilerin kabul ettiği birbirinden ayrı biçimlerin- çözülüşü ile tanımlanır. Yok-yer olumlu anlamda, hem emek gücünün hareketliliğinin yoğunluğu hem de biyo-politik bağlarının uyumu tarafından tanımlanabilir. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Kuruluş </b></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Elimizde bir dizi iddia var: (1) emek değerin, kullanım değerinin bağımsızlığına dayalı ölçümü bugün geçersizdir; (2) tüm bir küresel çapta dayatılan kapitalist komuta düzeni, her türlü olanağı hatta parasal ölçme olanağını bile reddeder; ve (3) bugün emek gücünün değeri, yok-yerde konumlanır ve bu yok-yer ölçülemez ve sınırsız bir yerdir. Bununla kastettiğimiz, emek gücünün değerinin ölçmenin dışında ve ötesinde olduğudur. </div>
<div style="text-align: justify;">
Şimdi, değer-duygulanım temasını göstermek için, bu tartışmaya girerken sunmuş olduğumuz pek çok temadan biri olan üretim ve yeniden üretim arasındaki ilişki üzerinde durmak ve analizin öngördüğü bulgulara göre bu temayı araştırmak isteriz: ilki tabandan ve ikincisi ölçülemez ve sınırsız yok-yer içinde kurulacak bir değer anlayışı. Bunu yapmak için, önümüzde duran basit yolun cazibesini reddetmeye hazır olmak gerekir. Kaçınılması gereken bu yol, Marksist kullanım değeri biçimlerini yeniden ortaya koymak ve onları yeni durumun bağlamına yerleştirmeye kalkışmaktır. Peki, kendilerini bu yaklaşımın içine yerleştiren filozoflar ve politikacılar nasıl bir yol izlerler? Onlar, genişleyen küreselleşme sürecinin karşısına nostaljik olarak yerleştirdikleri kurgusal bir kullanım değeri fikrini yeniden kurarlar; başka bir deyişle küreselleşmeye karşı hümanist bir direniş önerirler. Aslında onlar, kurdukları söylem içinde, modernitenin bütün değerlerini yeniden gündeme getirirler. Yine bu söylem içinde kullanım değeri, özdeşlik bağlamında şekillendirilir. (kullanım değerinin tam olarak hatırlanmadığı zamanlarda bile, el altından varlığı sona erer.) Bunun için bir örnek yeterli olabilir: küreselleşmeye karşı işçi sendikalarının direnişi. Bu direnişi kurmak için, yukarıdaki söylemi savunanlar bölgesellik ve emek gücünün kullanım değerinin özdeşliğini yeniden canlandırır. Böylece üretkenliğin geçirmiş olduğu dönüşümlere gözlerini kapatırlar, bu yüzden ölçülemez ve sınırsız yok-yerde açığa çıkan üretken etkinliğin yeni gücünü anlamakta yetersizdirler. Dolayısıyla bu yolu izleyemeyiz. Başka bir yol araştırmamız gerekir. Fakat bu yolu nerede ve nasıl bulacağız? Bu yolun "tabandan" gelen bir yol olduğunu söyledik. Buraya kadar aslında, üretimden toplumsal yeniden üretime, dolayısıyla değerden biyopolitik gerçekliğe yönelen Marksist ilişki temelinde akıl yürüttük. Bu ilişkide duygulanım da içerilmiş olmalıdır; duygulanım, kullanım değeri tanımının en alt sınırında harekete geçen bir güç olarak açığa çıkabilir. Oysa değer soyut anlamda hesaplamanın bütünlüğü içinde bir bileşen olarak varsayıldığı için, değer yaratan koşulların çıkarsandığı bu son nokta, önemli etkiler tarafından biçimlendirilmiştir. Şimdi bu çıkarsamadan kaçarak akıl yürütmek ve daha ziyade duygulanımdan değere giden tümdengelimci bir kuruluş çizgisi izlemek gerekiyor. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bu kuruluş hattının benimsenmesinin oldukça iyi sonuçları olmuştur ama elde edilen bulgular ne yazık ki duygulanımın gücünün radikalliğini ve şimdi postmodernite içinde bizi bekleyen etkilerinin genişliğini göstermeye yeterli değildir. Burada daha önce de belirtmiş olduğum gibi E.P. Thompson’dan, 1970'lerin Avrupa'daki "işçici" yaklaşımlara ve "madun" tarih yazarlarına uzanan tarih yazımı geleneklerine gönderme yapıyorum. Bu teorik çerçeveden bakıldığında, duygulanımın tabandan geldiği varsayılır. Üstelik duygulanım ilk aşamada bir değer üretimi olarak sunulur. Duygulanım bir değer üretimi olarak sunulduktan sonra ikinci aşamada, bir mücadele üretimi, bir anlam ve mücadelelerin ontolojik çökeltisi ve tortusu olarak ifade edilir. Dolayısıyla duygulanım, kendi karmaşıklığı içinde zenginleştirici bir tarihsel kuruluş dinamiği olarak ortaya çıkar. Ama duygulanıma dair bu açıklamalar hala yetersizdir. Bu bakış açısına göre, mücadelelerin dinamiği (ve bu mücadelelerin duygulanımsal yönü), aslında her durumda kapitalist komutanın hem teknik hem de politik anlamda yeniden yapılanmasını belirler. Duygulanımın gelişimi, onun dinamiğini tamamıyla döngüsel olarak -kısaca, diyalektik olarak- açığa çıkaran bir diyalektik yaklaşım ile yakından ilişkilidir. Burada kötü diyalektikten ayrı bir iyi diyalektik yoktur: Bütün diyalektikler kötüdür. Hiçbir diyalektik, tarihsel gerçeklikten ve bu gerçekliğin zenginliğinden özgürleşme yeteneğine sahip değildir. "Tabandan" kurulsa bile diyalektik, tarihsel süreçteki radikal yeniliği, tüm radikalliği içinde eyleme gücünün (duygulanım) genişlemesini açığa çıkarma konusunda yetersizdir. Bu yüzden, tabandan gelecek bir yeniden kuruluşa eklenmesi gereken şey yok-yer anlayışıdır. Sadece yok-yere dayalı bir radikal bakış açısı, tüm şekilleriyle modernitenin diyalektiğinden ve hatta duygulanımın diyalektik kuruculuğunu tabandan geliştirmeye çalışan girişimlerden bile özgürleştirebilir. Peki, tabandan kuruculuk yaklaşımını yok-yer anlayışına eklemekle ve duygulanımdan değere giden yolda her tür diyalektik yaklaşımı parçalamakla neyi kastediyorum? </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
İlk hipotezim şu: Duygulanım hem bireysel hem de evrensel bir eyleme gücü olarak ele alınabilir. Bireyseldir, çünkü gücünü kendinden, kendi yapısından ve kuruluşunun sürekli yeniden yapılanmasından almayan her türlü ölçümün ötesine geçen bir eylemi ifade eder. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Evrenseldir, çünkü duygulanım özneler arasında genel bir ortaklık kurar. Bu ortaklığın içinde duygulanımın yok-yeri vardır, çünkü bu ortaklık bir isim değil, bir güçtür; duygulanım bir kısıtlamanın veya bir baskının ortaklığı değil, bir arzunun ortaklığıdır. Dolayısıyla burada duygulanım, kullanım değerinden başka hiçbir şeye sahip değildir, çünkü bir ölçüt değil bir güçtür ve sınırlara değil sadece kendi genişlemesinin önündeki engellere çarpar. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bir güç olarak duygulanımın bu ilk tanımı diğer tanımların önünü açar. Aslında ikinci olarak şunu söyleyebilirdik: Tekillik ve ortaklık(veya evrensellik) arasındaki ilişki statik değil, dinamik bir ilişki olsaydı ve biz bu ilişkide evrenselleştirilmiş tekil ile tekilleştirilmiş "ortak olan" arasında sürekli bir hareket gözlemlemiş olsaydık, duygulanımı bir dönüşüm gücü, kendini değerli kılmanın kudreti olarak tanımlayabilirdik. Kendini değerli kılma, ortak olanla ilişkisinde varlığın kendisinde ısrar eder, dolayısıyla sınırlara değil, sadece kendi yayılımının önündeki engellere çarpan bir ortaklığı beraberinde getirir. Fakat bu süreç biçimsel bir süreç değil, daha ziyade maddi bir süreçtir ve biyopolitik koşulda gerçekleştirilir. Üçüncü olarak, duygulanımın gücünün tekilliği ve evrenselliği içinde yine duygulanımın eylemi tarafından aşılan her engel, duygulanımın kendi eyleminin büyük gücünü belirler. Bu anlamda, duygulanımdan el koyma gücü olarak söz ediyoruz. Burada sürecin hem kendisi hem de gücü ontolojiktir. Eylemin ve dönüşümün koşullarına kısmen el konulmuştur ve eylemin ve dönüşümün gücünü zenginleştirmeye yönelmiştir. Dördüncü olarak, eyleme gücü olarak duygulanım tanımlarını, daha ileri bir tanıma ulaşmak üzere bir araya getirebilirdik: yayılmacı bir güç olarak duygulanım. Diğer bir deyişle duygulanım, özgürleşmenin, ontolojik açılmanın ve her yere sızmanın bir gücüdür. Aslında bu tanım totolojik bir tanım olarak görünebilir. Eğer duygulanım değeri tabandan kuruyorsa, onu ortak alanını ritmine göre dönüştürüyorsa ve değerin kendisini gerçekleştirmesinin koşullarına el koyuyorsa, duygulanımın yayılmacı bir güç olduğu aşikârdır. Oysa bu tanım totolojik değildir. Tam tersine, yok-yerin olumlu anlamında, ölçmenin ötesinde bir güç olarak duygulanımın karşı konulamazlığında ve onun mutlak anti-diyalektik özelliğinde ısrar ettiğimizde, bu tanımın yeni bir kavram ortaya attığını görebiliriz. (Felsefe tarihinde gezen bir kişi, duygulanıma dair yukarıda yapılan ilk üç tanımın Spinozacı tanımlar olduğunu, dördüncüsünün ise Nietzscheci bir tanım olduğunu görebilir.) Her durumda, duygulanımın çok yönlü yayılımı, postmodern darbe veya etkiyi de alt edecek şekilde, olumsuzlama üzerine kurulu aşkın değerlenmenin ötesine geçer. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Politik Ekonomiye Dönüş</b></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Değer, her türlü ölçümün, hem kullanım değerinin 'doğal" ölçümünün hem de parasal ölçümün dışına çıktığından, postmodern politik ekonomi değer için başka bir yerler aramaya girişmiştir: geleneksel ticari değişim yöntemlerinin alanı ve iletişimsel ilişkiler alanı gibi. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Dolayısıyla piyasanın geleneksel yöntemleri ve iletişimsel değişim ilişkileri, ölçümün dışında kurulan fakat biyopolitik denetime duyarlı olan üretici bağların (ve dolayısıyla duygulanımsal akışların) yeri olabilir. Bu yüzden postmodern politik ekonomiye göre değer, duygulanımla olan ilişkisi içinde biçimlenir ve bu duygulanım temel üretici özelliktir. Sonuç olarak politik ekonomi, duygulanımı kontrol etmeye, bu kontrolü mistikleştirmeye ve gücünü sınırlamaya çalışır. Politik ekonomi her durumda üretici gücü kontrol altına almak zorundadır ve bu yüzden kendisini, yeni değerlenme biçimleri (ve bunu üreten yeni özneler) üzerinde, yeni sömürü biçimleri dayatmak için örgütlemek durumundadır. Burada şunu kabul etmemiz gerekir ki, politik ekonomi kendini oluşturan kavramlar sistemini yeniden biçimlendirerek, ileri doğru muazzam bir sıçrama gerçekleştirmiş ve kendisini tanımlayan egemenlik durumunu olumsuzlamadan yeni diller kullanma yoluyla bu egemenliği yeniden üreterek kendisini sermayenin klasik diyalektiğinin dışında göstermeye çalışmıştır. Emek gücünün nesnelliğe dayalı ölçümünün olanaksızlığını kabul eder (buradaki nesnellik kullanım değeri söz konusu olduğunda deneyüstü ve para söz konusu olduğunda aşkınsaldır). Bu yüzden politik ekonomi kendi teorisini, öznellik üretimi veya aslında üretken öznellik tarafından sınırlanan alan üzerinde kurar. Günümüzde politik ekonominin, değeri gerçek ve uygun bir kavramsal devrim kuran bir arzu yatırımı olgusu olarak ele alması gizli bir yönelimdir. (Yine felsefe tarihine ki neredeyse her zaman bir mistikleştirme disiplinidir, aşina olan birisi, bugün Adam Smith'in Theory of Moral Sentiments adlı eserinin The Wealth of Nations adlı eserinden, Marx'ın ilk dönem yazılarının Kapitalden, Mauss'un Sociology of the Gift adlı eserinin Max Weber’in Economy and Society adlı eserinden niçin üstün tutulduğunu görebilir). Her durumda politik ekonomideki bu devrim, üretken gerçekliği toplumsal yeniden üretimin üstyapısı ve iletişim işaretlerinin dolaşımının ifadesi olarak kuran duygulanımların bağlamını egemenlik altına almaya girişmesini içermesi açısından anlamlıdır. Duygulanım ölçülemez olduğu için bu yeni üretken gerçekliğin ölçümü olanaksız olsa bile, yine de üretken içeriği ve çok zengin olan üretken öznelliği anlamında duygulanım kontrol altına alınmalıdır. Politik ekonomi bir deontoloji bilimi olmuştur. Başka bir deyişle, ilişkilere ve iletişime dayalı politik ekonominin projesi, ölçülemez olan üretken gerçekliği kontrol etmektir. Oysa sorun politik ekonominin tahmin ettiğinden çok daha zordur. Neredeyse hepimiz, ölçülemezliğin sadece "ölçü dışılık" anlamına gelmediğini, aynı zamanda ve öncelikle "ölçü ötesilik" anlamına geldiğini vurguladık. Belki de postmodernitenin temel çelişkisi, sadece bu fark üzerine oturmakta. Duygulanım ve onun üretken etkileri, tam merkezi bir durumdadır. Politik ekonomi, şunu der: Ölçü dışı olanın ölçülemeyeceğini ve dolayısıyla ekonominin diyalektik olmayan bir teorik bilime dönüştüğünü kabul edeceğiz. Fakat bu durum, politik ekonominin ölçü dışı olanı kontrol etmeyeceği anlamına gelmez. Dolayısıyla düzen, başka bir deyişle yaşamın ve değişim ilişkilerinin üretim tarzlarından oluşan yapı, politik ekonomiye duygulanım-değerin ölçülemezliğini kontrol altına alma olanağı sunmalıdır. Politik ekonominin bu projesi, kesinlikle muazzam ve büyüleyici bir girişimdir! </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Yine de politik ekonomiden kaçan ve onu kendi hilelerinin içinde donduran bir başka şey daha vardır: ölçümü ötesi olan değer-duygulanım. Bu engellenemez. Ulvi olan normalleşmiştir. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Yeniden Analize Başlamak</b></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Gündemde olan, bir arzu ekonomisidir. Bu sadece felsefi olarak değil, politik ekonominin eleştirisi anlamında da doğru bir ifadedir. Diğer bir deyişle, sadece model olarak alınmadığı sürece Marx tarafından önerilen bakış açısı da bunu doğrular: ezilenlerin isyanını kuran ve devrimci bir yeniden yapılanmayı tahayyül eden bakış açısı, tabandan gelen ve devrimci gerçekliğin yok-yerini kuran bir bakış açısı. Değer-duygulanım, içinde isyanı barındıran ve üretken özneler tarafından biyopolitik içeriğe yeniden el konulmasını öngören devrimci bir politik ekonominin önünü açar. Ne yapmak istiyoruz ve ne yapabiliriz? Bu sorulara bilimsel olarak yanıt vermek sadece ölçü dışı değil, aynı zamanda ölçü ötesidir. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Oysa olaylar duygulanımla yüklü olduğu zaman bile duygulanımın, ortak olanın, insanlar arasındaki diyalogun ve her türlü toplumsal mücadelenin içinde olduğunu söylemek paradoksal olarak çok kolaydır. Oluş ve duygulanım arasındaki uzaklık bu kadardır. Aslında, üretken yaşamımız bir yana, toplumsal yaşamımız bile eylemin güçsüzlüğü yaratamamanın incinmişliği ve hayal etme yetimizin hadım edilmişliği tarafından bastırılmıştır. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Peki, bu durum nerden kaynaklanır? Düşmandan. Düşman için değerin ölçümü imkânsızsa, değeri yaratan için değeri ölçen kişinin varlığı gerçek dışıdır. Duygulanım temel alındığında, düşman ortadan kaldırılmalıdır. Oysa duygulanım (üretim, değer, öznellik) yıkılamaz. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Duygulanımsal Emek </b></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Emeğimizdeki ve toplumsal pratiklerimizdeki duygulanımların üretimine odaklanmak, söylemsel bağlamda, örneğin arzu veya kullanım değeri üretimine dayalı anti-kapitalist projeler için kullanışlı bir zemin sunar: Duygulanımsal emek, kendinde emektir, komünalliğin ve kolektif öznelliklerin doğrudan kuruluşudur. Bu yüzden duygulanım ve değerin üretim döngüsü pek çok açıdan, kapitalist değerlenme süreçlerine alternatif öznelliklerin kuruluşu için otonom bir döngü olarak görülmek zorundadır. Marx ve Freud'u bir araya getiren teorik yaklaşımlar, duygulanımsal emeği arzu üretimi gibi kavramları kullanarak kavramışlardır ve daha da önemlisi geleneksel olarak kadın işi olarak tanımlanmış olan işleri analiz eden feminist araştırmacılar, duygulanımsal emeği aile ve bakım işi gibi terimleri kullanarak anlamışlardır. Bu analizlerin her biri, emek pratiklerimiz tarafından işletilen süreçlerin, kolektif öznellikler, toplumsallık ve nihai olarak toplumun kendisini ürettiğini ortaya çıkarır. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Günümüzde duygulanımsal emeğin bu şekilde ele alınması, duygulanımsal emeğin, kapitalist ekonomi içindeki değişen rolü bağlamına oturtulmalıdır ve bu makalenin öncelikli vurgusu da budur. Diğer bir deyişle, duygulanımsal emek hiçbir zaman tamamıyla kapitalist ekonominin dışında yer almamış olmasına rağmen, son yirmi beş yıl içinde yaşanan ekonomik postmodernleşme süreci duygulanımsal emeğe, onu sadece sermayenin doğrudan üretkenliğinin içinde değil, aynı zamanda emek biçimlerinin hiyerarşik olarak en üst biçiminin içinde konumlandıran bir rol yüklemiştir. Duygulanımsal emek, "maddi olmayan emek" diye adlandıracağım emeğin bir yüzüdür. "Maddi olmayan emek" küresel kapitalist ekonomi içindeki diğer emek biçimlerine göre baskın olan emektir. Sermayenin duygulanımsal emeği bir araya getirerek yücelttiğini ve duygulanımsal emeğin sermaye açısından en yüksek değer üreten emek biçimi olduğunu söylemek, duygulanımsal emeğin bozulduğu ve dolayısıyla artık anti-kapitalist projenin işine yaramayacağı anlamına gelmez. Tam tersine, kapitalist postmodernleşme zincirinin en güçlü halkalarından biri olarak duygulanımsal emeğin yıkıcı potansiyeli ve otonom kuruculuk anlamında sahip olduğu güç çok büyüktür. Bu bağlamda, Michel Foucault'nun kullandığı anlamda biyo-iktidar kavramına referans vererek, emeğin biyo-politik potansiyelini kabul edebiliriz. Bundan sonra önümüzde üç aşamalı bir analiz var: ilki, maddi olmayan emeği günümüzün kapitalist postmodernleşme döneminin içine yerleştirmek; ikincisi, duygulanımsal emeği maddi olmayan emeğin diğer biçimlerine göre konumlandırmak; ve son olarak biyo-iktidar anlamında duygulanımsal emeğin potansiyelini incelemek. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Postmodernleşme </b></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Ortaçağdan beri, gelişmiş kapitalist ülkelerin birbirinde farklı ve birbirini takip eden üç farklı uğraktan geçtiğini ve bunların her birinin ekonomideki öncelikli sektör tarafından belirlendiğini kabul eden ekonomik paradigmalar günümüzde genel kabul görmektedir. İlk paradigmada, tarım ve hammadde elde edilmesi ekonomiye hâkim olmuştur; ikinci paradigmada endüstriyel üretim ve dayanıklı malların imalatına yönelik manüfaktür öncelikli bir konuma sahiptir; günümüzdeki paradigma ise hizmet ve enformasyon sektörü ekonomik üretimin merkezindedir. Dolayısıyla, üretimde baskın olan sektöre göre birinci aşamadan ikinciye ve üçüncüye geçilmiştir. Ekonomik modernleşme, ilk ekonomik yaklaşımdan ikinciye, yanı tarımdan endüstriye geçişin ifadesidir. Modernleşme endüstrileşme demektir. İkinci yaklaşımdan üçüncüye geçişi, yani endüstriyel üretimden hizmet ve enformasyon üretimine geçişi ekonomik postmodernleşme süreci ya da daha iyi ifade etmek gerekirse enformatikleşme süreci olarak adlandırabiliriz. Modernleşme ve endüstrileşme, toplumsal alanın bütün bileşenlerini dönüştürdü ve yeniden tanımladı. Tarım, endüstrileşerek modernleştiği zaman çiftlikler birer fabrikaya dönüştü ve kelimenin tam anlamıyla tarım üretimi fabrika üretiminin teknolojisi, disiplin ilişkileri ve ücret ilişkileri ile biçimlendi. Daha genel olarak, toplumun kendisi, insan ilişkilerine ve insan doğasına kadar adım adım endüstrileştirildi. Toplum bir fabrikaya dönüştü. Yirminci yüzyılın başlarında, Robert Musil tarım dünyasından toplumsal fabrikaya geçiş sürecinde insanlığın geçirdiği dönüşümü çok güzel anlatır: "Bir zamanlar insanlar kendilerini bekleyen koşulların içinde doğallıkla büyüyorlardı ve bu, insanın kendisi olmasının çok önemli bir yoluydu. Oysa günümüzde, şeylerin yeniden örgütlenmesi ile birlikte her şey içinde yetiştiği topraktan koparılıyor; hatta ruhun üretimi bile kaygı verici hale geliyor, tıpkı geleneksel el sanatlarının yerini makine ve fabrika ile birlikte ilerleyen bir tür zekâya bırakmasının kaygı verici olması gibi," İnsanlık ve onun ruhu, ekonomik üretim süreçlerinin içinde üretilir. İnsan olma süreçleri ve insanın doğasının kendisi, modernleşmenin niteliksel değişimi içinde temelden dönüştürülmüştür.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Oysa günümüzde modernleşme sona ermek zorundadır. Başka bir deyişle, endüstriyel üretim, diğer ekonomik biçimler ve toplumsal olgular üzerindeki egemenliğini artık genişletemez. Bu değişimin en önemli göstergesi, istihdamdaki niceliksel değişimlerdir. Modernleşme süreci, tarım ve madencilik sektörlerinde, yani birincil sektörde çalışan emeğin endüstri sektörüne yani ikinci sektöre göç etmesiyle tanımlanır. Postmodernleşme ve enformatikleşme süreçleri ise, endüstriyel üretimde çalışan emeğin hizmet sektörüne (üçüncü sektöre) kayması ile ayırt edilir. Bu süreç, egemen kapitalist ülkelerde, özellikle ABD'de 197O'li yılların ilk yarısında başlayan bir değişimin ifadesidir. Hizmet sektörü, yani üçüncü sektör sağlık, eğitim, finans, ulaşım, eğlence ve reklamcılık gibi çok geniş bir alanı içerir. Bu sektördeki işler büyük oranda hareketli olmayı ve esnek iş becerilerini gerektirir. Daha da önemlisi bu tür işler genelde bilgi, enformasyon, iletişim ve duygulanımı merkeze alan bir niteliğe sahiptirler. Bu anlamıyla, post-endüstriyel ekonomiyi bilgi ekonomisi olarak adlandırabiliriz. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Modernleşme sürecinin tamamlanmış olması ve küresel ekonominin günümüzde enformasyon ekonomisine yönelen bir postmodernleşme sürecine girmesi, endüstriyel üretimin terk edileceği ve öneminin ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Bu durum dünyanın en gelişmiş bölgeleri için bile böyledir. Tıpkı endüstri devriminin, tarımı dönüştürmesi ve daha üretken kılması gibi, enformasyon devrimi de enformasyon ağlarını endüstriyel üretim süreçlerine entegre ederek endüstriyel üretimi dönüştürecek, yeniden tanımlayacak ve yenileyecektir. Burada yeni yönetimin emri “manüfaktür üretimini bir hizmet üretimi gibi örgütlemektir. Aslında, endüstriyel üretim dönüştürüldüğü için endüstriyel üretimle hizmet üretimi arasındaki fark gittikçe bulanıklaşmaktadır. Nasıl ki modernleşme süreci ile bütün üretim alanları endüstrileştiyse, postmodernleşme süreci ile de bütün üretim alanları hizmet üretimine dönüşmekte ve enformatikleşmekte. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Enformatikleşme ve hizmet sektörünün genişlemesi olgusunun en çok egemen kapitalist ülkelerde belirgin hale gelmiş olması, çağdaş küresel ekonomiyi -sanki egemen ülkeler bugün enformasyona dayalı hizmet ekonomisine sahip olanlar, endüstriyel üretim yapan ülkeler de onlara bağımlı ardılları ve tarım üretimine dayalı ülkeler de en alt aşamadaymışçasına- gelişme aşamaları bağlamında anlamamıza yol açmamalı. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Tahakküm altına alınan ülkeler için, modernleşmenin tıkanması, öncelikle endüstrileşmenin artık ekonomik gelişmenin ve rekabetin anahtarı olmadığı anlamına gelir, Sahra-altı Afrika gibi en korkunç şekilde tahakküm altına alınmış kimi bölgeler, sermaye hareketlerinden, yüksek teknolojiden, hatta kalkınma yanılsamasından bile dıştalanmış ve kendilerini açlık sınırlarında bulmuştur. (Postmodernleşmenin nasıl hem bu dışlamayı dayatıp hem de bu bölgeleri tahakküm altına alabildiğini kavramamız gerekir.) Küresel hiyerarşi içinde orta düzeyde bir konuma sahip olmak için yürütülen rekabet, büyük oranda endüstrileşmeye değil, üretimin enformatikleşmesine dayalıdır. Hindistan, Brezilya ve Rusya gibi farklı ekonomilere sahip olan büyük ülkeler, farklı üretim süreçlerini eşzamanlı olarak destekleyebilirler, yani enformasyon temelli hizmet üretimini, modern endüstri üretimini ve geleneksel el sanatlarını, tarım ve madencilik üretimini aynı anda gerçekleştirebilirler. Bu ülkelerde söz konusu üretim süreçleri arasında sıralı bir tarihsel ilerleme söz konusu değildir; bu farklı üretim süreçleri birbirine eklemlenebilir ve aynı anda varolabilirler; enformasyona dayalı üretimden önce modern üretim aşamasından geçmek zorunlu değildir, geleneksel el sanatları doğrudan bilgisayarlı üretime geçebilir, yalıtılmış balıkçı köylerinde cep telefonları kullanıma girebilir. Bütün üretim biçimleri, dünya piyasasının ağları içinde ve enformasyona dayalı hizmet üretiminin egemenliği altında varolabilir. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Maddi Olmayan Emek </b></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Enformasyon ekonomisine geçiş, emeğin niteliğinde ve emek süreçlerinin doğasında zorunlu bir değişimi beraberinde getirir. Ekonomik paradigmadaki geçişin, en dolaysız sosyolojik ve antropolojik göndermesi budur. Enformasyon, iletişim, bilgi ve duygulanım, üretim süreçlerinde temel bir rol üstlenmeye başlar. Fabrika emeğine dayalı otomobil endüstrisindeki değişim ya da Fordist modelden Toyotist modele geçiş, pek çok kişi tarafından bu dönüşümün ilk boyutu olarak kabul görür, Bu modeller arasındaki ilk yapısal değişim, meta üretimi ve tüketimi arasında bir iletişim sisteminin kurulmasını, yani fabrika ile piyasa arasında bir enformasyon akışı sağlanmasını kapsar. Fordist model, üretim ve tüketim arasında görece "sağır" bir ilişki kurmuştur. Fordist modelde, standart metaların kitlesel üretimi, yeterli talep olduğu varsayımı üzerinden hesaplanabiliyordu, bu yüzden piyasanın sesine "kulak vermek" gerekmiyordu. Tüketimden üretime akan bilgi, üretim miktarında değişiklik yapmak için piyasadaki değişimler yeterli oluyordu, ama bu ikisi arasındaki iletişim sınırlı (planlamanın bölümlenmiş ve sabitlenmiş kanalları nedeniyle) ve yavaştı (kitlesel üretim teknolojileri ve işleyişinin katılığı nedeniyle). Toyotizm, üretim ve tüketim arasındaki Fordist iletişim yapısının tersyüz edilmesine dayanır. Bu modele göre ideal olarak, üretimin planlanması piyasa ile sürekli ve doğrudan bir iletişim içinde olacaktır. Hâlihazırda piyasada var olan talebe göre, fabrikalar sıfır stok bulunduracaklar ve mallar talep edildikçe, yani tam zamanında üretim ilkesine göre üretilecek. Dolayısıyla bu model, sadece daha hızlı bir bilgi akışını gerektirmekle kalmaz aynı zamanda ilişkiyi de ters yüz eder. En azından teoride, üretim kararının alınması, piyasanın kararından sonra ve ona bir yanıt olarak ortaya çıkar. Bu endüstriyel üretim anlayışı, üretim alanında öncelikle iletişim ve enformasyonun merkezi rolüne vurgu yapar. Enformatikleştirilmiş endüstriyel üretim süreçlerinde, işlevsel eylem ile iletişimsel eylemin sıkı sıkıya birbirinin içine geçtiği söylenebilir. (Jürgen Habermas'ın işlevsel eylem ile iletişimsel eylem arasında yaptığı ayrımın, Hannah Arendt'in emek, iş ve eylem arasında yaptığı ayrım gibi, bu süreçler tarafından nasıl parçalandığına dair düşünmek yararlı ve ilginç olabilirdi.) Yine de bu iletişimsel eylemin, zayıf bir iletişim nosyonu olduğu ve sadece piyasa bilgilerinin akışını sağladığı söylenebilir. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Ekonomideki hizmet sektörleri, üretken iletişimin daha zengin bir modelini sunar. Gerçekte pek çok hizmet sektörü, sürekli bir enformasyon ve bilgi akışına bağlıdır. Hizmet üretimi, maddi ve sabit meta üretmediği için, bu üretim türünde içerilen emeği maddi olmayan emek, yani bilgi, hizmet ve iletişim gibi maddi olmayan metaları üreten emek olarak tanımlayabiliriz. Maddi olmayan emek bir yanıyla bilgisayarın işlemesine benzetilebilir. Giderek artan bilgisayar kullanımı, bütün toplumsal pratiklerin ve ilişkilerin yanı sıra, emek pratiklerinin ve ilişkilerinin yeniden tanımlanmasına yol açmıştır. Bilgisayar teknolojilerine yatkın ve alışkın olmak, egemen kapitalist ülkelerde iş bulmak için gerekli olan birincil nitelik haline gelmiştir. Hatta doğrudan bilgisayar kullanımı gerektirmeyen işlerde bile sembollerin ve enformasyonun bilgisayar sistemine göre işlenmesi gittikçe yaygınlaşmaktadır. Bilgisayarın yenilikçi boyutu, kendi işleyişini sürekli olarak değiştirebilmesidir. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Yapay zekânın en basit biçimleri bile, bilgisayarın kullanıcısı ve çevresi ile karşılıklı bir ilişkiye girmesi temeline dayanarak işleyişini yaygınlaştırmasının ve mükemmelleştirmesinin önünü açıyor. Bilgisayar kullanılsın ya da kullanılmasın, ekonomik üretim alanlarının pek çoğu, bilgisayardakine benzer sürekli ve karşılıklı ilişki tarafından karakterize edilmektedir. Daha önceki zamanlarda, fabrikanın içinde veya dışında işçiler nasıl bir makine gibi hareket edeceklerini öğrenmişlerdi. Bugün ise, genel toplumsal bilgi düzeyi, daha önce hiç olmadığı kadar üretimin doğrudan bir gücü haline geldiği için, bizler de giderek daha çok bilgisayar gibi düşünüyoruz ve iletişim teknolojilerinin etkileşimli (interaktif) modeli, iş yapma pratiklerimizde gün geçtikçe daha çok merkezi bir rol üstleniyor. Etkileşimli ve sibernetik makineler, bedenimize ve zihnimize takılan yeni bir proteze, bedenimizi ve zihnimizi yeniden tanımlayan bir objektife dönüşüyor. Robert Reich, bu tür maddi olmayan emeği "sembolik-analitik hizmetler" olarak adlandırır ve "problem çözme, problem tanımlama ve strateji belirleme" görevlerini içerdiğini söyler. Bu emek türü, en yüksek değeri yaratır ve en yüksek karşılığı talep eder, bu yüzden yeni küresel ekonominin içinde rekabetin anahtarı bu emektir. Reich, yaratıcı sembollerin kullanımıyla ilgili bilgi temelli bu işlerin yaygınlaşmasının, diğer yandan veri girişi ve sözcük işleme gibi sıradan sembollerin kullanımına dayalı düşük beceri gerektiren ve düşük değer yaratan işlerin de yaygınlaşmasını beraberinde getirdiğini belirtir. İşte bu noktada, maddi olmayan emek süreçlerinde temel işbölümü ortaya çıkar. Bilgisayar modeli, önemli olmasına rağmen hizmet üretiminde iletişimsel ve maddi olmayan emeğe nitelik veren tek boyut olarak ele alınamaz. Maddi olmayan emeğin diğer boyutu, insani iletişime ve etkileşime dayalı duygulanımsal emektir. Maddi olmayan emeğin bu boyutu, Reich gibi ekonomistler tarafından pek ele alınmasa bile, bana çok daha önemli görünüyor. Örneğin, sağlık hizmetleri esas olarak koruyucu ve duygulanımsal emeğe dayanır. Eğlence ve kültür endüstrisi, duygu yaratımına ve manipülasyonuna odaklanır. Fast food çalışanlarından, finans hizmeti verenlere kadar insani iletişimin ve etkileşimin geçerli olduğu hizmet sektöründe, kullanılma düzeyi ne olursa olsun duygulanımsal emeğin belirli bir payı vardır. Bu emek, bedensel ve duygulanımsal olsa bile, ürettiği ürünün elle tutulup gözle görülemez olması anlamında maddi değildir. Bu emek örneğin iyi olma hissi, rahatlama duygusu, doyum, haz, heyecan, tutku ve hatta toplumsallık ve ait olma duygusu bile üretir. "Kişiye özel" hizmet veya anında ayağınıza gelen hizmet kategorileri, bu tür emeği tanımlamak için sıklıkla kullanılır, ama bu emek türünün önemi onun kişiye özel olmasının yanı sıra asıl olarak duygulanım yaratması ve onu manipüle etmesidir. Duygulanımsal üretim, değişim ve iletişim genellikle insan ilişkisini, bir başkasının fiilen varlığını gerektirir, oysa bu ilişki aktüel de olabilir virtüel de. Örneğin, eğlence endüstrisindeki duygulanım üretiminde, insan ilişkisi ve bir başkasının varlığı ilkesel olarak virtüeldir, fakat bunun böyle olması daha az gerçek olduğu anlamına gelmez. Maddi olmayan emeğin bu ikinci boyutu, yani onun duygulanımsal boyutu, bilgisayar tarafından tanımlanan zekâ ve iletişim modelinin ötesindedir. Duygulanımsal emek, "kadın emeğini" analiz eden ve bu emeğe "bedensel emek biçimi" adını veren feminist çalışmalara bakılarak daha iyi anlaşılır. Bakım işi, tamamıyla bedensel ve bedenle ilgili bir iştir, ama ürettiği duygulanım maddi değildir. Duygulanımsal emek, toplumsal ağlar, cemaat biçimleri ve biyo-iktidar üretir. Burada bir kez daha, ekonomik üretimin araçsal eylemi, insan ilişkilerinin iletişimsel eylemi birleştirilmiştir. Ama bu sefer iletişim zayıf değildir ve üretim insan etkileşiminin karmaşık düzeyine yükseltilmiştir. Endüstrinin bilgisayarlaştırıldığı ilk aşamada, iletişimsel eylemin, insan ilişkilerinin ve kültürün araçsallaştırıldığı, maddeleştirildiği ve değerinin ekonomik etkileşim düzeyine "düşürüldüğü" söylense bile, ikinci aşamada üretimin iletişimsel, duygulanımsal, araçsallıktan çıkarılmış ve insan ilişkileri düzeyine "yükseltilmiş" olduğu söylenebilir. Burada söz edilen insan ilişkileri elbette ki tamamıyla sermayeye içkin ve onun tarafından tahakküm altına alınmış olan insan ilişkileridir. (Burada ekonomi ve kültür arasındaki bölünme parçalanmaya başlar.) Kültür ve iletişim ağları içinde duygulanımın üretimi ve yeniden üretiminde, kolektif öznellikler ve toplumsallık üretilir. Üstelik bu öznellikler ve toplumsallık sermaye tarafından doğrudan sömürülse bile. İşte burası, duygulanımsal emeğin muazzam potansiyelini gerçekleştirebileceğimiz yerdir. Duygulanımsal emeğin yeni bir emek türü olduğunu ve yeni bir değer biçimi ürettiğini söylemiyorum. Özellikle feminist analizler, bakım işinin ve annelik etkinliklerinin toplumsal değerini uzun zamandır dile getiriyorlar. Yeni olan, duygulanımsal maddi olmayan emeğin sermaye için doğrudan üretken hale gelmiş olması ve ekonominin pek çok sektöründe yaygın biçimde kullanılarak genelleşmesidir. Aslında, maddi olmayan emeğin bir bileşeni olarak duygulanımsal emek, çağdaş enformasyon ekonomisinin içinde en yüksek değere sahip egemen bir konuma ulaşmıştır. Musil'in belirttiği gibi, ruh üretiminin söz konusu olduğu yerde, artık ne toprağa ve organik gelişmeye ne de fabrikaya ve makinelerin gelişmesine bakabiliriz. Gözlerimizi, bugün baskın olan ekonomik biçimlere, yani sibernetik ve duygulanımın bir kombinasyonundan oluşan üretime çevirebiliriz. Bu duygulanımsal emek, potansiyel olarak yeni bir iş hiyerarşisi kurabilecek olan bilgisayar programcıları ve hemşireler gibi işçilerin belli bir kesiminin emeğine atfedilemez. Aksine, çok farklı biçimlere bürünen maddi olmayan emek (enformasyonel, duygulanımsal, iletişimsel ve kültürel) işgücünün tamamına, emek süreçlerinin bir bileşeni olarak bütün işlere yayılmış durumdadır. Yine de maddi emeğin alanında, uluslararası işbölümü, cinsiyete veya etnik kökene dayalı işbölümü gibi sayısız bölünme söz konusudur. Reich'in belirttiği gibi, ABD hükümeti, yüksek değer yaratan maddi olmayan emeği elinden geldiği kadar ülke içinde tutmaya ve düşük değer yaratan emeği diğer bölgelere ihraç etmeye çalışmaktadır. Maddi olmayan emeğin içindeki işbölümünü açıklamak çok önemli bir iştir ve şunu söylemeliyim ki bunu yapmak, özellikle duygulanımsal emeği göz önünde bulundurduğumuzda emeğin alışkın olduğumuz işbölümünü açıklamaktan çok daha zordur. Kısaca, enformasyon ekonomisinin tepesinde oturmuş olan hizmet sektörünü harekete geçiren üç tür maddi olmayan emek ayrımı yapabiliriz. İlki, enformatikleştirilen ve iletişim teknolojileri ile bütünleştirilen endüstriyel üretimde içerilen maddi olmayan emek türüdür ve bu emek türü endüstriyel üretimin kendisini dönüştürmüştür. Manüfaktür üretim, bir hizmet gibi algılanmakta ve dayanıklı mallar üreten maddi emek, maddi olmayan emekle iç içe geçmekte ve giderek maddi olmayan emeğe dönüşmektedir. İkincisi, bir yandan yaratıcılığın ve zekânın manipülasyonuna dayalı işler, diğer yandan sıradan bilgi işlemeye dayalı işler olarak kendi içinde bölünmüş olan analitik ve sembolik görevleri yerine getiren maddi olmayan emektir. Son olarak maddi olmayan emeğin üçüncü türü, duygulanımın manipülasyonunu ve üretimini içeren ve insan ilişkisi gerektiren (aktüel veya virtüel) maddi olmayan emektir. Emeğin bu üç türü, küresel ekonominin enformatikleştirilmesini ve post-modernleşmesini tetikleyen emek türleridir. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Biyo-iktidar </b></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Biyo-iktidarı, duygulanımsal emeğin potansiyeli olarak anlıyorum. Biyo-iktidar, yaşamı yaratan güçtür; kolektif öznelliklerin, toplumsallığın ve toplumun kendisinin üretimidir. Duygulanım ve duygulanımı üreten ağlar, toplumsal kuruluş süreçlerini açıklar. Duygulanımsal emeğin yarattığı şey, bir yaşam biçimi Foucault, biyo-iktidarı sadece yukarıdan aşağıya kurulan bir bağlamda tartışmaya açmıştır. Biyo-iktidar, patria potestas, çocuklarının ve emrinde çalışanların yaşam ve ölümleri üzerinde babanın sahip olduğu haktır. Daha da önemlisi, biyo-iktidar nüfus yaratmak, idare etmek ve kontrol altında tutmak için ortaya çıkan yönetimselliğin iktidarı, yani yaşamı yönetmek için kurulan iktidardır. Foucault'nun kavramı üzerine yapılan pek çok çalışma, biyo-iktidar "çıplak yaşamın", yani farklı toplumsal biçimlerinde koparılmış yaşamın üzerinde egemenlik kuran bir ilke olarak sunmaktadır. Her durumda, iktidarda söz konusu olan yaşamın kendisidir. Politik olarak çağdaş biyo-iktidar aşamasına geçiş, ekonomik olarak için maddi olmayan emeğin egemen konuma geldiği kapitalist post-modernleşmeye geçiş aşamasına karşılık gelir. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Burada, yani değer yaratımında ve sermaye üretiminde, merkezi olan şey yaşamın üretimidir, yani nüfusun yaratılması, idare edilmesi ve kontrol altına alınmasıdır. Bu Foucaultcu biyo-iktidar görüşü, ne yazık ki biyo-iktidarı sadece yukarıdan, hükmetmenin ayrıcalıklı gücü olarak konumlandırır. Oysa diğer taraftan, yani biyo-politik üretime içerilmiş olan emeğin tarafından baktığımızda, biyo-iktidarın aşağıdan nasıl kurulduğunu da fark etmeye başlarız, Biyo-iktidar yaklaşımını emek cephesine uyarladığımızda, göreceğimiz ilk olgu, emeğin biyo-politik üretiminin, emeğin cinsiyete dayalı işbölümüdür. Aslında, feminist teoriler, biyo-iktidarın aşağıdan üretimine dair geniş kapsamlı analizleri zaten yapmışlardır. Günümüzde eko-feminizm yaklaşımı, örneğin biyo-politika kavramını, ulusötesi şirketler tarafından öncelikle tahakküm altına alınmış bölgelerdeki toplumlara ve çevreye dayatılan çok farklı biyoteknoloji biçimleri ile hayata geçirilen politikalara gönderme yapmak için kullanırlar. Biyo-iktidarın bu şekilde yorumlanması, Foucaultcu yaklaşımdan oldukça farklıdır, Kapitalist ekonomik gelişmenin araçları olarak sunulan Yeşil Devrim ve diğer teknolojik programlar, gerçekte doğal çevrenin tahrip edilmesi ve kadınları tahakküm altına almaya yönelik yeni mekanizmalarla kol kola yürütülmektedir. Bu iki sonuç, gerçekten benzersizdir. Bu feminist yazarlara göre kadının birincil geleneksel rolü, ekolojik ve biyolojik iyileştirmeler yoluyla yeniden üretim işlevlerini yerine getirmektir. Buradan bakıldığında kadın ve doğa, birlikte tahakküm altına alınır, ama bu ikisi aynı zamanda biyo-politik teknolojilerin saldırısı karşısında yaşamı üretmek ve yeniden üretmek için ortaklaşa bir ilişki içinde birlikte çalışırlar. Hayatta kalmak: Politika, yaşamın kendisi olmuştur ve yukarıdan kurulan bir biyo-iktidar biçimine dayalı mücadele anlayışı yerini aşağıdan kurulan bir biyo-iktidara dayalı mücadeleye bırakmıştır. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
ABD'deki pek çok feminist yazar, yaşamın üretimi ve yeniden üretiminde kadın emeğinin birincil rolünü çok farklı bağlamlarda analiz etmişlerdir. Özellikle, anneliğe özgü bir iş olan bakım işi (doğum yapmanın biyolojik olarak kendisine özgü özelliklerinden ayrılan annelik işi), biyo-politik üretimin analiz edilmesi için son derece zengin bir zemin sunar. Bu anlamıyla biyo-politik üretim, öncelikle yaşamın üretilmesini, yani doğurganlık işi değil duygulanım üretiminde ve yeniden üretiminde yaşamın üretilmesini kapsayan emeğin içindedir. Bu noktada, tıpkı ekonomi ve kültür arasındaki ayrımın ortadan kalkması gibi, üretim ve yeniden üretim arasındaki ayrımın da nasıl ortadan kalktığını görebiliriz. Emek, doğrudan duygulanımlar üzerinde işler; öznellik üretir, toplumu ve yaşamı üretir. Bu bağlamda, duygulanımsal emek, ontolojiktir. Bir yaşam biçimi kuran canlı emeğin ifadesidir ve bu yüzden potansiyel olarak biyo-politik üretimin kendisidir. Ama şunu hemen eklemeliyiz, içlerinde barındırdıkları riskleri kabul etmeden bu yaklaşımları onaylayamayız. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Öncelikle, kadın ve doğanın özdeşleştirilmesi, cinsiyet farkını doğallaştırmak ve mutlaklaştırmak riskini taşır ve doğaya dair kendiliğindenci bir tanımlama yapılır. İkinci olarak, annelik işinin kutsanması, cinsiyete dayalı işbölümünün ve ödipal bağımlılığa ve özneleşmeye dayalı aile yapısının meşrulaştırılmasına yol açar. Annelik işini analiz eden bu feminist yaklaşımlarda bile, duygulanımsal emeğin potansiyelinin, yeniden üretimin patriyarkal yapılardan ve ailenin kara deliğinden sökülüp çıkarılmasının ne kadar zor olabileceği aşikârdır. Yine de bu tehlikeler, üzerinde düşünülmesi gereken tehlikelerdir ama emeğin potansiyelini aşağıdan bir biyo-iktidar olarak kabul etmenin önemini geçersiz kılmazlar. Bu biyo-politik bağlam, duygulanım ve değer arasındaki üretken ilişkinin araştırılması için bir zemin sunar. Burada bulacağımız şey, sadece "duygulanımsal olarak gerekli emeğin" direnişi değil, gerekli duygulanımsal emeğin gizilgücüdür. Bir yandan, yaşamı üreten ve yeniden üreten duygulanımsal emek kapitalist birikimin ve patriyarkal düzenin devamı için zorunlu bir temel haline gelmiştir. Diğer yandan ise, duygulanımların, öznelliklerini ve yaşam biçimlerinin üretimi, otonom değerlenme döngülerinin yaratılması ve özgürleşmenin gerçekleşmesi için muazzam bir potansiyel sunmaktadır. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Antonio Negri, </div>
<div style="text-align: justify;">
"Value and Affect"</div>
<div style="text-align: justify;">
Çev: Münevver Çelik</div>
<div style="text-align: justify;">
Boundary 226, s.z, Yaz 1999, s. 73-100.<br />
<br />
*Conatus Sayı: 4 - "Değer Teorisi ve Sınıf Mücadelesi" sayısı, sayfa: 89-102</div>
Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/14742390432028082275noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-24581874262502322662013-04-12T09:02:00.003-07:002013-04-15T14:44:31.751-07:00Tienanmen - Giorgio Agamben<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgYxYuSIZUlmSMVJJkzpWm7SAcxtDZ9tr1bkktf28aY8xaJkv-r7WjRpHMUAdIsNivHQ_XxK0f8WaTHY-53eJpPBAGWbZ1tt6TgVY8orVaxku-uRqtnbJep1PfAu-BT8Ez8-HUr6j-Yxw4/s1600/tiananmen_01.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="211" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgYxYuSIZUlmSMVJJkzpWm7SAcxtDZ9tr1bkktf28aY8xaJkv-r7WjRpHMUAdIsNivHQ_XxK0f8WaTHY-53eJpPBAGWbZ1tt6TgVY8orVaxku-uRqtnbJep1PfAu-BT8Ez8-HUr6j-Yxw4/s320/tiananmen_01.jpg" width="320" /></a></div>
<div style="text-align: justify;">
Herhangi tekilliğin siyaseti, yani ortaklığı (Kızıl, İtalyan, Komünist olmak gibi) herhangi aidiyet koşulu yoluyla ve (son günlerde, Fransa’da Blanchot tarafından önerilen negatif ortaklık gibi) koşulların basit yokluğu yoluyla dolayıma sokulmayan, ama sadece kendisine ait olan yoluyla dolayıma sokulan bir varlığın siyaseti nasıl olabilir? Pekin’den gelen bir haber bu soruya bir yanıt vermek için bazı öğeleri beraberinde getirmiştir.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Çin Mayıs’ı gösterilerinde en etkileyici şey, göstericilerin taleplerinde görece belirleyici içerikler olmayışıdır (demokrasi ve özgürlük bir çatışmanın gerçek nesnesini oluşturamayacak kadar genel ve yaygın nosyonlardır, tek somut talep Hu Yao-Bang’ın rehabilitasyonu hemen kabul edilmiştir). Bu durum devletin tepkisindeki şiddeti daha da açıklanamaz hale getirmektedir. Bununla birlikte devletin orantısız güç kullanımının sadece görünürde olması ve Çinli yöneticilerin bakış açılarıyla, tek dertleri demokrasi ve komünizm karşıtlığı için nahoş konular bulup çıkartmak olan batılı gözlemcilerden çok daha aklıselim davranmış olmaları da mümkündür.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Gelmekte olan siyasetin yeni gerçeği, bu siyasetin artık devletin denetimi ya da ele geçirilmesi için bir mücadele olmayacağı ancak devlet ve devlet olmayan (insanlık) arasında bir mücadele olacağıdır, herhangi tekillikler ve Devlet organizasyonu arasında üstesinden gelinemeyecek bir ayrışma olacaktır. Bu durumun toplumsal olanın devlete karşı sıradan talepleriyle hiçbir ilgisi yoktur, ve son yıllarda pek çok kez muhalif harekette ifadesini bulmuş bir durumdur. Son yıllarda protesto hareketlerinde sıklıkla ifadesini bulmuş olan bu karşıtlığın sadece devletin karşısında toplumsal olanın olumlanışıyla bir ilgisi yoktur. Herhangi tekillikler bir societas (toplum) oluşturamazlar çünkü geçerli kılacakları herhangi bir kimlik, tanınmalarını ve kabul edilmelerini sağlayacak herhangi bir aidiyet bağı yoktur ellerinin altında. Aslında son tahlilde devlet her türlü kimlik talebini tanıyabilir (günümüzde devlet ve terörizm arasındaki ilişkiler tarihi bu durumun dokunaklı bir teyididir) hatta kendi içinde devlete özgü bir kimlik talebini bile tanıyabilir ama tekilliklerin bir kimlik talebinde bulunmadan oluşturduğu ortaklığa, temsil edilebilir bir aidiyet koşulu olmadan ortak-aidiyet oluşturan insanlara (üstelik bu sıradan bir önvarsayım biçiminde bile olsa) hiçbir şekilde tahammül edemez. Devlet, Badiou'nun gösterdiği gibi, ifadesi olacağı toplumsal bağ üzerinde temellenmez, yasaklayan bir çözülme üzerinde temellenir. Devlet için önemli olan olduğu haliyle tekillik değildir, sadece tekilliğin herhangi bir kimliğe dahil edilmesidir (ama herhangi'nin tam da bu haliyle yani bir kimlik olmadan ele alınması işte bu devletin uzlaşmaya yanaşmayacağı bir tehdittir).</div>
<div style="text-align: justify;">
<br />
<a name='more'></a><br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjtk9BigAlOMAAWtXeP_m5ekhZCmVC3cBjhS9pZ1kdgiHz_Qj4wTTXcv2KaLWkPqGTlfI48HnuruLa1xpbBx-ox8pw8Y52a5qyAYe6gIk1yJQn0-V5tPuVwZ83fJyoJSD5-TauRB8eZgDI/s1600/communism_heroes_tanks_tiananmen_square_desktop_1920x1200_hd-wallpaper-573791.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjtk9BigAlOMAAWtXeP_m5ekhZCmVC3cBjhS9pZ1kdgiHz_Qj4wTTXcv2KaLWkPqGTlfI48HnuruLa1xpbBx-ox8pw8Y52a5qyAYe6gIk1yJQn0-V5tPuVwZ83fJyoJSD5-TauRB8eZgDI/s320/communism_heroes_tanks_tiananmen_square_desktop_1920x1200_hd-wallpaper-573791.jpg" width="320" /></a></div>
<div style="text-align: justify;">
Temsil edilebilir her türlü kimlikten tam anlamıyla yoksun bir varlık devlet için kesinlikle önemsiz olacaktır. Kültürümüzdeki çıplak hayatın kutsallığıyla ilgili iki yüzlü doğmanın ve insan haklarıyla ilgili boş beyanatların görevi bunu saklamaktır. Kutsal bu noktada terimin Roma hukukunda sahip olduğu anlamdan başka bir anlama sahip olamaz: sacer (kutsal olan) insanların dünyasından dışlanmış olandır ve tam da bu nedenle kurban edilemediğinden, öldürülmesi hukuka uygundur, onu öldüren cinayetle suçlanmaz (neque fas este um immolari, sed qui occidit parricido non damnatur) (Bu açıdan bakarsak, Yahudilerin yok edilmesinin ne cellatları ne de onların yargıçları tarafından insan katli olarak görülmemesi, yargıçlara insanlığa karşı suç olarak sunulması anlamlıdır. Savaşın galip güçleri bu kimlik yokluğunu, kendisi de yeni kıyımların kaynağı haline gelen bir devlet kimliği vererek telafi etmeye çalışmışlardır).</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bizzat kendi kedisine aidiyetten, kendisinin dil-de-olmasından yararlanmak isteyen ve bu yüzden her türlü kimlik ve her türlü aidiyet koşulunu reddeden herhangi tekillik devletin baş düşmanıdır. Bu tekilliklerin ortak(lık)-ta-olmalarını gösterecekleri barışçıl gösterilerin ortaya çıktığı her yer bir Tienanmen olacaktır ve er ya da geç tanklar görünecektir.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br />
Giorgio Agamben - Gelmekte Olan Ortaklık, MonoKL yay., s.109-11</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
[1] 1989’da Çin’in Tienanmen Meydanı’nda gerçekleştirilen kitlesel gösteriler ve ölümlere atıfla [ed.n.].</div>
Oğuz Karayemişhttp://www.blogger.com/profile/10640841576106590503noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-7123707924021007222013-03-02T05:50:00.000-08:002013-04-02T17:01:17.123-07:00Duyuru'nun Duyurdukları<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhOmxf7dRvq_3rPyZPD-h4OndaK1htCBJcgiOiB9ekhBG8yAGxYw19k5QEGgbjuNHfMtw_H8UGz7DcCYMdWAwd_mHu-z80WR2DAEzWSYGm-VM3-LkAlaByq153aAu6VdazKae6GvE_ovhE/s1600/399171.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><span style="color: black;"></span></a></div>
<div style="text-align: justify;">
<i>“Bu bir manifesto değildir. (…) Manifestolar, vizyonlarının gücüyle kendi halklarını yaratan peygamberler gibi iş görür. Günümüzün toplumsal hareketleri düzeni tersine çeviriyor, manifestoları ve peygamberleri gereksiz kılıyor, (…) mantıkları ve pratikleri, sloganları ve arzularıyla, bu çokluklar yeni bir dizi ilke ve hakikatin duyurusunda bulunuyorlar. Bu ilke ve hakikatler, birbirimizle ve dünyamızla nasıl bir ilişki kuracağımızı yeniden keşfetmemizde bize nasıl yardımcı olabilir? Bu çokluklar, isyanlarında, duyurudan inşaya geçişin bir yolunu bulmalıdır. ”</i></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjRmuX0eLkA5VzS6uBt0vAAsuwe1nWLiGqnMhVyRA0ikXfGQryf9IGXGaSooM34S-WB_doVVFjvL0cmxF82OMN8khIARJFrTMUuoTAYKZ1O6ucG4Lu9vPLl_pAcYs8Ey1K7DgHSjIghqRY/s1600/tahrir_sq_protest_976.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img alt="" border="0" height="203" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjRmuX0eLkA5VzS6uBt0vAAsuwe1nWLiGqnMhVyRA0ikXfGQryf9IGXGaSooM34S-WB_doVVFjvL0cmxF82OMN8khIARJFrTMUuoTAYKZ1O6ucG4Lu9vPLl_pAcYs8Ey1K7DgHSjIghqRY/s320/tahrir_sq_protest_976.jpg" title="Tahrir Meydanı" width="320" /></a></div>
Negri ve Hardt, yeni kitapları Duyuru’yu böyle tanımlayarak başlıyor. Arap Baharı eylemlerinin devrim olup olmadığı tartışmaları sürerken 2011 yılı dünyanın değişik yerlerinde kendine özgü ama birbirine selam gönderen mücadeleler yılı oldu. Kitabın yazarları, önceki çağın eylem biçimlerinden farklı olan bu mücadelelerin benzeşen ve ayrışan yanlarının yanı sıra, eylemlerin öznel figürleri ve ortak özelliklerden yola çıkarak geleceğe dönük kurucu olabilecek ilkeler üzerine fikirlerini bizimle paylaşarak ufuk açıcı bir çalışma yapmış. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Yazarlara göre, bu mücadelelerin her biri tekil ve özgün yerel koşullara göre şekilleniyor. On yıl önceki alternatif küreselleşme hareketlerinin göçer niteliklerinin aksine, bu hareketler kısmen ulusal toplumsal meselelere kök salmaları nedeniyle oldukları yerde eyleyen hareketler. Buna rağmen birçok ortak özellik de taşıyorlar. Bunlardan en görüneni, kamp kurma ya da işgal stratejisi. Merkezî ve hiyerarşik yapıları kabul etmeyerek kendine özgü bir iç örgütlenmelerinin olması, farklı düzeylerde olsa da ortak çıkar adına mücadele etmeleri, özel mülkiyet düzenine karşı oldukları kadar kamu mülkiyeti düzenine ve devlet kontrolüne karşı çıkıyor olmaları da diğer önemli özelliklerinden.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Neoliberalizmin zaferi ve krizi, ekonomik ve politik hayat koşullarımızı derinden değiştirmekle kalmadı, aynı zamanda yeni öznellik figürleri ortaya çıkardı. Yazarlara göre, bu “öznel figürlerin” karşı çıktıkları öznellik halleri, aynı zamanda hareketlerin üzerinde yükseldiği toplumsal zemini de oluşturuyor. Yazarlar, başlıca dört öznel figürü, “borçlandırılan”, “medyalaştırılan”, “güvenlikleştirilen” ve “temsil edilen” olarak tanımlıyor.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br />
<a name='more'></a><br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Borçlandırılanlar </b></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Negri ve Hardt a göre, finans ve bankaların egemenliğinde olduğumuz bu dönemde, borçlu olmak toplumsal yaşamın genel kuralı haline geldi. Öznelliğimiz artık borç (kredi) temelinde şekilleniyor. Borç alarak hayatta kalıyor ve borçlar karşısındaki sorumluluğumuzun ağırlığı altında hayatımızı sürdürüyoruz. Borçlarımız bizi kontrol ediyor.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Günümüzde kapitalist çalışma ilişkileri de değişmiştir. Kapitalist üretimin ağırlık merkezi fabrika duvarlarının dışına çıkmış, tüm bir toplum fabrika haline gelmiştir. Bu kaymayla beraber sermayedar ile işçi arasındaki aslî ilişki de değişmiştir. Sermaye sahibi, servetini aslen kâr değil, kira yoluyla ediniyor, bu kira çoğu zaman finansal araçlarla garanti altına alınıyor. Tam burada, üretim ve sömürü ilişkisini sürdürmenin ve kontrol etmenin bir silahı olarak borç devreye giriyor. Sömürü bugün, asıl olarak, eşit veya eşitsiz de olsa, emek-ücret mübadelesine değil, borç temeline, yani nüfusun yüzde 99’unun yüzde 1’e tabi oluşuna –iş borçlu, para borçlu, itaat borçlu– dayanıyor.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Borç aynı zamanda, işçilerin kendilerini birer üretici değil tüketici olarak görmesine neden oluyor. Borçla tüketenler üretici olduklarını fark etmedikleri için böyle yaşamayı kendi bireysel tüketimlerinin sonucu olduğunu düşünüp duydukları suçluluğu yaşam biçimine dönüştürüyor. Yeni bir yoksul-yoksun figürü doğuyor ve bu yalnızca işsizler, düzensiz, güvencesiz ve yarım gün çalışanlardan oluşmuyor; düzenli çalışan ücretlileri ve orta sınıfın yoksullaşan kesimini de kapsıyor. Borçluluğun böyle genelleşmesi bir esaret ilişkisine dönüşe işaret ediyor. Bugünün yeni yoksulları, özgürler, ama borçları yüzünden bu kez finans yoluyla hükmeden efendilerin mülkü haline gelmiş durumdalar.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bu nedenlerle Negri ve Hardt’a göre bir öznel figür olarak ortaya çıkan borçlandırılanlar, borcun reddi yoluyla isyan etmekte. Son otuz yıl yoksulların kişisel ve kolektif borç boyunduruğuna karşı sayısız mücadelesi ile geçti. Bu eylemlerden, Wall Street’in İşgali, Wall Street küresel borç toplumunun en uç simgesi olduğu için ilk akla gelen. Yazarlar, Zuccotti Park’a akan yakın tarihli borç protestolarının iki koldan beslendiğini söylüyor. Bu kollardan biri, bağlı ülkelerin egemen ülkelere olan borçlarına yoğunlaşan kol – 1976’da Peru’da, 1977’de Mısır’da,1989’da Venezuella’da, 2011’de Arjantin’de patlak veren halk isyanlarına kadar uzanıyor. Diğer kol ise, metropollerdeki ırkçılığa karşı öfkenin ifadesi olarak hepsi polis şiddeti nedeniyle patlayan hareketlerden, 1992 Los Angeles, 2005 Paris, 2011 Londra ayaklanmalarından oluşuyor.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Medyalaştırılanlar</b></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiX1shFqdhOwZF-IA16R9QeWLKzQl2TSRd-KR6D7oRmVGS5xPqQtfpc6tnODDrVQEcf5e1Ia01r2W0Lz22wst6BDZSm-DVb3FxtXUJlKFeT9Ehz86GkxbCnQxswJ538_R-BMP7aIS8iDHQ/s1600/MadridSol1.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img alt="" border="0" height="179" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiX1shFqdhOwZF-IA16R9QeWLKzQl2TSRd-KR6D7oRmVGS5xPqQtfpc6tnODDrVQEcf5e1Ia01r2W0Lz22wst6BDZSm-DVb3FxtXUJlKFeT9Ehz86GkxbCnQxswJ538_R-BMP7aIS8iDHQ/s320/MadridSol1.jpg" title="Madrid Sol" width="320" /></a></div>
Teknolojik gelişmenin sonucu olarak yaşadığımız çağ bir enformasyon çağı haline gelmiş durumda. Yazarlara göre, bu durumun yarattığı çok başka bir sorun var: Bugünün medyalaştırılan özneleri, enformasyon, iletişim ve ifade fazlalığından mustarip. Yanı sıra medya ve iletişim teknolojileri giderek daha fazla, her üretici pratik için merkezî önem kazanıyor. Özellikle egemen ülkelerdeki birçok işçi için, sosyal medya onları hem işlerinden özgür kılıyor hem de işlerine zincirliyor. Akıllı telefonlarla nereye giderseniz gidin yine de çalışıyorsunuz. Medyalaştırma, iş ile yaşam arasındaki ayrımın giderek belirsizleşmesinde ana etken oluyor. Bunun sonucu olarak bugün, yabancılaşmadan değil, medyalaştırılmadan söz etmek gerektiğini söylüyorlar. Yabancılaşmış işçinin (bireyin) bilinci bölünmüşken, medyalaştırılan işçinin bilinci ağ ortamına tâbi kılınmış ve özümsenmiştir. Medyalaştırılanın öznelliği paradoksal olarak ne aktiftir ne de pasif, sürekli olarak dikkat kesilmiş bir halde bekler.</div>
<div style="text-align: justify;">
Medyalaştırılmanın dışına çıkmanın yolu, ilk önce medyanın bize hakikat diye sunduklarına inanmamakla, medyanın ağına kapılmamayı becermekle mümkün. Negri ve Hardt, enformasyon sağlamaya odaklı projeleri önemli bulmakla birlikte, bunun kendi hakikatimizi yaratmak için yeterli olmadığını söylüyor. Bilgi sağlamaya yönelik projeler tek başına insanları harekete geçiremez. Bu bağlamda, özellikle fiziksel bedenlerin bir araya gelmesinin önemli olduğunun altını çiziyorlar. Nitekim 2011’de kampçılar, fiziksel birliktelik içinde, ortak kararlarla, kendi sloganlarını, davranış biçimlerini yaratarak kendi hakikatlerini de yarattılar. Birlikte oluş halinde, politik duygulanımları ifade etmek yeni bir hakikat vücuda getirir. Hakikat oluşturmak, kolektif bir dil edimidir aynı zamanda ve bu hakikat verili dili doğrudan değiştirebilir. Sözgelimi, işgal hareketlerinden doğan, % 1’e karşı % 99 söylemi, sosyal eşitsizlik gerçeğinin kamusal düzlemde tartışmalarını kökten değiştirmiştir. Aynı şekilde 2001’de Arjantinlilerin attığı “Hepsini atın gitsin!” sloganı da.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Güvenlikleştirilenler</b></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Gelişen güvenlik teknolojileri nedeniyle, hemen her yerde sürekli bir biçimde hakkımızda enformasyon üretiliyor ve gözetleniyoruz. Bir gözetim toplumunda yaşamayı kabul etmek için dışarısının daha tehlikeli olması gerekir. Korku güvenlik toplumunun ana öğesi olarak her alanda işlev görüyor.</div>
<div style="text-align: justify;">
En önemli korkulardan biri, işsiz kalmak, yaşamı sürdürme araçlarından yoksun bırakılmaktır. Yanı sıra, güvenlikleştirilen birey bir dizi ceza ve dış tehlike korkusuyla yaşar. Yönetici güçler ve onun polisi karşısındaki korkudan daha önemlisi, tehlikeli ötekiler ve bilinmeyen tehditlerden kaynaklanan genelleştirilmiş bir toplumsal korkudur.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Güvenlikleştirilen birey, genelleştirilmiş bu korkuyla sürekli bir istisna durumunda yaşar ve gelişir. Böyle bir durumda hukuk kurallarının, geleneksel alışkanlıkların ve ilişkilerden kaynaklanan bağların normal işleyişi her şeye hükmeden bir güç tarafından askıya alınmıştır. Bu bir tiranlık biçimidir ve bütün tiranlıklar gibi bizim gönüllü köleliğimiz üzerine inşa edilmiştir.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Negri ve Hardt’a göre, bugünkü her tür güvenlik rejimi –hapishaneler dahil– Marks’ın kapitalizm öncesi İngiltere’sinde mülksüz ve aylak sınıflara yönelik “kanlı yasalar”a reva gördüğü rolü yerine getirmektedir. Hapishane bir bakıma “artık nüfusun” deposudur, ama “özgür nüfus” için de korkutucu bir derstir.</div>
<div style="text-align: justify;">
Negri ve Hardt, güvenlik rejimini reddetme yolları üzerine düşünüldüğünde en anlamlı görünenin kaçış yolları bulmak olduğunu söylüyor. Güvenlik rejimi, somut ve soyut korku üzerine kuruludur, bizi çaresiz ve güçsüz bırakmaya odaklıdır. Bu güçsüz bırakılma hissini, somut, fizikî birliktelik içinde kendi gücünün farkına varmanın ortadan kaldırabileceğini 2011 Şubat’ında Tahrir Meydanı’nda kampçıların bize gösterdiğini söylüyorlar: Göstericilerin üzerine atlar ve develerle yüründükten birkaç gün sonra, insanlar çok basit ve yalın bir biçimde sadece, “Artık korkmuyoruz!” diyordu.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Temsil Edilenler </b></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhsmgkPZHKS-fdfNYbp6a3ssLWdKVqYXloMSTp5ouCIgUb3T0QTxjmcrAinX5JsgbNhj5HqbIyU3P3P0A8A9harQJ8cRjFfgH_9XIlWBabmlGBUgaun1p74Pdxi0jarGxGhk9NnqDGRDN4/s1600/Occupy_London_Tent.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img alt="Londra" border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhsmgkPZHKS-fdfNYbp6a3ssLWdKVqYXloMSTp5ouCIgUb3T0QTxjmcrAinX5JsgbNhj5HqbIyU3P3P0A8A9harQJ8cRjFfgH_9XIlWBabmlGBUgaun1p74Pdxi0jarGxGhk9NnqDGRDN4/s320/Occupy_London_Tent.jpg" title="Occupy London" width="320" /></a></div>
Hepimiz sürekli olarak diktatörlük rejimlerinden demokrasiye giden uzun bir tarihsel eğrinin ortasındaymışız gibi düşünüyoruz. Dünyanın pek çok yerinde otoriter rejimler sürse de, hem kapitalist hem de demokratik olduğu iddia edilen temsilî hükümet biçimleri giderek yaygınlık kazanıyor ve genel bir iyi olarak algılanıyor.</div>
<div style="text-align: justify;">
Oysa 2011 mücadelecileri temsil edilmeyi reddediyor. Onları anlamak için, aslında temsilin demokrasinin bir aracı olmadığını ve hatta tam tersine demokrasiye engel olduğunu görmemiz gerekiyor. Önceki yüzyılda, sendikalar, politik partiler ve sivil toplum kuruluşları yoluyla politik eylem yapma imkânı ve yolları vardı. Bugün gelinen noktada, seçildiklerinde yapacakları karşısında hiçbir, güç, hak ve yetkiye sahip olmayan bireylerin demokrasi adı altında oy verme eylemine indirgenmiş bir temsil edilen figürü var. Biz dâhil pek çok ülkedeki seçim sistemlerinin kayda değer bir temsili içermemesi bir yana, seçim kampanyalarının finansın, zenginliğin ve medyanın gücüyle kotarılması karşısında yoksulların bir güç oluşturması artık neredeyse imkânsız. Bu nedenle temsil edilen figürü, borçlandırılan, medyalaştırılan ve güvenlikleştirilen figürleri bir araya getirip egemenlere tâbi konuma sokup çürütüyor.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Negri ve Hardt’a göre, bu bağlamda iki yüzyıldan fazladır hükmünü süren Cumhuriyetçi anayasalar da artık miadını doldurmuş olup politik ve anayasal tartışmanın temsil bağlamında yeniden açılması gerekmektedir. Bu tartışma, insanların ortak olanla nasıl ilişki kurabileceği ve karar alma süreçlerine doğrudan nasıl katılabileceği yönünde olmalıdır. Yazarlar, egemen güçler bu krize çözüm için öneri geliştiremezken, 2011 mücadelelerinin, esasında kurucudan çok bozucu hareketler olmalarına rağmen önemli, kurucu anayasal anlamlar taşıyan yeni ilkeler de ortaya koyduklarını vurguluyorlar. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
2011 kampçılarının bu yöndeki özelliklerinden biri, oldukça yavaş işleyen, açık ve yatay topluluklar (meclisler) olarak karar alma süreçlerini işletmeleridir. Her meclis kendi koyduğu kurallara göre işliyor; görüş bildirme ve karar alma konularında kendi tekniklerini geliştiriyordu. Meclis biçimi bir tarz yasama gücünü yaratmanın aracı olarak kullanılıyordu. Buradaki ilginçlik, hızlı veya yavaş olmaları değil, zamanlarına hükmetmelerini sağlayan politik özerklikleridir. Önceki alternatif küreselleşme hareketlerinin katı ve tüketici ritminden farklı ve yeni bir özelliktir bu. Burada karar veren bir merkez yoktur, yaygın bilgi ve uzmanlıkla desteklenen yavaş ve karmaşık bir karar alma süreci vardır. Hareketler söylem ve eylemleriyle, politik yaşamın temsil-seçim gibi mevcut biçimlerine yönelik eleştiriyi toplumsal eşitsizliğe karşı protestoyla birleştirmişlerdir. Bu karar alma süreçlerinin bir tür federalizme eğilim gösterdiklerini belirtiyor yazarlar. Toplumsal alanın tamamına yayılmış ve soyut, merkezî bir birime özümlenmemiş, çeşitli politik güçler arsındaki basit, açık, yaygın bir ilişki olarak tanımlıyorlar bu federalizmi.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Hareketlerin üzerinde durulması gereken deneyimlerinden biri de, klasik bir anayasal mesele olan azınlıklar konusudur. Temsilî demokrasilerin çoğunluk yönetimleri içinde hangi azınlıkların korunacağı meselesi etik ve politik bir seçim gerektirir. 2011 hareketlerinde, yatay demokratik meclisler oybirliği beklentisi ve arayışı içinde değildi. Çoğunluğun kararları farklılıkların birleştirilmesi yoluyla yürürlüğe kondu. Yani meclislerinin işi, farklı görüş, istek ve arzuları olumsal olarak birbirine bağlama yollarını bulmaktı. Böylelikle azınlıklar ayrı tutularak değil, sürece katılma yoluyla güçlendirilerek korunur oldu. Böyle bir işleyiş hoşgörü anlayışımızı da kökünden değiştirecektir.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Bir Sonraki Adım ve Sol</b></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhXTUa89vcx5LJ1WcuND6P8gQUO_vt9lLJo0TLucoiC-AWAxNZy2Fo92IC7ctsYAGJbjW2SL4ezNR1Xvlu3iB56Oa3ujygBT1OnIVSTYuRjdifg_o89aVyccBpaeGeVbzEkjEPPw5zN1Wk/s1600/occupy-wall-street.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img alt="" border="0" height="213" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhXTUa89vcx5LJ1WcuND6P8gQUO_vt9lLJo0TLucoiC-AWAxNZy2Fo92IC7ctsYAGJbjW2SL4ezNR1Xvlu3iB56Oa3ujygBT1OnIVSTYuRjdifg_o89aVyccBpaeGeVbzEkjEPPw5zN1Wk/s320/occupy-wall-street.jpg" title="Wall Street" width="320" /></a></div>
2011 hareketleri ne kadar güzel ve görkemli olursa olsun, kendi başlarına egemen iktidarları alaşağı etmek için gerekli güce henüz sahip değil. Büyük başarılar bile sıklıkla çabucak trajik biçimde sınırlı bir etki bırakıp silinip gidebilir. Ve iktidar devrildiğinde ne istiyorsun sorusuna bir cevap bulmak gerekir. Askerî bir cunta mı? Bankalar için yeni bir kurtarıcı mı?<br />
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Hareketler henüz öngörülemeyen durumlar için zemin hazırlıyor. Eşitlik, özgürlük, sürdürülebilirlik ve ortak olana serbestçe erişim dâhil, ileri sürdükleri ilkeler, köklü bir toplumsal kopuş olayında üzerine yeni bir toplum inşa edebilecekleri iskeleyi oluşturuyor. Yanı sıra hareketlerin deneyimlediği politik pratikler gelecek politik eylemler için bir kılavuz hizmeti de görüyor.<br />
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Geleneksel politik düşünürlerin ve soldaki örgütçülerin bazıları 2011 yılındaki mücadeleler dalgasından hoşnut kalmadılar ya da en azından kuşku duydular. Sokaklar dolu ama Sol’un camileri-kiliseleri boştu. Negri ve Hardt’a göre, boşalması da yetmez, kapılarına kilit vurulmasına ihtiyacımız var. Bu hareketler liderlerden yoksun olmalarına rağmen değil, tam da bu sayede güçlü. Onlar çokluklar gibi yatay olarak örgütleniyor ve her düzeyde demokrasi konusundaki ısrarları bir erdem olmaktan ziyade güçlerinin bir anahtarı. Sabit bir ideolojik çizgi içinde özetlenemeyen ya da disiplin altına alınamayan konumları, bu hareketlerin bir eksikliği değil; aksine tam da bu sayede bu denli geniş bir alana yayılabildiler. Burada insanlara ne düşünmeleri gerektiğini söyleyecek parti kadroları yerine, tam tersine, bazen birbirleriyle çelişebilen ancak genellikle yavaşça bütünlüklü bir bakış açısı geliştiren çok çeşitli görüşlere açık tartışmalar mevcut.<br />
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Etkili politik projeler örgütlemenin tek yolunun liderler ve merkezî yapılar olduğunu düşünmek acıklı bir politik hayal gücü eksikliğidir. 2011 mücadeleleri dalgasına can veren çokluklar örgütsüz değildir. Aslında örgütlenme sorunu bu hareketlerin, en önemli tartışma ve deneyim konularıdır. Bir meclis nasıl çalıştırılır, politik anlaşmazlıklar nasıl çözülür, demokratik olarak bir politik karar nasıl alınır? Tüm bunları bizzat pratiklerinde tartışıyor ve yaşıyorlar.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br />
<b>Naime Narin</b><br />
<b><br /></b></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Duyuru</b></div>
<div style="text-align: justify;">
Antonio Negri – Michael Hardt</div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Çev: </b>Abdullah Yılmaz</div>
<div style="text-align: justify;">
Ayrıntı Yayınları, 2012</div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Kaynak:</b> AltÜst Dergi</div>
dunecahttp://www.blogger.com/profile/05183168911005962921noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-5911981046990300642013-01-21T10:09:00.003-08:002013-04-02T17:20:22.921-07:00Anti-Ödip - Ulus Baker<div class="MsoNormal" style="background: white; line-height: 15.0pt; margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;">
<div style="text-align: justify;">
</div>
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Gilles Deleuze ile Félix Guattari’nin birlikte kaleme aldıkları eserlerin içkin süreklilikleri, son eserleri Qu’est-ce que la philosophie’de (Felsefe Nedir?) bazı sırlarını açığa vurmuştu: Buna göre, felsefe (kendi giriştikleri iş) “kavramlar”, bilim “işlevler”, sanat ise “algılanımlar ve duygulanımlar” üretimiydi. Buradaki “üretim” sözcüğünü çekip aldığımızda, geriye yönelik olarak, onların “psikanaliz kültürü”ne yönelttikleri yoğun ve çarpıcı eleştirilerinin (özellikle Kapitalizm ve Şizofreni’nin gövdesini ikiye bölen L’Anti-Oedipe ile Mille Plateaux’dan bahsediyoruz) temellendirilmesi ve anlaşılması kolaylaşacaktır.</span></div>
<br />
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">L’Anti-Oedipe “üretim”i ana eksene koyarak başlamıştı. “Arzulu üretim” (production désirante)neden bir şizofrenin “gezintisi”nde, bir çocuğun mezarlığın önünden geçerken korkudan ıslık çalışında, ya da dilin cismanî varlıklar üzerinde ürettiği, psikanalizin “fantazma” diyerek bir kenara, yüzeye terkettiği dönüşümlerde bulunmasın? Üretimden bahsedince herkesin aklına gelen “aletedevat” neden zorunlu bir sıçrayışla “arzu duyan makinalar” üzerine düşünmeye sevketmesin? Deleuze’ün eserinin ciddiye aldığı Stoacılığın bize öğrettiği gibi, “ölümün bir ciddiye alınışı”, daha da önemlisi “ölümün üretilmesi gerektiği” bile düşünülemez mi? İşte psikanalize yönelik eleştirinin temellendiği yer ile hemen karşılaşıyoruz: Psikanaliz ve onu taşıyan kültür, “üretim”e karşıdır. Taşıdığı eski bir Platonculuk damgası, bu kültürü (kuramsal pratiğinde olduğu kadar, tedavi yöntem ve amaçlarında da) bir “anti-üretim” tarzı olmaya götürmüştür: Arzuyu, isteği, “üretim” ekseninde değil, “elde etme” ekseninde görmek. Psikanalizin “psikozlar” dünyasıyla bir türlü baş edememesi, yazarların vurguladığı gibi, özellikle şizofreniyi anlamaması kolayca kavranıyor böylece. Freud için şizofren bir fantezistti; aktarıma (transfer) karşı direniyor, hayalinin dünyasında yaşadığından tedaviye cevap vermiyordu.</span></div>
<br />
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Mille Plateaux’da artık terkedecekleri “arzulu makinalar” teması Anti-Oidipus’un başlangıç eksenini bir giriş önerisi haline getiriyor: Önerdiği, Melanie Klein’ı epeyce uğraştıran şu “kısmî nesneler” (ana memesi vb.) orada artık birbirlerine ve... ve... bağlaşlarıyla bağlanan özgün bir “makina” düzeninin unsurları haline getiriliyorlar. Clerambault’nun psikiyatrik icraatını Freudçulara üstün kılan şey (onun psikozları daha iyi “anlaması”), “hastalığın”, yani “delirmenin” (delirium) bir öz olmaktan çıkarılarak ikincil olan önemine kavuşturulması, “hastalığın ürettiği” varsayılan bütün kısmî semptomların ise “gerçeklik” düzleminin ta kendisi haline getirilerek öncellik kazanmasıydı. Anlaşılıyor ki psikanaliz “üretim”i tersinden kavramıştı: Üründen önce, bizzat üretimin kendisinin de üretilmesi gerektiğini farkedememişti.</span><br />
<br />
<a name='more'></a><br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Peki, üretim nerede üretiliyor? Yazarlar, Mille Plateaux’da şu “imkânsız makina”nın yerine koyacakları, Artaud’nun “organizmaya karşı açtığı savaş” sırasında beliren bir mefhumu tam da o noktada çağırıyorlar: Organsız Beden... Belki de ancak bu mefhum sayesinde, sınaî üretimle doğanın üretimi arasında oluşturduğumuz “karşıtlığı” yıkabileceğiz. Onunla, insanı doğa ile yüzyüze, sanki bir özne-nesne, neden-sonuç ilişkisinin tarafı olarak ele almak zorunluluğundan kurtulabileceğiz. Esas olarak bir süreç olan şeyi bir amaç haline getirmekten vazgeçerek, üretimin ürünle özdeşleştiği bir düzlemden bahsedebileceğiz.</span></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Bütün bu ters-çevirme girişiminin nedenini, psikanalizin ısrarla sürdürdüğü bir yanlış anlamanın tarihçesinden çıkarabiliriz: Bu, isteğin, Deleuze’ün iyi incelediği Spinoza’ya göre, “insanın özünden başka bir şey olmayan” arzunun “eksiklikle” damgalanıp mühürlenişinin tarihidir. Oysa, “organsız beden, üretken olmayan, tüketilemez organsız beden bütün arzu üretimi süreci için bir kayıt yüzeyi olarak hizmet eder.” (s. 17) Böylece, “her zaman düzenlenmiş ve yönlendirilmiş olan” arzunun hiç de bir eksiklikle tanımlanmış olmadığını, bütün “yan ürünlerini” de kapsayan, olumlayıcı ve üretken faaliyetin ta kendisi olduğunu söyleyebiliyoruz. Arzuyla ilişki içine sokulan bilinçdışı, böylece bir aile romansının, Ödipal üçlünün oynandığı Freudçu “tiyatro” modelinden kurtarılarak, bir “üretim modeli”ne, bir “fabrika” mekânına kavuşturulacaktır. Şizofren, böylece, Freud’un onda gördüğü apatik, duyarsız, duygulanımları küntleşmiş yaratık değil, temsilin elinden kaçarak, “amaçlar” tarafından tanımlanmamış bir üretimin peşinde olan kişidir.</span></div>
<br />
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Organsız Beden bir “üretim malzemesi” ya da hammadde gibi değil, bizzat üretilmesi gereken yeğinlik yüzeyi olarak düşünülmelidir. Çünkü bir süreç (delirme, hastalık, mutluluk, öfori, halüsinasyon, hissetme, görme vs.) “önceden” hazır bulunan aşkın bir başlangıç noktasından yola çıkmadığı gibi, onu kendine “çekebilecek” bir “sonra”ya doğru da yönlenmez (ss. 22-3). Öyleyse, Organsız Beden’den başlayan süreç hem onun üretimidir –kayıtların, dağıtımların ve mübadelenin örgütlenişi, üretimin üretilişi, ve tüketimin üretilişi– hem de “arzulu üretim”in önkoşuludur. Yine bir terimi çekip alalım: Tüketimin de üretilmesi gerekiyor. Ama tüketim, Bataille’ın gösterdiği gibi, kederin, sıkıntının, voluptas’ın, ısrafın, hüznün, hüsranların üretimi değil midir aynı zamanda? Onu kolay kolay “amaçlar” ve benzeri teleolojik düzenekler aracılığıyla tanımlayamayız. Böylece libidonun üretme enerjisinin kısmen bir “kaydetme” enerjisine, kısmen de tüketim enerjisine dönüştüğü söylenecektir (s. 23). Ta baştan varsaymak zorunda olmadığımız “özne” işte tam da o noktada üretilecek, devreye girmeye çağrılacaktır. Ama engeller henüz bitmemiştir ve psikanalizle iç içe geçmiş, onun kültürüyle, dolayısıyla “aileciliğiyle” kenetlenmiş bir sahte, fiktif “özne” karşımıza getirilecektir: Oidipus...</span></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Oidipus, bir tasnif işlevidir, tasnifin bir metaforudur ama aynı zamanda “yasa” nın konuluşudur. Artık “Ben başkasıdır” denilemeyecek noktayı koyarak bir ayrılıkçı sentezi yürürlüğe sokacaktır. Üçleme sanki ta baştan geçerliymişçesine davranılır –anne, baba, çocuk... Kendini hem “çözülmesi beklenen” bir karmaşa, bir bunalım, hem de aile modelinin kurucu bileşeni olarak dayatır. Psikanaliz, inceleme nesneleri de dahil olmak üzere, “sorunun kendisini” aileye hapsetmekte kararlıdır.</span></div>
<br />
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Oidipus emperyalist ve kolonizasyoncudur. Afrikalı’yı Ödipleştirirken Ödip’i evrenselleştirir. İster etnolojik işlevselciliğin, isterse yapısalcılığın Oidipus’u olsun, onun bir tür “değişmez” değişken olarak sunulabilmesi mümkündür: Aslında çocuktaki Oidipus-öncesi, psikozludaki Oidipus-dışı, başka toplumlardaki Oidipus-ötesi görüngülerin tümü, psikanalizin hastalıklarından biri olan yorumlamanın gücüyle kuşatılarak hizaya getirilirler. Bu hizanın bir çocuğun Oidipus’a doğru yönlendirilişinde nasıl işlediğine baktığımızda ilk göreceğimiz şey, şu basit “senin arzuların nelerdir?” sorusunun sorulması yerine, her şeyin “ana-baba” cevaplarını almaya yönelik kılındığıdır. Arzunun hedefi olduğu kabul edilen Oidipus ve onun çözümü, cevabı beklenmeyen bir soru olarak çıkarılır karşımıza. Psikanaliz böylece bir “aile romansı” havasından yola çıkar. Oidipus tiyatrosunda gösteriye başlar. Tavır, “demek ki buymuş” tavrıdır: Demek ki ben annemle evlenip babamı öldürmek istiyormuşum... Psikanaliz hangi hakla bunu öznenin arzuları ya da içgüdüleri diye değerlendirmektedir acaba?</span></div>
<br />
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: inherit;">Sorun emperyalist Oidipus’un “gerçek” olup olmadığı değildir. Ailenin uygulamacı şiddetiyle o “yeterince bir gerçekliğe”, “birazcık gerçeğe” kavuşturulmuştur zaten. Böylelikle arzulu üretimi ezerek onu paranoid bir şifreleme makinasına bağlar... Şizofren ile uğraşırken aldığı ödül ise onu bir çifte-bağlanmanın kurbanı haline getirmesidir: Artaud hem baba, hem oğul, hem de anne olmak isterken, Yargıç Schreber Üst-Tanrı’ya bu hazzı tattırmanın bir görev olduğuna inanması karşılığında, şimdiye dek katlanmak zorunda kaldığı onca acının ve ızdırabın bedeli olarak bazı küçük, beşerî hazlardan kendini yoksun bırakmak istemezken bu çifte bağlanmanın cenderesinden kurtulmak istedikleri besbelli değil midir? Çifte bağlanma bize ‘ya... ya da...’yı getiriyor. Onun pek özel bir biçimi olarak kâh... kâh da, çifte bağlanmanın daha uğursuz ve belirsizliklerle dolu tavrını yansıtıyor.</span></div>
<br />
<span style="font-family: inherit; text-align: justify;">Freud, onca aleyhte kanıtı hesaba katabilecek durumda olmasına karşın, tüm bir rüyalar, efsaneler, olaylar, gizli istekler edebiyatını mobilize ederek, gariptir, eninde sonunda belki Yunanlılar’ın inanmadığı Oidipus efsanesine “kendisi inanıyor”. Lacan ise, Oidipus’u “yapısal düzleme” taşıyarak işin içinden çıkılabileceğini sanmak hatasına düşüyor: Onda artık bir “inanç” sorusu değil, bir “yapı” daha doğrusu, Hayali (imgesel) ile Simgesel (le symbolique) arasında ki hudut sorusu söz konusudur. Bu hudut aracılığıyla Simgesel’in içine taşınan bir “yapı”, yani Dil, ama onun üzerine kenetlenmiş bir Yasa, Babanın-Adı ortaya çıkarılıyor.</span><br />
<br />
<span style="font-family: inherit; text-align: justify;">Freud’un “cinselliğe aşırı önem verdiği” gibisinden bir tür eleştiri epeydir yapılıyor. Aslında Freud daha çok bu keşfinden dolayı kendini affettirmeye çalışıyor gibidir: Merak etmeyin, cinsellik aileden dışarı çıkmayacak! (s. 322) Bütün Oidipus’un küçük, kirli bir aile sırrının inanılmaz bir yüceltimi olduğu anlaşılıyor. Ondan bize kalan ne bir “aşk hikâyesi”, ne de bir trajedidir. Aile iki anlamda belirir: Çocuğun içinde bulunduğu, somut olarak yaşadığı bir “çevre” olarak içselleştirilen aile. Suçluluk duygusuyla yüklenmiş olduğu “sorumlu yetişkin” haline getirecek olan bir aile mahkemesi. Paradoks hemen belirginleşiyor: “Hem hastalık, hem de sağlık olarak Oidipus; hem yabancılaşma faktörü, hem de yabancılaşmadan kurtarıcı faktör olarak aile...” (s. 323)</span><br />
<br />
<span style="font-family: inherit; text-align: justify;">Psikanalizin ilk-gelişim tarihçesi içinde önemini gittikçe yitirmeye başlayan bir model vardı: Çocuğun ayartılması... Anababa tarafından ayartılma teması Freud’un sözlüğünden gittikçe silinip gitmeye yüz tutacaktır. Bunun nedeni kuşkusuz Oidipus davanın “ayartılan bir çocuk” üzerinde değil de, bir suçluluk duyguları karmaşası olarak çocuk üzerinde mümkün olabilmesiydi. Oidipus’un bir “baba düşüncesi” değil de, somut olarak çocuğun yaşadığı bir düşünce kılınmasına ihtiyaç vardı. Oysa, salt Oidipus tragedyasını yeniden okumak bile, Oidipus’un önce Babanın kafasındaki bir düşünce olduğunu gösterecektir: Baba katlinden ve ensestten önce, Oidipus’u dağ başına bırakan Baba’nın ta kendisi değil midir?</span><br />
<br />
<span style="font-family: inherit; text-align: justify;">Oidipus’un emperyalizmi bu yüzden yalnızca uzak halkları değil, ailenin ve “özel” denilen hayatın en “içten” ve “samimi” görünümlerini kolonize etmenin peşindedir. Psikanalizin nevrozlar ile psikozlar arasında yaptığı ayrım, aile kapatımının iki farklı derecesine tekabül etmektedir: Nevrozlar ana-baba-çocuk üçgeninde çözümlenirken, psikozlar bir üst kuşağa sıçrayarak, büyükbabaları ve büyükanneleri çağıracaktır. Çünkü psikozun “bulaşıcılığı” özneye ilişkin kılınmış bir Baba’nın öte taraftan başka bir Baba’ya ilişkin bir özne kılınmasını gerekli kılıyordu. Bu yüzden, delilik de artık aileye, Oidipus’a endekslenecek, aynen cinsellik gibi, “ailenin dışına çıkmaya” bırakılmayacaktır.</span><br />
<br />
<span style="font-family: inherit; text-align: justify;">Böylece, psikanalizin mantık hatalarından ilki, Oidipus’un “her zaman ve her yerde” geçerli kılınmasını sağlayacak bir paralojizmi çıkıyor karşımıza: İster nevrotik çekirdeğin, ister psikotik “genişleme”nin olsun, psikanaliz Oidipal üçlemesini inançlı bir şekilde arzuyu bir “yatırım” modeli içinde görmekte ısrarlıdır. Eksikliğin bir ideolojisini kurar ve adına hadımlaştırma der. Eksikliğin yerine konulan her şey, böylece Hayalînin alanına itilir, fantazma adını alır. Fantazma olarak eksikliğin yerine ister Lacan’ın yaptığı gibi küçük bir a harfini yerleştirin, isterseniz Masoch’un ya da Sade’ın “cinsel aşırılıklarını”, ya da Küçük Hans vak’asındaki “bir çocuk dövülüyor”u, “bir at ölüyor”u fantazmalar olarak kabul edin, libidonun enerji akışını sekteye uğratacak bir Oidipus anı, şu dehşetengiz “kader anı” delirtecek yeni varlıkların peşine düşecektir: Anti-psikiyatri bile bu sorunun üstesinden gelememiştir. Çünkü, sözgelimi şizofreninin bir öznenin ya da bireyin “hastalığı” değil, aile mekanizmasının bir hastalığı olduğunu belirlerken, “delirtme” ve “ayartma”nın düzeneklerinin nerelere kadar yaygınlaşabileceğini öngörememektedir. Oysa yalnızca “kişi”ler ya da aile mekanizması değil, “ırklar, kıtalar, kavimler ve halklar” da delirtilirler, ayartılırlar.</span><br />
<br />
<span style="font-family: inherit; text-align: justify;">Kavramlarını genişleterek Deleuze & Guattari, ilkel, “damgalayıcı” ve toprağın bedeniyle bütünleşmiş “socius”tan Devlet’in “doğuşu”na, kapitalizmin harekete geçirdiği toplumsal-tarihsel düzeneklere erişinceye kadar geniş ve somut bir alanı tartışmalarının odağına getirirler. Dogmatik bir blokaj makinası olarak teokratik, despotik bir düzenek, Devlet ile paranoyayı eşleştirir: Megalomania ve kuşku... Bunlar devletlû özelliklerdir ve onun göstergeler rejimine bağlanırlar. Sermaye-para ise dolu bir bedendir ama üretim, mübadele ve bölüşüm ilişkileri içinde kodları, organizması, düzenekleri bir çözülmeye uğrar: Sanki nominal olarak “eşitçe” dağıtılır bu Organsız Beden, ama akışlarıyla karşılaşmak yönündeki “arzu hareketleri (yani üretim, tüketim, kaydetme) içinde” yer alan toplumsal formasyonlar ondan paylarını kapabilme konusunda farklı ve homojen olmayan kaderleri yaşayacaklardır.</span><br />
<span style="font-family: inherit; text-align: justify;"><br /></span>
<span style="font-family: inherit; text-align: justify;">Şizo-analiz böylece, aile kapatımının karşısına, geniş bir “deliliğin” ciddiye alınmasını önererek çıkar: Her delilik, arzunun her yönelimi (her arzunun zaten düzenlenmiş ve yönlendirilmiş olduğunu yeniden hatırlayalım) toplumsal, siyasal ve tarihseldir. Psikanaliz kültürünün onu kapatmak istediği yerde, “kutsal ailede” kendisine “küfredilen”, eksiklikle damgalanarak banalleştirilen ve yolundan saptırılan bilinçdışının onun elinden kurtarılması yalnızca arzunun devrimci güçlerine yeniden kavuşturulması sayesinde gerçekleşebilir (s. 384). Bu görevin başarısı elbetteL’Anti-Oedipe’i yetmişli yılların “kült kitapları”ndan biri haline getirecekti. Ancak daha da önemlisi, şizoanalizin önümüze koyduğu görevin salt bir “anlama” ya da “yorumlama” problemini ve yöntemini değil, arzunun özgürleştirilmesi ve yeniden-yönlendirilmesi diyebileceğimiz daha yetkin ve siyasî bir programa doğru yönlenmeyi amaçlamasıdır. Bu ise, elbette, Capitalisme et schizophrénie’nin ikinci kitabı olarak tasarlanan Mille Plateaux’nun kuşatmayı tasarladığı o geniş alana bağlanacaktır.</span><br />
<br />
<span style="font-family: inherit; text-align: justify;">Ulus Baker, Dolaylı Eylem, Derleyen Ege Berensel, syf: 131-138</span><br />
<span style="font-family: inherit; text-align: justify;">*Yazı ilk Toplum ve Bilim dergisi 70. sayısında yayınlanmıştır -1996.</span></div>
Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/14742390432028082275noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-90447802426787742152012-12-15T00:19:00.002-08:002013-04-02T17:15:05.586-07:00Kapitalizm ve Şizofreni - Gilles Deleuze & Felix Guattari<br />
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Vittorio Marchetti:</b>
Anti-Oedipus adlı kitabınızın alt başlığı Kapitalizm ve Şizofreni. Niçin? Sizin
çıkış noktasını oluşturan temel fikirler nelerdi?</div>
<div class="MsoNormal">
<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiNExNbaL9l2hsHVIs356-We-HGmxgRbtooitxpdfmX6VMcw-Hm3XE6E1jfnSbIZeUIEtd-7_p20eQMip9gZnz2OTbbzi5brnF2ByBdNG968F9rko2wTuSZY3R90qEOgv1CObWL8CsMOHE/s1600/AntiOedipusWikipediathefreeencyclopedia.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiNExNbaL9l2hsHVIs356-We-HGmxgRbtooitxpdfmX6VMcw-Hm3XE6E1jfnSbIZeUIEtd-7_p20eQMip9gZnz2OTbbzi5brnF2ByBdNG968F9rko2wTuSZY3R90qEOgv1CObWL8CsMOHE/s400/AntiOedipusWikipediathefreeencyclopedia.jpg" width="300" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Boy With Machine - <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Richard_Lindner_(painter)" target="_blank">Richard Lindner</a></td></tr>
</tbody></table>
<b>Gilles Deleuze:</b>
Belki temel fikir şudur: bilinçdışı “üretici”dir. Onun üretici olduğunu
söylerken, artık onu, şimdiye kadar olduğu gibi, içinde özel bir dramanın,
Oedipus dramasının oynandığı bir tiyatro olarak görmekten vazgeçmenin
gerektiğini anlatmak istiyoruz. Bilinçdışının bir tiyatro değil, fakat bir
fabrika olduğuna inanıyoruz. Bu konuda Artaud çok hoş bir şey söylemişti.
Vücut, özellikle de hasta vücut aşırı ısınmış bir fabrikadır demişti. Hiçbir
şekilde bir tiyatro değil. Bilinçdışı üretir derken, onun başka mekanizmalar üreten
bir tür mekanizma olduğunu anlatmak istiyoruz. Yani, bize göre, bilinçdışının
teatral bir takdimle ilişkisi yoktur. Biz onu daha çok “arzulayan makineler”
olarak tanımlıyoruz. Tabii, “mekanizma” sözcüğünü de açıklamak gerekir.
Biyolojideki mekanistik kuram arzunun nasıl kavranması gerektiğini hiçbir zaman
bilememiştir. Arzuyu kendi modellerine dahil edemediğinden dolayı ihmal
etmiştir. Biz arzulayan makinelerden, bir arzu mekanizması olarak
bilinçdışından söz ederken, çok farklı bir şey söylemeye çalışıyoruz. Arzulamak
şudur: kesip biçmek, akıntıya karşı gitmek, gidişat içinde seçimler yapmak,
akışı bağlayan zincirleri koparmak. Akışa izin veren, ya da onu kesen, onu
hareketlendiren bütün bu arzu veya bilinçdışısistemi , geleneksel psikanalizin
inandığının tersine, bir şey ifade etmez. Anlamı, yorumu ve önemi yoktur.
Sorun, bilinçdışının nasıl işlediğini görmektir. Bu da makinelerin, “arzulayan
makineler”in işleyişiyle ilgili bir meseledir.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Guattari ve ben arzunun sadece “üretim” kategorisine
referans verilerek anlaşılabileceği fikrinden hareket ettik. Arzunun kendi
içinde üretim olduğunu görmek gerekliydi. Arzu bir eksikliğe dayanmaz, bir
şeyden yoksun olmak değildir. Herhangi bir yasaya da bağlı değildir. O üretir.
Tiyatro değildir. Oedipus gibi bir fikir, bir teatral temsil bilinçdışının
anlamını çarpıtır ve arzu hakkında bir şey anlatmaz. Oedipus arzulayan üretim
üzerindeki toplumsal baskının sonucudur. Hatta çocuk düzeyinde bile arzu
Oedipal değildir. Bir mekanizma olarak işler. Küçük makineler üretir. Şeyler
arasında bağlantılar kurar. Başka bir ifadeyle, belki de arzu devrimcidir. Bu
onun devrim arzuladığı anlamına gelmemelidir. Burada daha ziyade bir şey var.
O, toplumsal yapı içine girdiğinde, şeyleri patlatma, toplumsal dokuyu bozma
yeteneğine sahip makineler kurması dolayısıyla doğası gereği devrimcidir. Diğer
taraftan, geleneksel psikanaliz bütün bu olup biteni bir tür tiyatro sahnesine
iter. Bu, insan varlıklarına, fabrikaya, üretime ait bir şeyin bir Comedie
Française gösterisine dönüştürülmesine benzer. Kısacası, bizim çıkış noktamız
şudur: bilinçdışı küçük arzu makinlerinin, arzulayan makinelerin üreticisidir.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Soru:</b> Neden
kapitalizm ve şizofreniden söz ediyorsunuz?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br />
<a name='more'></a><br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Felix Guattari:</b>
Uçlara vurgu yapmak için. İnsan varoluşunun bütün görünümleri en soyut
kategorilerle ilişkilidir. Bir tarafta kapital, ve diğer uçta da, ya da daha
doğrusu, anlamsızlığın öteki ucunda da , delilik,( daha da somutlaştırmak için)
delilik içinde de şizofreni. Bize öyle geliyor ki, bu iki kutup arasında ortak
anlamsızlık nitelikleri dolayısıyla bir bağ vardır. Söz konusu olan, sadece
modern toplumun insan varlıklarını deliliğe teşvik ettiğinin saptanmasına
yönelik olumsal bir ilişki değildir. Bunun ötesinde, yabancılaşmayı kavramak
bağlamında, kapitalist sistemin kontrolündeki birey tarafından tecrübe edilen
baskıyı görmek, artı-değerin temellükü siyasetinin gerçek anlamını kavramak
için şizofreniyi yorumlamakta kullanılan kavramlardan yararlanmak istedik. Bu
iki kutbu inceledik. Tabii, gerek nevrozlara yaklaşım tarzlarından, gerek
çocukluğu çalışma biçimlerinden, gerekse de ilkel toplumları inceleme
şekillerinden söz ederken yaptığımız gibi, arada bulunan terimlere de
başvurmamız gerekiyordu. Toplumsal bilimlerle ilgili bütün konular incelemeye
tabi tutuldu. Fakat toplumsal bilimler arasında bir birliktelik tesis etmekten,
onları birbirlerine bağlamaktan çok, kapitalizm ve şizofreniyi ilişkilendirmeye
koyulduk. Böylece biz bir alandan ötekine geçmeyi değil, bütün alanlar
sistemini kucaklamaya çalışıyorduk.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
</div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b></b><br />
<b>Soru:</b> Araştırmanızın temelindeki somut deneyimler nelerdir?
Bu araştırmadan çıkan pratik sonuçların hangi alanlarda, ve hangi araçlarla
elde edildiğini düşünüyorsunuz?<br />
<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>F.G:</b> Temel
psikiyatri ve psikanaliz pratiğidir. Daha özelde de, psikoz çalışmasıdır. Bizim
izlenimimiz şu olmuştur: bağlantılar, betimlemeler, Freudcu kuram, ve
psikiyatri zihinsel hastalıkta gerçekten olup biteni izah etmek bakımından
yeterli değildir. Bu yetersizlik son zamanlarda görülür hale gelmiştir.
Zihinsel hastalığı dinlemenin belli bir yolu olarak mevcuttur. Freud
kavramlarını, en azından başlangıçta, nevrozları, özellikle de, histeriyi
inceleyebilmek gayesiyle geliştirdi. Ömrünün sonlarına doğru, Freud psikozları
ele almak için başvurabileceği bir yöntem ve aracının olmamasından yakınmıştır.
Psikozlulara yaklaşımı tamamen arızî ve dışsal olabilmişti. Şunu da eklememiz
gerekir ki, şizofreni baskıcı hastanede müşahede sistemleri (repressive systems
of hospitalization) çerçevesi içinde ele alınamaz. Sadece deliliklerinin özünü
ifade etmelerini engelleyen bir sistem içinde yakalanan delilere ulaşılabilir.
Onlar sadece maruz kaldıkları ve katlanmaya zorlandıkları baskıya tepkiyi ifade
ederler. Buradan, psikanalizin psikozlara yöneldiğinde hemen hemen olanaksız
hale geldiği sonucu çıkıyor. Ve psikozlu baskıcı hastane sistemi içinde kaldığı
sürece bu durum değişemiyor. Psikoz vakasına nevroz tanımlarını uygulamaktansa,
biz bu işlemi ters çevirmeye çalıştık. Yani, nevrozu psikozla temastan çıkan
göstergelerin ışığında yeniden ele aldık.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>G.D:</b> Biz işe bir
bilgiyle değil, kelimenin tam anlamında bir izlenimle, psikanalizde bir
şeylerin yanlış gittiğine dair bir izlenimle başladık. Onun kendi etrafında
dönüp duran nihayetsiz bir anlatı haline gelmiş olduğuna dair bir izlenimdi bu.
Örnek olarak psikanalitik tedaviyi alalım. Bu tedavi hasta ve hekimin yapılan
bütün ayarlamalara rağmen bir döngü içinde dönüp durdukları sonsuz bir
süreçtir. Bu döngü Ödipal bir döngüdür. Daima “devam et, anlat” der, ve özne de
her zaman anne ve babadır. Referans hep bir Ödipal eksendir. Öznenin gerçek bir
anne ve baba olmadığının, daha yüksek bir yapı, basitçe hayal ürünü ve
uydurulmuş olmayan, bir simgesel düzen olduğunun söylenmesinin faydası yoktur.
Hastalar anne ve babaları hakkında konuşmaya devam ederlerken, hekimler de
onları dinlemeyi sürdürürler. Bunlar ömrünün sonunda Freud’un bizzat ve çok
karamsar bir şekilde önüne koyduğu sorunlardı. Psikanalizde bir şeyler
yanlıştı. Bir şeyler işlemiyordu. Freud psikanalizin bir yere götürmeyen bir
anlatı ve nihayetsiz bir tedavi olduğunu düşünüyordu. Bu işin yeniden ele
alınması gerektiğini söyleyen ilk kişi ise Lacan’dı. O bu sorunu Freud’a derin
bir geri dönüşle çözmeye çalıştı. Fakat biz psikanalizin sonsuz bir şekilde
Ödip figürüyle temsil edilen aile döngüsü adını verdiğimiz şey etrafında dönüp
durduğu izleniminden hareket ettik. Bu noktada, yöntemlerini ne kadar
değiştiriyor olsa da, psikanalizin hâlâ en klasik psikiyatrinin yolunu izliyor
olması çok endişe vericidir.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Michel Foucault hayranlık uyandıracak bir şekilde bu noktaya
temas etmişti. Delilik ve aile arasında temel bir bağın kurulması 19.
yüzyıldadır. Sonra psikanaliz bu bağlantıyı yeniden yorumladı. Ancak burada
çarpıcı olan, bu bağlantının hâlâ sürüyor olmasıdır. Hatta yeni ve devrimci bir
yol izleyen anti-psikiyatri bile bu delilik ve aile arasındaki bağlantıyı
korumaktadır. Bir aile psikoterapisinden söz edilmektedir. Yani, insanlar hâlâ
zihinsel bozuklukların temel referanslarını anne-babalı aile yapılarında
aramaktadırlar. Hatta bu yapılar simgesel bir biçimde, yani simgesel anne ve
babanın işlevleri olarak yorumlandıklarında bile değişen bir şey olmamaktadır.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Herhalde, alışkanlık olduğu üzere, Schreber adını verdiğimiz
delinin yazdığı örnek metni herkes biliyordur.Schreber’in anıları -burada onun
bir şizofren veya paranoid olarak görülmesinin çok fazla bir önemi yoktur- bir
tür ırksal, ırkçı, tarihsel hezeyan içerir. Schreber kıtalar, kültürler ve
ırklar konusunda hezeyan içindedir. Bu siyasal, tarihsel ve kültürel içeriğiyle
şaşırtıcı bir hezeyandır. Ancak, Freud’un yorumunu okumaya başladığımızda, onun
bütün bu görünümü kaybolur. Schreber’in hiç değinmediği bir babaya referans
verilerek onun şaşırtıcı içeriğinin göz ardı edildiğini görürüz. Psikanalistler
bize, babanın, Schreber ona hiç değinmemiş olduğundan dolayı önemli olduğunu
söylemektedirler. Bizim bunlara yanıtımız şudur: biz bugüne kadar, daha
başlangıçtan itibaren ırk, ırkçılık, siyasetten söz etmeyen, bütün yönleriyle
tarihten hareket etmeyen, kültürü içermeyen, kıtalara, krallıklara ve saire
değinmeyen bir şizofrenik hezeyan görmedik. Hezeyan sorununun aileyle
bağlantılı olmadığını, ve anne ve babayla (eğer tamamen ilgisiz değilse) ancak
ikincil olarak ilgili olduğunu vurgulaya geldik. Gerçek hezeyan sorunu, bütün
paranoyid hezeyanlarda görülen “ben üstün bir ırka aidim” şeklindeki ifadeleri
içeren tepkisel hatta faşist denilecek bir kutuptan, devrimci bir kutba doğru
sıra dışı geçişlerde yatar. Rimbaud’nun olumlamasına bakalım mesela: “ben
ebediyen bir aşağı ırka mensubum”. Bir takım saçma sapan ana-baba hikayelerine
değinmeden önce tarihi içermeyen hezeyan yoktur. Hezeyanın tarihsel
referanslarını tanımadığımız, simgesel ve imgesel baba arasındaki döngüler
etrafında dönüp durduğumuz, sadece aile işlerinden söz ettiğimiz sürece, en
geleneksel psikiyatrinin boyunduruğu altında kalırız.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Soru:</b> Dilbilimsel
çalışmalar şizofrenik dili yorumlamak açısından yararlı mıdır?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>F.G:</b> Dilbilim
halen gelişmekte olan, halen kendi içinde arayışını sürdüren bir bilim dalıdır.
Meşru olmayan,belki aceleyle oluşturulmuş bir takım kavramları kullanması söz
konusudur. Özellikle de, bizim alanımıza yansıyan bir nosyondan söz etmek
gerekir. Gösteren nosyonu.. Dilbilimciler açısından bu nosyonun bazı sorunları
olduğunu düşünüyoruz. Psikanalist bakımından nosyonun sorunları daha az, ancak
olgunlaştırılması gerekiyor. Çağdaş toplumlarımızın sorunlarıyla
karşılaşıldığında, geleneksel kültürel bölünmelerin, örneğin toplumbilimleri,
doğa bilimleri , (son birkaç yıldır moda olan) bilimcilik ve siyasal sorumluluk
arasındaki bölünmelerin sorgulanması gerekmektedir. Özellikle 68 Mayıs’ından
sonra bu ayrımları gözden geçirmek önemli bir gereksinim haline geldi.
Biliyorsunuz, çeşitli disiplinler bugüne kadar birbirlerinin özerkliğine bir
tür saygı göstererek geçinip gittiler. Psikanalizcilerin, politikacıların ve
diğerlerinin kendilerine ait reçeteleri var. Bu bölünmüşlüğü gözden geçirme
ihtiyacı bir ekletizm ve her şeyi birbirine karıştırma adına duyulmuyor. Bunun
gibi, şizofrenin değişik alanlara kaydedilmesi elbette bir karmaşa doğurur.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Ancak bu onun yaşamında karşı karşıya kaldığı gerçekliğin
gereğidir. Şizofren zaten bu gerçekliğin, hiç bir epistemolojik kesinlik
olmadan – onu bir düzeyden bir başkasına, bir semantik ve sözdizimsel
sorgulamadan, tarih ve ırk gibi konuların gözden geçirilmesine kadar- çekim
alanı içindedir. Böylece, toplumbilimleri veya siyaset düzeyinde etkinlik
gösteren insanlar belli bir anlamda kendilerini “şizofren haline getirmek”
ihtiyacı duymalıdırlar. Burada yanıltıcı şizofren imajından söz etmiyorum.
Bilindiği gibi, bu yanıltıcı imaj bizi, bir baskı girdabı içinde gördüğü
şizofrenin kendi içine dönük bir “otistik” olduğuna inandırmaya çalışmaktadır.
Ben şizofrenik olmalıyız derken, başka bir şeyi kast ediyorum. Şizofrenin
alanlar arasında gezinebilme kapasitesine bizim de sahip olmamız gerektiğini
söylemek istiyorum. 68 Mayıs’ından sonra sorun tam olarak şu şekilde ifade
edilmişti: siyasal örgütlerdeki bürokratikleşme, devlet kapitalizmindeki
bürokratikleşme gibi olguları kavramaya çalışırken, onları saplantılı davranış
ve otomatik tekrarlar gibi daha uzak ve farklı olgularla birlikte ele alma
yollarını mı arayacağız? Eğer böyle yapmazsak, eğer bunların farklı farklı
şeyler olduklarını düşünüp, kendi çalışma alanlarımızın uzmanları olarak, kendi
köşelerimizde bireysel çalışmalarımıza gömülüp kalırsak , çok geçmeden
politikacıların ve toplumbilimcilerin, aynı şekilde, dünyamızdaki patlamalardan
yakalarını sıyırdıklarına tanık olacağız. Öyleyse, bu çalışma alanlarının
bölünmüşlüğü meselesini sorgulamamız gerekiyor. Psikanalizcilerin,
dilbilimcilerin, etnologların, pedagogların kendi kendilerine tatmin olma
eğilimlerini masaya yatırmalıyız. Bununla onların bilim dallarını ortadan
kaldırmış olmayacağız. Aksine, daha da derinleştirmiş olacağız. Onların
nesnelerini daha da değerli kılacağız. Bir takım küçük ve ayrıcalıklı gruplar
tarafından 68 Mayıs’ından önce yürütülen bir dizi araştırma projesinde bu
sorunlar gündeme getirildi. Ve bunlar o Bahar’ın kurumsal devriminin ön gününde
en öncelikli gündem maddeleri arasında yer aldı. Psikanalizciler giderek daha
çeşitli tartışmalara dahil oldular . Böylece alanlarını daha da genişletmeleri
gerekli oldu. Aynısı psikiyatrlar için de geçerliydi. Bu tamamen yeni bir
olgudur. Peki, bu ne anlama geliyor? Bu bir moda mıdır? Yoksa, bir takım
siyasal akımların iddia ettikleri gibi, devrimci militanları hedeflerinden
saptırmak mıdır amaç? Veyahut, bütün kafa karıştırıcılığına rağmen, günümüz
kavramsal sisteminin derin bir revizyonuna yönelik çağrı mıdır?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Soru: Psikiyatri yeni insan bilimi, mükemmel bir insan
bilimi rolünü üstlenebilir mi?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>F.G:</b> Neden
şizofrenler, delilerin kendileri değil de, psikiyatri? Psikiyatri alanında
çalışanların, en azından şu anda, gerçekten avant-garde olduklarını
düşünmüyorum.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>G.D:</b> Dahası,
başka bir disiplinden çok psikiyatrinin mükemmel olarak insan bilimi olması
için bir neden yok. Niçin böyle bir şeyin olması gerekiyor ki? “Mükemmel olarak
insan bilimi” nosyonu pek hoş değil. Kitapseverlik pekala mükemmel anlamda bir
insan bilimi olabilir. Niçin olmasın? Metin bilimi bu rolü üstlenebilir.
Gerçekte, pek çok bilim bu rolü üstlenme arzusu taşıyor. Sorun, hangisinin bu
rolü mükemmel olarak üstleneceğini tayin etme sorunu değil. Sorun, devrimci
olanaklarla donanmış bir çok “makinenin” bağlantısının nasıl kurulacağının
bilinmesidir. Örneğin, edebi makine, psikanalitik makine, siyasal makinelerin
bağlantısı gibi. Ya şimdiye kadar olduğu gibi kapitalist rejimlere belli bir
adaptasyon sistemi içinde belli bir temas noktası bulacaklar. Ya da devrimci
hedeflere yönelmiş gürültülü patırtılı bir birliğe ulaşacaklardır. Sorunu şu ya
da bu disiplinin önceliği bağlamında değil, onların kullanışlılığı ve
elverişliliği çerçevesinde ele almalıyız. Yani, ‘ne kadar kullanışlıdırlar’
sorusu önemlidir. Şimdiye kadar psikiyatri, enerjisinin kesin olarak
reaksiyoner kullanımına tekabül eden, aile meseleleriyle meşguldü. Bir aile
oryantasyonu içindeydi. Psikiyatri alanında çalışan bazı insanlar devrimci bir
eğilim taşısalar bile bu durum değişmiyordu.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Soru:</b> Felsefi
veya bilimsel düşünce çeşitli kavramları manipüle ederek, karşıtlaştırarak
işlerken, söylensel düşünce duyular dünyasından aldığı imajları çekip çevirir.
Aynen Levi-Strauss’un ifade ettiği gibi. The Interpretation of Schizophrenia
(1) adlı kitabında Silvano Arieti zihinsel hastanın – kavramlar üzerinde
yükselen mantıkla ilişkisi olmasa da- bilinebilir bir mantığa, “tutarlı bir
mantıksal sistem” e dayandığını dile getirir. Bir “paleo-lojik” ten (geçmiş
zamana ait bir mantıktan – çev.) söz ederek, gerçekte bu “tutarlı mantıksal
sistem”in söylensel düşünceyi, sözde ilkel toplumların “anlaşılabilir
niteliklerin çağrışımı”yla işleyen düşüncesini anımsattığını ifade eder. Bu
olguyu nasıl açıklayabiliriz? Şizofreni bizi kendi mantık sistemimizi bile ret
etmeye iten savunmacı bir strateji midir? Eğer durum buysa, şizofrenik dilin
analizi toplumsal bilimler ve kendi toplumumuzun analizi için değeri
kıyaslanamaz bir araç sağlamaz mı?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>G.D:</b> Soruyu gayet
iyi anladım. Hayli teknik bir soru. Guattari’nin ne düşündüğünü duymak
istiyorum.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>F.G:</b>
“Mantık-öncesi zihinsellik”i, yanı sıra çocuklarla zihinsel olarak hasta
olanların harfiyen ayrılmasına yönelik bir daveti içeren diğer tüm bu türden
ibareleri çağrıştırdığı için bu “pale-olojik” sözcüğünü sevmiyorum. Bu
“pale-olojik”e nasıl yaklaşılması gerektiğini de bilmiyorum.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>G.D:</b> Bundan
başka, mantık bizi ilgilendiren bir kavram değildir. Öylesine boş bir terim;
her şey mantıktır, hiçbir şey de mantıktır. Sorunuzun teknik bulduğum kısmına
gelince.. Şizofreni, sözde ilkel toplumlar, çocuklar hakkındaki sorunun
gerçekten bir anlaşılabilir nitelikler mantığı sorunu olup olmadığını
sorgulamak isterim.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Üzerinde konuştuğumuz konuyla örtüştüğünü de pek sanmıyorum.
Burada bana çarpıcı gelen, “anlaşılabilir niteliklerin mantığı” gibi bir
formülasyonun çok kuramsal olduğunun birilerince kolayca unutulmakta olmasıdır.
İhmal ettiğimiz şey, “saf yaşanmış deneyim”dir. İster çocuğun, isterse ilkelin
ya da şizofrenin yaşanmış deneyimden söz ediyor olalım, buradaki “yaşanmış
deneyim” anlaşılabilir nitelikler demek değildir. Yaşanmış deneyim “ yoğundur”
: Hissediyorum… “Hissediyorum” demek içimde bir şey oluyor, bir yoğunluğu
yaşıyorum demektir. Bu yoğunluk anlaşılabilir niteliklerle aynı şey değildir.
Gerçekten de bütünüyle farklı bir şeydir. Şizofrenlerde bu hep olur. Bir
şizofren “bir kadın olmakta olduğumu hissediyorum” veya “bir tanrı olmakta
olduğumu hissediyorum” diyebilir. Anlaşılabilir niteliklerin bununla bir
ilişkisi yoktur. Arieti’nin bir anlaşılabilir nitelikler düzeyinde kalmış
olduğu görülüyor. Ancak bu şizofrenin söylediğiyle hiç bağdaşmaz. Şizofren
“kadın olmakta olduğumu hissediyorum”, “Tanrı olmakta olduğumu hissediyorum”
“Joan Darc olmakta olduğumu hissediyorum” derken gerçekte söylemek istediği
nedir? Şizofreni şok edici ve çok ama çok keskin bir deneyimdir. Gönülsüz bir deneyimdir.
Yoğun yaşanan, yoğunlukların geçiş yaptığı bir deneyim. Şizofren “kadın olmakta
olduğumu hissediyorum”, “Tanrı olmakta olduğumu hissediyorum” dediğinde, vücudu
bir yoğunluk eşiğinden geçmektedir. Biyologlar yumurtadan söz ederler.
Şizofrenin vücudu da bir tür yumurtadır; katatonik beden yumurtadan başka bir
şey değildir. Şizofrenin “Tanrı olmakta olduğumu hissediyorum” “kadın olmakta
olduğumu hissediyorum” demesi, biyologun bir eğimi, bir yoğunluk eşiğini aşma
adını verdiği şeye çok benzer. Bir şizofren halen onu aşmaktadır. Üstünden,
ötesinden, berisinden geçiş yapıyordur. Tüm mesele, geleneksel analizin bunu
görmekte başarısız olmuş olmasıdır. Onun için şizofreni üzerine yapılmakta olan
farmakolojik araştırma, bugün çok az bir kullanımı olmasına rağmen, çok daha
zengin olabilirdi. Farmakolojik araştırmalar ve ilaç araştırmaları sorunu
metabolizmanın yoğunluğundaki değişimler bağlamında koyarlar. “Hissediyorum”
geçiş yapan duyuşlar ve yoğunluk dereceleri ışığında ele alınmalıdır. Böylece
bizim kavrayışımızla, çalışmasına saygı duyduğumuz Arieti’ninki arasındaki
fark, bizim şizofreniyi yoğun deneyim bağlamında ele alıyor olmamızdan
kaynaklanır.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Soru:</b> Şizofrenik
söylemin “bilinebilirliği”yle kast ettiğiniz şey nedir?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>F.G:</b> O söylemin
tutarlılığının, diyelim ki, ussal bir ifade düzeninden mi, yoksa bir semantik
düzenden mi, veyahut bizim makinesel dediğimiz bir düzenden mi çıktığını bilmek
istiyoruz. Hepimiz temsil bakımından elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz. Bu
hem ifade düzeni içinde bir şeyi yeniden kurmaya çalışan bilim adamı hem de
şizofren için geçerli. Fakat şizofren yeniden kurmaya çalıştığı şeyi, el
altındaki emre amade araçlarla bilme olanağına sahip değildir. Bu anlamda,
psikanalizin çerçevesi içinde işleri kolaylaştırmak için yapılan betimlemelerin,
mesela Ödipal’in, baskıcı bir temsil oluşturduğunu söylüyoruz. Hatta psikoz ve
çocukluk dönemi araştırmalarında en ileri düzeye erişmiş olan veya yoğun
niceliklerin geçişi sorununu fark etmiş olan araştırmacılar bile her şeyi
tekrar tekrar getirip sonunda Ödipal terimlerle ifade etmekten usanmıyorlar.
Mesela ünlü bir araştırmacı, ki gerçekten önemli bir isim, Hieronymous Bosch’un
baba, anne ve kutsal üçlü fikrinin bulunmadığı bir fragmanlar, küçük parçalar
sonsuzluğunu kompoze eden bir manzara resmiyle ilgili olarak, işlevini yerine
getirirken veya hastanın itkileri düzeyinde fark etmiş olduğu bir psikoz
vakasını ele alırken hâlâ mikro-Ödipalizmden söz etmektedir. Bu böyle bir
temsilin, en azından bir düzeyde, neredeyse kelimesi kelimesine tek bir egemen
ideolojiden alındığının göstergesidir.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Soru:</b> Şizofrenik
dilde tipik değişimler husule gelmektedir. Benzer değişimlerin belli toplumsal
kategorilere özgü dilde (örneğin askeri ve siyasal dilde) de olduğu
söylenebilir mi?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>F.G:</b>
Elbette.Bugün militan siyasal eylemcilerin “para-firenik” askeri dilinden söz
edebiliriz. Bunu daha genişletmemiz gerekiyor. Psikiyatristler, psikanalizciler
ve araştırmacı bilim insanlarının kullandıkları kategoriler bir temsili bir
kapatma (closure) diline dayanır. Öyle ki, arzulayan-makinelerin üretiminden
kaçan her şey her zaman gerisin geriye yeniden – düalist kategorilere ve
düzeylerin daimi bir ayrımına sürekli bir geri dönüşle- sınırlayıcı, dışlayıcı
sentezlere yönlendirilir. Epistemolojik bir reform bu durumu yeniden
şekillendirmek için yeterli olmayacaktır. Bu sınıf savaşımı içinde rol oynayan
güçler sistemiyle de ilgili bir sorundur. Belli bir grup psikanalizciye veya
araştırmacıya daha dikkatli olmalarını hatırlatmanın bir yararı olmayacaktır.
Burada sorun, soyutlanmış bir sistem değil, ister arzuyla veya devrimci
savaşımla, isterse bilim ya da endüstriyle ilişkili olsun, toplumsal
mekanizmaların bütünsel dinamiğidir. Madem ki söz konusu olan bu bütünsel
dinamiktir, öyleyse, onun kendi yeni modellerini, toplumsal gruplarını ve
üzerinde uzlaşma sağlanmış çeşitli ifadelerini geliştirmek gerekir. Bu noktada
kendi kendimize politikacıların, bilim adamlarının ve askeri söylemin gerçekte
bir tür anti-üretim, söylem düzeyinde işleyen bir baskılama işlevi olup
olmadığını sormalıyız. Bu baskılamanın hedefi – aslında durdurulamaz olan-
sorgulama çabasını durdurmaktır. Sorgulama durdurulamaz ve sınırları aşar,
şeylerin gerçek hareketi içinden yansır.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Soru:</b> Nietzsche,
Artaud, Van Gogh, Roussel, Campana : bu vakalarda zihinsel hastalık ne anlama
gelmektedir?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>G.D:</b> Çok şey
ifade etmektedir. Jaspers ve daha yakın zamanda Laing –yanlış anlaşılmış
olsalar da- bu konuda meselenin özüne nüfuz eden şeyler söylediler. Kısaca,
delilik denen şeyin iki boyutu içerdiğini dile getirdiler: Yıkıp, aşıp geçme
boyutu. Tıpkı ani bir ışık çakışı gibi. Bir duvarı alaşağı ederek aşmak gibi.
Diğeriyse, bundan çok farklı bir boyut. Buna çöküş denebilir. Van Gogh’un bir
mektubunu hatırlıyorum. Şöyle yazıyordu: “ Bu bir duvarı alaşağı ederek aşmak
sorunudur”. Ama bir duvarı bu şekilde aşmak çok zordur. Bu iş çok sert ve
acımasız bir şekilde yapıldığında, kişi kendi kendisini de parça parça eder.
Alaşağı eder. Çökertir. Van Gogh devam ediyor : “Ben duvarı yavaş yavaş ve
sabırla, adeta eğeyle altını kazarak yıkmaya çalışıyorum.” Böylece bir yandan
“duvar yıkılıyor” ve diğer yandan da olası “çöküş”… Jaspers şizofrenik süreçten
söz ettiğinde, bu iki öğenin birlikteliğini vurgulamaktadır : bir tür zorla
giriş, ifadesi bile mümkün olmayan bir şeyin, toplumlarımızda bastırılmış
olduğu için sadece güçlükle bahsedilebilen (dolayısıyla bir çöküş riskini de
içinde taşıyan) bir şeyin çıkıp gelmesi. Burada artık hareket etmeyen, yıllarca
hareketsiz kalan otistik şizofreni görmekteyiz. Nietzsche, Van Gogh, Artaud,
Roussel, Campana vb vakalarda elbette iki öğe birlikte varolmaktadırlar. Bir
aşıp geçme, duvarı yıkıp geçme var. Van Gogh, Nerval ve diğerleri gösteren
duvarını, “Anne-Baba” sisteminin duvarını yıkıp geçerek bu noktanın ötesine
doğru yolculuğa çıktılar. Bizimle geleceğimizin sesi olan bir sesle konuştular.
Ancak ikinci öğe, yani çöküş riski de bu süreç içinde bulunmaktadır. Kimse bunu
hafife almamalıdır. Bu yıkıp geçme her zaman bir tür çöküşle birlikte
gerçekleşebilir. Bunu temel bir tehlike olarak görmeliyiz. İki öğe birbiriyle
bağlantılıdır. Artaud’nun şizofren olmadığını söylemek anlamsızdır. Hatta
aptallıktır, utanmazlıktır. Elbette, Artaud bir şizofrendi. O yıkıp geçme işini
parlak bir biçimde başarmıştı. Ama ne pahasına ? Bedel, şizofrenik tanımını
kullanmamıza neden olan çöküştü. İki şey, “yıkıp geçme” ve “çökme” aynı şeyler
değil. Bunlar iki farklı momenttir. Bu süreçlerde çökme tehlikesini önemsememek
sorumsuzluktur. Hatta belki bu riske değse de..<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Soru:</b> Bir
psikiyatrik klinikte, klinik yöneticisinin yasağı hilafına yıllardan beri derin
katatonik durumdaki ( tek kelime etmeden, jestsiz, hareketsiz yaşayan) bir
hastanın odasında kağıt oynamayı alışkanlık haline getirmiş bulunan stajyer
doktorlar, bir gün bir oyun esnasında, yüzü o sabah hemşire tarafından pencereye
doğru çevrilmiş olan hastanın aniden “yönetici geliyor!” diye bağırdığına tanık
olmuşlardı. Bundan sonra hasta yeniden o eski sessizliğine gömülmüş ve birkaç
yıl sonraki ölümüne değin tek kelime etmemişti. Onun dünyaya mesajı “yönetici
geliyor!” olmuştu.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>G.D:</b> Çok güzel
bir hikaye. Bizim yeni şizo-analizin ışığında, hastanın “yönetici geliyor!”
ifadesinin ne anlama geldiğini araştırmak gibi bir görevimizin olmaması
gerekiyor. Ancak burada kendimize sormamız gereken soru şu olmalıdır : Ne oldu
da bu otistik hasta tekrar bütünüyle içe, kendi vücuduna döndü? Çok kısa bir
süre için de olsa yöneticinin geliyor olmasıyla bağlantılı olarak amaçlarına
hizmet eden küçük bir makineyi oluşturabildi?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>F.G:</b> Anladığım
kadarıyle , bu hikayede hastanın gerçekten yöneticiyi görüp görmediği
bilinmiyor. Eğer hasta onu görmemişse, hikaye daha anlamlı hale gelir.
Stajyerlerin onun odasında kağıt oynamaları, yöneticinin yasağını ihlal
etmeleri aslında alışılmış olan işlerde bir değişiklik meydana getiriyor.
Stajyerlerin bu edimi hastanın yöneticinin hiyerarşik figürüyle ilgili bir
uyarıda bulunmasına ve böylece basitçe durumun analitik bir yorumunu yapmasına
neden olmuş olabilir.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Bu hikayede, hastanın bağırışı psikolojik aktarımın
(transference), analitik işlevin aktarımın iyi bir örneğini temsil eder. Burada
durumun yapısını yorumlayan psikanalizci ya da psiko-sosyolog veya benzer bir
konumdaki biri değildir. Gerçek bir bağırış, bir tür dil kayması, bir ağzından
kaçırma durumu…Öyle ki, şizofrenin kendisinin değil, diğerlerinin, bir takım
önlemler alarak kağıt oynamaları gereken oyuncuların hastanın yanında içine
düştükleri yabancılaşmayı yorumluyor.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Soru:</b> Evet, ama
hasta ağzından bağırış çıktığı anda, yöneticiyi hiç görmemiş olsa bile
kendisinin farkında.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>F.G:</b> Farkında mı?
Bundan emin değilim. Pencerenin önünden bir kedinin ya da başka bir şeyin
geçtiğini de görmüş olabilirdi. Kurumsal psikoterapi pratiğinde, tümüyle kendi
içinde kaybolmuş bir şizofrenin aniden sizin özel yaşamınız hakkında inanılmaz
ayrıntılar vermeye başladığı vakalar iyi bilinir. Hatta öyle ki, siz
hakkınızdaki bu ayrıntıların biri tarafından bilinebileceğini tahayyül bile
edemeyebilirsiniz. Hem de bunu zalimce yapabilirler. Kesinlikle gizli kalması
gerektiğine inandığınız hakikatlerinizi tokat gibi açıkça suratınıza çarpa
bilirler. Bu noktada, onun için giz diye bir şey yoktur. Şizofren içinize
şimşek gibi dalar. Doğrudan kendi öznel sisteminde bir diziler bütünlüğü
oluşturan o bağlantılar üzerinde odaklanır. Kendisini bir “kahin” konumuna
yerleştirir. Oysa, mantıkları, sözdizimleri, ilgileri içinde donmuş bireyler
bütünüyle kördürler.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<o:p>Çeviren: Kamil Park</o:p></div>
<div class="MsoNormal">
<o:p>http://www.kamilpark.com/?p=64 adresinden alınmıştır.</o:p></div>
<div class="MsoNormal">
* G.Deleuze, Desert Islands and Other Texts 1953-1974,
sayfalar :232-241<o:p></o:p></div>
Oğuz Karayemişhttp://www.blogger.com/profile/10640841576106590503noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-2558566716054573712012-11-27T09:43:00.000-08:002013-04-02T17:19:58.931-07:00Kapitalizm ve Arzu: Deleuze ve Guattari ile Anti-Ödipus Üzerine Bir Söyleşi<div class="MsoNormal">
</div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<i>[<a href="http://www.pandora.com.tr/urun/anti-odipus-kapitalizm-ve-sizofreni-1/280503" target="_blank">Anti-Ödipus</a>'un Türkçe'ye çevrilmesi münasebetiyle, Deleuze ve Guattari ile yapılmış ikinci bir söyleşiyi daha aktarıyoruz. İyi okumalar]</i></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b><br /></b></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhN2AUeCwA30boSIy25gmyyyN_Sj3XntFgCC0wZZ_kFLeVwsi9uz6kemsJsp880yNMVpUeSgf00jWy6Mp0ZYGj8S0sVgGxjjSuHxvDy8xHVesFg9AiYK4HaSjK59fck_M9ruVYuAULEHUs/s1600/bodymachine.png" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="290" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhN2AUeCwA30boSIy25gmyyyN_Sj3XntFgCC0wZZ_kFLeVwsi9uz6kemsJsp880yNMVpUeSgf00jWy6Mp0ZYGj8S0sVgGxjjSuHxvDy8xHVesFg9AiYK4HaSjK59fck_M9ruVYuAULEHUs/s400/bodymachine.png" width="400" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Yazıdaki illüstrasyonlar <a href="http://www.fernandovicente.es/" target="_blank">Fernando Vicente</a>'ye aittir.</td></tr>
</tbody></table>
<b><br /></b></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Actuel:</b> Kapitalizmi tanımlarken “kapitalist sistemin
çılgınlığını, ve onun akılcılığının patalojik karakterini (tali ve sapkın bir
akılcılığın değil, o makine çalıştığı sürece varolan onun hakiki akılcılığının
patalojisini) dışa vurmayan en küçük bir işlemin, en ufak bir sınai ve mali
mekanizmanın bile bulunmadığını” söylemiştiniz. Delice işleyen bu makinenin
tehlikesinin olmadığını, zaten onun başından itibaren, başlangıcı itibariyle
çılgınca olduğunu ve akılcılığının da bu çılgınlıktan çıktığını ilave
etmiştiniz. Bununla, bu “anormal” toplumdan sonra gelen veya onun dışında
bulunan “normal” bir toplum olduğunu mu kast ediyorsunuz ?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Gilles Deleuze:</b> Biz “normal” ya da “anormal” gibi terimleri
kullanmıyoruz. Her toplum aynı zamanda hem normal hem de anormaldir.
Mekanizmaları itibariyle, dişli çarkları, bağlantı dizgeleri ve hatta akılcı
olmayanı tanımlayışlarıyla zorunlu olarak akılcıdır. Bütün bu düzenekler ve
sistemler şans ürünü olmayan, ama özsel olarak akılcı da olmayan, kodları veya
aksiyomları ön gerektirirler. Tıpkı teoloji gibi – eğer günahı, pürü paklık
kavrayışını, yeniden dirilişi kabul ederseniz, onun hakkındaki her şey
akılcıdır. Akıl her zaman akıldışı tarafından kesilmiş ya da kat edilmiş bir
bölgedir. Bu bölge akıldışına karşı bir sığınak değildir. Ve sadece akıldışı
etkenler arasındaki belli bir tip ilişkiyle tanımlanır. Aklın altında hezeyan,
sürükleniş yatar. Kapital veya kapitalizmin kendisi hariç, kapitalizm
hakkındaki her şey akılcıdır. Bir hisse senedi borsası mükemmel manada
akılcıdır. Onu anlayabilir, hakkında araştırma yapabilir ve nasıl işlediğini
öğrenebilirsiniz. Ama yine de, tam bir çılgınlık ve hezeyandır. İşte biz akılcı
olanın daima bir akıldışının akılcılığı olduğunu ifade ederken, bunu anlatmaya
çalışıyoruz. Ki bu nokta, aynı zamanda hem çılgınca hem de iyi işleyen bir
mekanizma olmasıyla Marks’a da enteresan gelmiş olmasına rağmen Kapital’de
tartışılmamıştır. E, öyleyse bir toplumda akılcılık nedir? Toplumun bireylerinin
o toplumun çerçevesi içinde tanımlanan çıkarlarını takip etme ve gerçekleştirme
şeklidir. Fakat bunun altında arzuları, çıkar yatırımlarıyla karıştırılmaması
gereken, çıkarların belirlenimleri ve dağıtımlarının dayandığı arzu
yatırımlarını bulursunuz. O büyük akışı, bu toplumun hezeyanını teşkil eden
libidinal bilinçaltı akışlarının her türlüsünü bulursunuz. Gerçek tarih arzunun
tarihidir. Günümüzün kapitalisti ya da teknokratı bir köle taciri veya eski Çin
İmparatorluğunun bir memuru gibi arzulamaz. Bir toplumda insanlar başkaları ve
kendi kendileri için baskıyı arzuladıklarında, başkalarını taciz etmekten
hoşlandıklarında, bunları yapma şansına ve hakkına sahip olduklarında, buradan
libidinal arzu ve toplumsal alan arasındaki derin bağlantı sorunu ortaya çıkar.
İnsanların baskıcı, ezici makineye yönelik “çıkarsız” bir sevgi besledikleri
gerçeği ortaya çıkar. Nietzsche kölelerin bu nihai zaferi hakkında, hayata
küsmüşlerin, bunalmışların, zayıfların kendi yaşam tarzlarını nasıl hepimize
empoze ettikleriyle ilgili olarak güzel şeyler söyler.<br />
<br />
<a name='more'></a><br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Actuel:</b> Bu söylediklerinizin çerçevesi içinde kapitalizme
özgü olan nedir?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>G.D:</b> Herhalde, hezeyan ve çıkar, veyahut daha doğru bir
ifadeyle, arzu ve akıl kapitalizmde tümüyle yeni bir şekilde, özellikle de “anormal”
bir biçimde dağıtılmıştır. Sermaye ve para öyle bir hezeyan düzeyine ulaşmıştır
ki, onun psikiyatri de ancak tek bir eşdeğeri olabilir : son evre tabir edilen
durum. Hayli karmaşık bir mesele. İsterseniz şöyle söyleyeyim: başka
toplumlarda da sömürü, skandallar ve gizli kapaklı işler vardır. Fakat orada
bunlar, “kod” un parçası olarak mevcutturlar. Hatta oralarda bile gizli kodlar
vardır. Oysa, kapitalizmde durum tümüyle farklıdır. Bir kere, en azından, ilke
olarak ve koda göre gizli bir şey yoktur ( bu yüzden kapitalizm “demokratik”tir
ve kendisini “alenileştirir”- hatta hukuksal anlamda bile). Gel gelelim, hiçbir
şey kabul edilebilir değildir. Yasallığın(legality) kendisi kabul edilebilir
değildir. Diğer rejimlerin tersine, kapitalizm hem açıktır (public) hem de
kabul edilebilir değildir. Bu çok özel hezeyan, para rejiminden çıkar.
Günümüzdeki skandal denen şeyleri bir düşünelim. Gazeteler sürekli yolsuzluk
iddialarıyla ve bu iddialar karşısında kendisini savunan insanlarla ilgili
haber ve yorumlarla dolu. Yine de, kapitalist rejimin yasallığı içinde yapılan
araştırmalardan hemen hemen bir sonuç alınamadığı görülmektedir. Yasa dışı
görünen bir çok iş kitabına uydurulmaktadır. Başbakanın vergi gelirleri,
malvarlıkları, lobiciler, ekonomik ve mali sermaye mekanizmaları… Kısacası,
ufak tefek gaflar dışında, her şey yasal, kitabına uygun. Dahası, her şey açık,
ama aynı ölçüde kabul edilebilir değil. “Aklı başında” bir solun, ekonomik ve
mali mekanizmaların bu bayağılaşması karşısında memnuniyet duyması gerekirdi.
Çünkü gizli saklı bir şeyleri ortaya çıkartmakla meşgul olma ihtiyacı duymadan,
zaten açıkta cereyan edenlerin yine açıkça kabul edilmesini sağlayacaktı. Bu
durumun başka alanlarda da farklı olmadığını gösterecekti. Hastanelerdeki daha
önceden benzeri görülmemiş saçmalıklar, çılgınlıklar ortada. Ama onlar sürekli
olarak “ideoloji”den söz etmektedirler. Burada ideolojinin bir önemi yok.
Önemli olan ideoloji, ideolojik/ekonomik ayrımı ya da karşıtlığı değildir.
Sorun, iktidar organizasyonudur. Yani, arzunun ekonomik olan içindeki hali
hazırdaki konumu, libidonun ekonomik olanı kuşatma, ekonomik olanı avlama ve
baskının siyasal biçimlerini besleme tarzıdır.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Actuel:</b> Öyleyse, ideoloji bir göz aldanması, bir yanılsama
mıdır?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>G.D:</b> Demek istediğim şey, bu değil. İdeolojinin bir göz
aldanması, bir yanılsama olduğunu söylemekle, geleneksel tezi tekrarlamış
oluruz. Bir yana ciddi şeyleri, ekonomiyi, altyapıyı ve diğer yana ideolojinin
ait olduğu üstyapıyı koymaya devam ederiz. Böylece arzu olgusunu ideolojiyle sınırlamış
oluruz. Arzunun altyapıda nasıl çalıştığını, onu nasıl kuşattığını ve böylece
iktidarı, baskılama sistemini nasıl örgütlediğini en iyi şekilde gözlerden
saklamış oluruz. Hayır, biz ideoloji konusunda belirttiğiniz gibi düşünmüyoruz.
Biz ideolojinin olmadığını, dahası bu kavramın kendisinin bir yanılsama
olduğunu düşünüyoruz. Zaten Komünist Partisi’nin ve ortodoks Marksizmin bu
kavramı çok benimsemiş olmasının nedeni de budur. Onlara uygundur. Yeni bir
baskıcı iktidar organizasyonu olan SSCB’de olup bitenleri gizlemek için bu
kavrama çok ihtiyaç duymaktadırlar. İdeoloji diye bir şey yoktur; eğer iktidar
organizasyonun arzu ve ekonomik altyapının birliği olduğu kabul edilirse,
sadece iktidar organizasyonu vardır. İki örneğe bakalım. İlk olarak, eğitimi
alalım. 1968 Mayıs’ının solcuları üniversite hocalarının burjuva özneler olarak
halk önünde açık özeleştiri yapmalarını ısrarla talep edip, bu temayı sürekli
işleyerek gereksiz yere çok zaman harcadılar. Bu aptalcaydı ve aslında
akademisyenlerin mazoşist itkilerini besleyen bir talepti. Solcular, rekabetçi
sınav sistemine karşı verilen mücadeleyi terk ederek, bunun yerine, kamusal
alanda büyük bir anti-ideolojik itiraf adına polemiğe girişmeyi tercih ettiler.
Tabii bu esnada, tutucu hocalar çok da zorlanmadan iktidarlarını yeniden
örgütleyebilme şansını buldular. Doğası itibariyle eğitim sorunu ideolojik
değildir. İktidar organizasyonu sorunudur. Ona ideolojik bir görüntü veren,
eğitimsel iktidarın özgüllüğüdür. Fakat bu bir yanılsamadır. İlk okullardaki
iktidar önemli bir şeydir. Çünkü zorunludur ve bütün çocuklar üzerinde etkili
olur. İkinci örneğimiz Hıristiyanlıktır. Şüphesiz, Kilise bir ideoloji olarak
görülmekten çok memnundur. Bunun tartışılmasının ekümenizmi teşvik edeceğini
düşünür. Ancak Hıristiyanlık hiçbir zaman bir ideoloji olmamıştır. Roma
İmparatorluğu’ndan ve Ortaçağlar’ dan bu yana çok değişik biçimler almış olan
çok özgün ve özgül bir iktidar organizasyonudur. Ve bu organizasyon her zaman
bir uluslar arası iktidar fikrini yaratabilecek kapasiteye sahipti. Bu olgu
ideoloji denen şeyden çok daha önemlidir.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6zFwVNwcb5DQHVlqRkjw3gMzMdfqO0o0T6Oie-2KiZ52hV1Bk8O5e_2QEhg5c6-CE8VrtR3UStZByGx_MvjdnIHmqPAQKKb9QmuezLQAzlPmwzK-aCnR-YUVIQreQo71YNaykjSo08a8/s1600/lamp011.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6zFwVNwcb5DQHVlqRkjw3gMzMdfqO0o0T6Oie-2KiZ52hV1Bk8O5e_2QEhg5c6-CE8VrtR3UStZByGx_MvjdnIHmqPAQKKb9QmuezLQAzlPmwzK-aCnR-YUVIQreQo71YNaykjSo08a8/s200/lamp011.png" width="140" /></a></div>
<b>F.G:</b> Aynı şey, geleneksel siyasal yapılar için de geçerlidir.
Her zaman o eski aldatmacayı tekrar tekrar görüyoruz: Büyük bir meclis veya
geniş bir çevrede yapılan büyük bir ideolojik tartışma veya sadece özel
kurullara havale edilen organizasyon sorunları. Sonra siyasal tercihler
nedeniyle öne çıkartılan ikincil sorunlar, ve nihayet somut ya da rasyonel hale
gerilmeksizin ideolojik terimler içinde ifade edilen gerçek sorunlar. Yani,
iktidar organizasyonuyla ilgili sorunlar. Bu organizasyon içinde gerçek
bölünmeler ortaya çıkıyor: arzu ve iktidarı ele almanın, kuşatmaları
(investments), Ödipus grubunu, “üst benlik” gruplarını, sapıklık olgusunu vb.ni
işlemenin özel biçimleri oluşturuluyor. Ve sonra siyasal karşıtlıklar
kuruluyor. İktidar organizasyonu şeması içinde karşıtını zaten seçmiş olduğu ve
ondan nefret ettiği için bir birey başka birine karşı bir konum alıyor.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Actuel:</b> Çözümlemeniz SSCB ve kapitalizm konusunda ikna
edici, ama ya özel durumlarda ? Eğer her ideolojik karşıtlık, tanım itibariyle,
arzu çatışmalarını maskeliyorsa, örneğin üç Troçkist grupçuğun ayrışmasını
nasıl analiz edebilirsiniz? Eğer varsa, burada nasıl bir arzu çatışması
görüyorsunuz? Aralarındaki siyasal kavgaya rağmen her grubun üyeleri için aynı
işlevi yerine getirdiği görülüyor : bir hiyerarşi güvencesini temin etmek,
küçük bir toplumsal çevre oluşturmak ve kesin hatlarla çizilmiş bir dünya
tanımlaması sunmak. Fark görmüyorum.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>F.G:</b> Mevcut bir gruba benzerliğin rastlantısal olduğunu kabul
etmekle birlikte, bu gruplardan birisinin kendisini daha baştan Üçüncü
Enternasyonal’in oluşturulduğu zamanki komünist solun katı konumlarına
bağlılıkla tanımladığını tahayyül etmek güç değil. Fonolojik düzeye varıncaya
değin ( belli sözcüklerin telaffuzu, o telaffuzlara eşlik eden jestler,
örgütsel yapılar, solda sürdürülmesi gereken bağlaşmalarla ilgili anlayış tarzı
vs.) tüm aksiyomların benimsenmesi… Bu evren, tıpkı aşina olduğu bir nesnenin
yeri değiştirildiğinde güvenini yitiren, kavranılması güç ve güven tazeleme
gereksinimi içindeki saplantılı tipin evreni gibi, belli bir Ödipalizasyon
figürüne tekabül ediyor olabilir. Yinelenen figürlerle ve imgelerle bu
özdeşleşme Stalinizmi karakterize eden (onun ideolojisi istisna tabii) belli
bir tür etkililik elde etmek anlamına gelir. Diğer bakımdan, yöntemin genel
çerçevesi içinde kalmaya devam edilirken, “Yoldaşlar, düşman aynı fakat
koşullar değişti” şiarına adapte olunarak değişimi kabul edebilir hale gelinir.
Böylece küçük grup daha açık hale gelir. Bu bir uzlaşmadır. Başlangıçtaki
imgenin -yeni nosyonlar ilave edilerek muhafaza edilirken- üzeri çizilmiş olur.
Toplantıların ve eğitim oturumlarının ve tabii dışsal müdahalelerin de sayısı
artar. Zazie’nin dediği gibi, arzulayan irade yüzünden öğrenciler ve militanlar
bir şekilde rahatsız, huzursuz olurlar.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Son çözümlemede, bütün bu küçük grupçuklar esas olarak aynı
şeyleri söylerler. Ancak tarzları birbirlerinden çok farklıdır. Lider
tanımları, propagandaya bakışları, disiplin ve militanlarının sadakat, namus,
asketizm anlayışları kökten farklılıklar gösterir. Bütün bu kutuplaşmalar
toplumsal makinenin arzu ekonomisi didik didik edilmeden nasıl araştırılabilir
? Anarşistlerden Maoistlere, yelpaze hem siyasal hem de analitik olarak hayli geniştir.
Hatta grupçukların sınırlı alanı dışında bulunan ve neyi seçmeleri (solcu
hareketi mi, sendikal hareketi mi, doğrudan ayaklanmayı mı, yoksa kayıtsızlığı
mı ) gerektiğini bilmeyen insan kitlelerini bile bu yelpazeye dahil etmemiz
gerekir. Bu küçük grupçukların öğüten, bastırıp sıkıştıran makineler gibi,
arzuyu bastırıp ezmede oynadıkları rolü açıklamaya çalışmalıyız. Aslında, söz
konusu olan bir ikilemdir : ya toplumsal sistem tarafından kırılıp parçalanma
ya da daha önceden oluşturulmuş bu küçük kiliselerin yapılarına entegre olma.
Bu bakımdan, 68 Mayıs’ı şaşırtıcı bir biçimde açığa çıkartıcı bir işlev
görmüştür. Arzulayan iktidar öyle bir ivme kazandı ki, sonuçta bu küçük
grupçukları dağıttı. Sonradan, diğer baskıcı gruplarla birlikte düzeni restore
etme etkinliği içinde tekrar gruplaştılar : CGT (Komünist İşçiler Birliği), PC
(Komünist Partisi), CRS (İsyan polisi) veyahut Edgar Faure. Bunun provakatif
olduğunu söylemek istemiyorum. Elbette, militanlar polisle cesurca döğüştüler.
Fakat mücadele alanını, çıkarlar alanını bir yana bırakıp da, onların yerine
arzunun işlevini incelerseniz, belli küçük grupçukların gençliğe baskıcı bir
ruhla yaklaştıklarını görürsünüz. Yeniden kanalize edilmek üzere
özgürleştirilmiş arzuyu bünyelerinde içermeyi istemektedirler.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Actuel:</b> Özgürleşmiş bir arzu ne demektir? Elbette bunun
bireysel ya da küçük grup düzeyinde taşıdığı manayı tahmin edebiliyorum :
sanatsal yaratım, veya camı çerçeveyi indirme, şunu bunu ateşe verme, hatta
basit bir sefahat hali, ya da tembelliğe vurarak her şeye cehenneme kadar yolun
var demek. Peki ya sonra ? Toplumsal bir grup ölçeğinde kolektif olarak
özgürleşmiş arzu ne anlama geliyor? Somut örnekler verebilir misiniz? Ve bunun
(eğer Foucault gibi terimi ret etmiyorsanız) “toplum bütünlüğü” bağlamında
ifade ettiği şey nedir?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>F.G:</b> Arzuyu, onun en kritik ve en keskin evrelerinden
birisinde, şizofrenin durumunda ele alıyoruz. Bu şizofren kilit altında
tutulan, ilaçlarla ve toplumsal baskıyla geri püskürtülmüş olan bir şizofrenin
ötesinde veya aşağısında bir şey üretebilen şizofrendir. Bize göre, bazı
şizofrenler arzuyu özgürce deşifre ederek doğrudan ifade ederler. Fakat arzu
ekonomisinin kolektif bir biçimi nasıl kavranabilir? Elbette lokal düzeyde
değil. Kendisini, birer birer kurtarılmış bireyler toplamı gibi, baskıcı bir
toplumun akışından korumuş küçük, özgürleşmiş bir topluluk tahayyül etmekte
ciddi müşküllerim var. Tersine, eğer arzu yeniden üretim mekanizmaları da dahil
bütünlüğü içinde toplumun dokusunu oluşturursa, o toplumda bir özgürleşme
hareketi “kristalleşebilir”. 1968 Mayıs’nda, ilk kıvılcımlardan itibaren lokal
çatışmalarla ayaklanma en sert biçimde, devrimci hareketle hiçbir ilgisi
olmayan (doktorlar, avukatlar ve tüccar gibi) grupları da kapsayacak şekilde,
tüm topluma yayıldı. Ateşle dolu bir ay sonrasında, haklar kazanıldı. Bu türden
daha derin patlamalara doğru gitmekteyiz.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Actuel:</b> Kısa kutlama, savaş, ve kırım dönemlerinin, ya da
bir günlük devrimler döneminin ötesinde, tarihte çok etkili ve daha uzun sürmüş
arzu özgürleşmeleri olmuş mudur? Veyahut, tarihte bir son olduğuna inanıyor
musunuz? Yani, bin yıllık bir yabancılaşma döneminden sonra bir gün toplumsal
evrimin aniden nihai bir devrimle kesintiye uğrayarak, arzuyu sonsuza kadar
özgürleştireceğine inanıyor musunuz?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>F.G:</b> Ne biri ne öbürü. Ne tarihte nihai bir son, ne de geçici
bir aşırılık. Her uygarlık ve her devrin kendi hedefleri olmuştur. Bunların
zorunlu olarak ikna edici veya zorunlu olarak özgürleştirici olması
gerekmiyordu. Aşırılığa ya da kutlama momentlerine gelince, bunların artık pek
itibarı yok. Bir sorumluluk duygusuna sahip militan devrimciler vardır. Bunlar,
“devrimin ilk evresinde” aşırılığı onaylamakla birlikte , organizasyon,
işlevsellik gibi daha ciddi şeyleri içeren ikinci bir evrenin de bulunduğunu
ilave ederler. Arzu basit kutlama momentlerinde özgürleştirilmez. Les Temps
Modernes’nin Maoculara adanmış sayısında, Victor ile Foucault arasındaki
tartışmaya bakınız. Victor aşırılığı onaylar. Ama sadece “ilk evrede”. Ötekine,
yani ciddi işe gelince, Victor yeni bir Devlet aygıtının, yeni normların, halk
adaletine dayanan mahkemelerin, kitleler arasındaki ihtilâfları çözmeye
muktedir, onlara dışsal bir dava sürecinin, yani üçüncü bir tarafın
gerekliliğine inanıyor. Tabii, burada o bildiğimiz eski şemayı karşımızda
buluyoruz. Sentezler yapmak, partiyi bir embriyonik Devlet aygıtı olarak
oluşturabilmek için sözde avant-gardlığı kitlelerden ayrı tutarlar. Victor, iyi
eğitim görmüş, uyumlu işçi sınıfından insanları buralarda istihdam edeceklerini
söylüyor. Zaten nüfusun geri kalanı da güvenilmemesi gereken lümpen
proletaryadır (arzunun hep o eski mahkumiyeti). Bu ayrımlaştırmalar sadece
bürokratik bir kast sistemine hizmet etmek amacıyla arzuyu tuzağa düşürmek
anlamını taşır. Foucault bu üçüncü tarafı ret eder. Halk adaleti diye bir şey
varsa, kaynağının burası olamayacağını söyler. Onun bir mahkemeden
çıkamayacağını vurgular. Sonra da, “avant-garde/ proletarya/ proleter olmayan
plebler “ ayrımının özgün olarak burjuvazi tarafından arzu olgusunu ezmek ve
onu marjinalleştirmek için kitlelere empoze edilen bir ayrım olduğunu belirtir.
Bütün mesele Devlet aygıtı meselesidir. Arzuyu özgürleştirmek için Devlet
aygıtına dayanmayı gerekli görmek acayip. İyileştirilmiş ya da daha iyi bir
adalet istemek, iyi yargıçlar, iyi polisler, iyi patronlar, temizlikçi bir
Fransa istemek gibi bir şey. Ve sonra bize soruluyor : bir Devlet aygıtı
olmaksızın yalıtılmış mücadeleleri nasıl birleştireceksiniz? Devlet aygıtı
olmadan makine nasıl çalışır? Devrimin bir savaş makinesine ihtiyacı vardır.
Ama bu kesinlikle bir Devlet aygıtı değildir. Yine devrim kitlelerin arzularını
analiz edecek bir analitik güce de ihtiyacı duyar. Ancak bu kesinlikle dışsal
bir sentez mekanizması değildir. Özgürleşmiş arzu özel bireysel fantezi
açmazından kaçan bir şeydir. Arzuyu uyarlamak, toplumsallaştırmak, disipline
etmek gibi bir sorunu yoktur. Bununla birlikte, toplumsal gövde içindeki
sürecinin kesintiye uğramamasını ve böylece kolektif bir biçimde ifadesini
temin edecek şekilde ona kanca atar. En önemli şey, otoriter bir birlik değil,
ama bir tür sonsuz akın ve yayılmadır: okullardaki, fabrikalardaki,
hapishanelerdeki, bakımevlerindeki arzular. Bir yönetme, yönlendirme ve
bütünleştirme sorunu değil, aynı salınım düzleminde kanca atmaktır. Anarşinin
iktidarsız kendiliğindenliği ve bir parti örgütünün bürokratik ve hiyerarşik
kodlaması gibi iki alternatif arasında sıkışıp kaldığımız sürece, arzunun
özgürleşmesi gerçekleşmez.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Actuel:</b> Kapitalizmin başlangıçta toplumsal arzuları
varsayabildiğini düşünüyorsunuz ?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>G.D:</b> Elbette, kapitalizm her zaman devasa bir
arzu-makinesiydi ve hâlâ da öyledir. Paranın akışı, üretim araçlarının akışı,
emek gücünün akışı, yeni pazarların akışı. Yani akış halindeki arzular.
Kapitalizmin, onun altyapısının ve ekonomisinin arzu olgusundan ne kadar
ayrılamaz olduğunu ve ne ölçüde arzunun kesişme noktalarında bulunduğunu fark
etmek için onun doğumuna katkı yapan olguları incelemeniz gerekir. Aynısı,
faşizm için de geçerlidir. O da baskı ve ölüm arzularını içeren “toplumsal
arzuları” varsayar. Hitler ve faşist makine insanların arzularını harekete
geçirmiştir. Sormak istediğiniz şey, kapitalizmin başlangıcında devrimci olup
olmadığı, sanayi devriminin toplumsal bir devrimi beraberinde getirip
getirmemiş olduğuysa, yanıtım hayır olacaktır. Hayır, sanmıyorum. Doğuşundan
itibaren kapitalizm vahşi bir baskıyla beraberdir. Başlangıcıyla birlikte,
iktidar organizasyonuna ve Devlet aygıtını oluşturmuştu. Kapitalizm önceki
toplumsal kodların ve iktidarların çözülmesine neden olur mu? Elbette. Ancak, önceki
rejimlerin çatlakları içinde, Devlet aygıtları da dahil, iktidar çarklarını
kurmuştur. Aslında her zaman bu böyledir. Bir toplumsal formasyon zuhur etmeden
önce onun sömürü ve baskı araçları hali hazırda orada mevcuttur. O an için
çarklar amaçsızca, boşa dönüp duruyor olsalar da, her zaman hedefi üzerinde
hızla ve tam kapasiteyle çalışmaya hazırdır. İlk kapitalistler önceki sistemin
çatlaklarından aşağı düşecek işçilerin üzerine çullanmak, üşüşmek için bekleyen
yırtıcı kuşlar gibiydiler. İşte, ilkel birikim denen şey tam da budur.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Actuel:</b> Ben farklı düşünüyorum. Bana göre, yükselen
burjuvazi Aydınlanma devri boyunca kendi devrimin tahayyül edip,
hazırlamaktaydı. Burjuvazi eski rejimi sarsması, ona “şiddetli bir son”
hazırlamış olması dolayısıyla kendi kendisini devrimci bir sınıf olarak
görmekteydi. Köylülük arasında ve kırsal kesimde yer alan paralel hareketler şu
veya bu şekilde adlandırılabilirler, ancak burjuva devrimi burjuvazi tarafından
yapılmıştır (burada devrim ve burjuva terimleri birbirlerinden ayrı
düşünülemez). Bu yüzden, burjuvaziyi 19. ve 20. yüzyılların sosyalist
ütopyalarının bakış açısından yargılamak anakronik bir girişimdir.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>G.D:</b> Bu sözünü ettiğiniz şey de, Marksizmin belli bir türü
tarafından üretilmiş bildik bir şemaya dayanıyor. Buna göre, tarihin belli bir
noktasında, burjuvazi devrimciydi. Zaten tarihin bir burjuva devrimi
aracılığıyla kapitalist bir evreden geçmesi de zorunluydu. Tabii bu Stalinist
bir görüş açısıdır. Ciddiye alınmaması gerekir. Bir toplumsal formasyon kendi kendisini
tükettiğinde, her yana sızmaya başlar. Her türlü şey kendi kendisinin kodunu
çözer. Bir “yurtsuzlaştırma” olgusu olan feodal Avrupa’daki köylü göçleri gibi
her türden kontrol edilemeyen akış deveran eder. Burjuvazi ekonomik ve siyasal
yeni bir kod empoze ettiğinden, onun devrimci olduğu sanılır. Bu doğru
değildir. Daniel Guerin 1789 Devrimi hakkında hayli önemli şeyler söyledi.
Burjuvazi gerçek düşmanın kim olduğu konusunda hiçbir zaman bir yanılsama
içinde olmamıştır. Onun gerçek düşmanı önceki sistem değildi, önceki sistemin
kontrolünden kaçmış olanlardı. Ve burjuvazinin çabası kontrolü ve yönetimi
yeniden sağlamaktı. Burjuvazi iktidarını eski sistemin çözülmesine borçluydu.
Bu yeni iktidarını sadece diğer devrimcileri düşman görerek egzersiz edebilmiştir.
Burjuvazi hiçbir zaman devrimci olmamıştır. O devrim yapmamıştır. Devrim onun
için yapılmıştır. Halkın arzusunun devasa boyutlardaki kabarışı onun tarafından
çarpıtılmış, kanalize edilmiş ve bastırılmıştır. Sonuç olarak halk Valmy’de
kendi ölümüne yürümüştür.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Actuel:</b> Verdun’da da kendi ölümlerine yürümüşlerdi.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>F.G:</b> Aynen öyle. Bizi ilgilendiren şey de bu zaten. Bu
püskürmeler, bu kalkışmalar, bu coşkular nereden kaynaklanmaktadır? Bunlar
toplumsal bir akılcılıkla, ortaya çıktıkları, iktidar tarafından yeniden
yönlendirildikleri, ele geçirildikleri momentle açıklanamaz. Bir devrimci durum
basit olarak belli bir momentteki çıkarların analiziyle açıklanamaz. 1903’te
Rus Sosyal Demokrat Partisi bağlaşıklar, proletarya örgütü ve öncülük rolünü
tartışıyordu. Devrim için hazırlanırlarken, 1905 olaylarıyla sarsıldılar. Ve
hareket halindeki bir trene atlamak zorunda kalmışlardı. O zaman anlaşılmaz bir
durum tarafından yaratılmış arzunun geniş bir ölçekte kristalleşmesi söz
konusuydu. 1917 için de aynı şey geçerlidir. Bu kez yine siyasetçiler giden
trene atlamışlardı. Fakat bu kez onun kontrolünü sağlayabilmişlerdi. Yine de
gerçekten kitlelerin çıkarlarını ve arzularını gerçekleştirmelerine olanak
verebilecek sovyet tarzı bir örgüt isteyen veya ona olan ihtiyacı dile getiren
devrimci bir eğilim mevcut değildi. Bunun yerine, siyasal örgütler denen ve
Enternasyonal’in 7. Kongresinde Dimitrov tarafından geliştirilmiş olan modele
göre işleyen (halk cepheleri ve sekter geri çekilmeler arasında gidip gelen) ve
her zaman aynı baskıcı sonuçları doğuran makineler devreye sokulmuştu. Biz bunu
1936’da, 1945’te ve 1968’de tekrar gördük. Bu kitlesel makineler,
aksiyomlarıyla, devrimci enerjiyi özgürleştirmeyi ret ettiler. Bu siyaseti
kabaca her hangi bir cumhurbaşkanının veya bir kilise görevlisinin siyasetiyle
karşılaştırmak mümkün – tabii ellerine kızıl bir bayrak tutuşturmak şartıyla.
Ve bizce bu, arzu karşısında, egoyu, bireyi ya da aileyi tahayyül etmenin derin
bir biçimi karşısında belli bir konum alışa tekabül eder. Buradan basit bir
ikilem de doğar: ya kolektif arzu ve devrimci örgütün kaynaşmasını
kolaylaştıran yeni tipte bir yapı bulacağız; ya da hali hazırdaki durumu devam
ettirip, bir baskıdan diğerine, Hitler ve Mussolini’yi bir şaka gibi önümüze
çıkartan faşizme gideceğiz.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Actuel:</b> Öyleyse, hep ihanete uğrayan insanlığı ve toplumsal
hayvanlar olarak insan varlığını oluşturduğunu gördüğümüz derin ve temel
arzunun doğası nedir? Niçin kendisini her zaman egemen makinenin, aslında
aralarında özsel bir fark olmayan, muhalif siyasal partiler gibi, antinomik
makinelerinde gerçekleştirir? Bu arzunun sonuçsuz pür bir patlamaya veyahut
daimi bir ihanete mahkum olduğu anlamına mı gelir? Son bir soru: Tarihin bir
noktasında, özgürleşmiş arzunun kolektif ve sürekli bir şey olarak varolması
mümkün müdür? Eğer mümkünse, nasıl?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjjm9e-9XQXxlT6Azd2ZOM0fn49pAt1HY2dEXvy37ZFHNiWHOxR6qK79CgkTvyy5S4bkKw2u-d86zXCHAbw81hbUQaRTwZP8cmgA3tkllm6EGl9_3gsN-ZweiNPKt1N_r0sadSP3WK_oHE/s1600/lamp04.png" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="280" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjjm9e-9XQXxlT6Azd2ZOM0fn49pAt1HY2dEXvy37ZFHNiWHOxR6qK79CgkTvyy5S4bkKw2u-d86zXCHAbw81hbUQaRTwZP8cmgA3tkllm6EGl9_3gsN-ZweiNPKt1N_r0sadSP3WK_oHE/s400/lamp04.png" width="400" /></a></div>
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>G.D:</b> Eğer bu sorunun yanıtını bilseydik, üzerinde
tartışmamıza gerek kalmazdı. Gidip gereğini yapardık. Her neyse.. Felix’in
dediği gibi, devrimci örgütün bir Devlet aygıtı değil, bir savaş makinesi
örgütü olması gerekir. Dışsal bir sentez yapma gayesindeki bir örgüt değil,
analizci bir örgüt olması gerekir. Her toplumsal sistemde kaçış hatları olduğu
gibi, bu hatları tıkayan, kesen hatlar da bulunur. Veyahut (aynı şey olmamakla
beraber) onları ortaya çıkmaya hazırlanan yeni bir sisteme entegre eden, onun
içinde yönlendiren, durduran embriyonik aygıtlar vardır. Ben şahsen haçlıların
bu perspektiften analiz edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Fakat kapitalizmin
her bakımdan çok özel bir karakteri var. Onun güçlüklere yo açan kaçış hatları,
aynı zamanda, onun işleyiş koşullarıdır. Kapitalizm her akışın (zenginliğin
akışı, emek akışı, dil akışı, sanatsal akış vs) kodunun genelleşmiş bir ölçekte
çözülmesi üzerinde kurulur. Kendisi kod yaratmamıştır. Ekonomisinin temeli
olarak akışın çözülen kodlarının bir tür muhasebesini, bir aksiyomunu
yaratmıştır. Kaçış noktalarını düğümler ve yoluna devam eder. Daima kendi
sınırlarını genişletir, ve kendisini her zaman sınırlarında bulunan yeni kaçış
yolarını tıkaması, onları bir kez daha geri itmesi gereken bir durum içinde
bulur. Temel sorunlarından hiçbirisini çözmemiştir. Hatta bir ülkedeki parasal
artış konusunda bile, ancak bir yıllık bir süre için öngörüde bulunabilir.
Kendi sınırlarını sürekli aşar ve hep daha uzaklara doğru gider. Üretimi,
toplumsal yaşamı, demografisi, Üçüncü Dünya’daki periferisi , iç bölgeleri vs
bakımından kendi kendisini alarm veren durumlar içine sokar. Her yanından gedik
verir. Sistemin sürekli yer değiştiren sınırlarından sızıntılar eksik olmaz. Ve
hiç kuşkusuz, devrimci kaçış (Jackson’nın “ kaçmayı bırakmadım ama kaçarken de
hep bir silah aradım” derken sözünü ettiği aktif kaçış), diğer kaçış türleriyle
(şizo kaçış, uyuşturucu yoluyla kaçış) aynı şey değildir. Marjinal grupların
karşı karşıya olduğu sorun, bütün bu kaçış hatlarının devrimci bir düzlemde
birbiriyle bağlantısını sağlamaktır. Öte yandan, kapitalizmde bu kaçış hatları
yeni bir karakter kazanırlar. Yeni bir tür devrimci potansiyel oluştururlar.
Gördüğünüz gibi, umut var.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Actuel:</b> Biraz önce haçlılardan söz ettiniz. Sizce bu olgu,
kolektif şizofreninin Batı’daki ilk dışavurumlarından bir tanesi midir?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>F.G:</b> Haçlı hareketi gerçekten de sıradışı bir şizofrenik
hareketti. İnsanların çok müşkül durumda oldukları, büyük bölünmeler içinde
hayatlarından bezmiş bir halde yaşadıkları bir dönemde her yanda kendiliğinden
vaizler zuhur etmiş, etraflarına binlerce insan toplamışlar, içinden geçtikleri
köyleri viraneye çevirmişlerdi. Ancak bu gelişmeden sonradır ki, çok ürkmüş
olan papalık devreye girme gereği duymuş, bu başı boş hareketi Kutsal
Topraklara doğru yönlendirmiştir. Bu stratejinin iki avantajı olmuştur :
başıboş dolaşan bu çeteler baştan savılmıştı. Ve Yakın Doğu’da Türkler
tarafından tehdit edilen Hıristiyan ileri karakollarına destek olunmuştu.
Tabii, her zaman işe yaradığı söylenemez. Venedik Haçlıları İstanbul’da yara
aldı. Çocuk Haçlılar Güney Fransa’ya doğru yöneldiler, ve böylece halkın onlara
duyduğu sempatiyi hızla yitirdiler. Bütün köyler bu “haçlı” çocuklar tarafından
ele geçirilip, yakıldı. Sonunda düzenli ordular gelip bunları kuşattılar.
Kimileri öldürüldü, kimisi köle olarak satıldı.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Actuel:</b> Hippi kolonileri, fabrikalardan ve ofislerden kaçan
yol-üstü toplulukları gibi çağdaş hareketlerle bu haçlılar arasında bir
koşutluk görüyor musunuz? Bu hareketleri de koordine edecek bir papa var mı?
Bir İsa- devrimine ne dersiniz?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>F.G:</b> Hıristiyanlığın müdahalesi anlaşılmayacak bir şey
değildir. Zaten bunun – Avrupa ve Fransa’da o denli olmasa da- özellikle ABD’de
bir ölçüde bir gerçeklik haline gelmiş olduğu söylenebilir. Doğacı hareketin
altında da gizil bir müdahale görebilirsiniz. Onlara göre, üretimden vazgeçip,
kentsel alanların dışında küçük bir toplum kurabiliriz. Sanki böylece
kapitalist sistemin kuşatmasından, damgasından kurtulmak mümkünmüş gibi.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Actuel: Bizimki gibi bir ülkede kiliseye ne rol
atfedilebilir? Kilise 18.yüzyıla kadar Batı uygarlığında iktidarın
merkezindeydi. Ulusal devlet ortaya çıkana kadar toplumsal makineyi
yapılaştırmıştı. Teknokrasi bugün onu eski işlevinden yoksun bıraktı. Dümensiz
bir gemi gibi akıntıyla sürüklenip gittiği görülüyor. Bugün kilisenin
Katolikliğin ilerici akımlarının baskısı altında, belli siyasal örgütlerden
daha az itirafçı olup olmadığı sorulabilir.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>F.G:</b> Ya ekümenizm? Kilisenin ayakları üzerinde durma, yere
basma şekli değil mi? Kilise hiçbir zaman güçlü olmamıştır. Bir kilise
teknokrasisi mevcutken, kilise ve teknokrasiyi karşıtlaştırmak için bir neden
yoktur. Hıristiyanlık ve pozitivizm tarihsel olarak her zaman iyi ortaklar
olmuşlardır. Pozitif bililerin gelişmesinin arkasında Hıristiyan bir motor
vardı. Tabii ki psikiyatrın rahibin yerini aldığı söylenemez. Polis için de bu
söylenemez. Her zaman baskı için kullanılacak birileri vardır. Bugün
Hıristiyanlıkta köhnemiş olan onun iktidar organizasyonu değil, ideolojisidir.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Actuel:</b> Kitabınızdaki başka bir konu hakkında konuşalım:
psikiyatri eleştirisi. Fransa’nın halen lokal düzeyde psikiyatrinin gözetimi
altında olduğu söylenebilir mi? Bu etki hangi noktalara kadar genişleyebilir?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>F.G:</b> Psikiyatrik hastaneler özsel olarak devlete dayanırlar.
Yani bürokratik kurumlardır. Psikiyatrlar da memur ya da bürokrattırlar. Uzun
bir süre Devlet bir zor siyasetini tatbik etmekle yetinmişti. Hemen hemen bir
yüzyıl boyunca başka bir şey yapmamıştı. Devletin endişe belirtileri ancak
Kurtuluş sonrasında ortaya çıkmıştır. Bundan sonradır ki, psikiyatrik devrim
gerçekleşmiş, hastaneler açılmış, ücretsiz tedavi, kurumsal psikoterapi
başlamıştır. Bütün bunlar büyük ütopyacı “lokalleşmiş” tıbbi bakım siyasetinin
oluşturulması için güdüleyici bir rol oynamıştır. Bu siyasete göre, kapatılan
hasta sayısı azaltılacak, psikiyatr timleri, dağ bayır dolaşan misyonerler gibi
halkın arasına gönderilecekti. Ancak bu reform insanlara yeterince inandırıcı
gelmediğinden, onu uygulayacak irade de mevcut olmadığından rafa kaldırıldı.
Bugün –en azından- resmi ziyaretler için açık tutulan birkaç model servisle,
nispeten azgelişmiş bölgelerde, kıyıda köşede kalmış bir hastane halen mevcut
olabilir. Şimdilerde, boyutları itibariyle üniversite kriziyle kıyaslanabilir
olan, büyük bir krize, ( donanım, personel eğitimi, terapi vs gibi) her düzeyde
bir felakete doğru gitmekteyiz.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Çocukların kurumsal gözetlenmesi alanında büyük başarılar
var. Bu kurumlarda inisiyatif Devlet yapısından ve finansmanından kurtulmuş,
çocuk koruma ajansları, ebeveyn dernekleri gibi değişik derneklere geçmiştir.
Bu tür kuruluşlar çoğaltılmış ve sosyal güvenlik şemsiyesi altına alınmıştır.
Çocuk henüz erken yaşta bir psikiyatrlar ağı içine alınıyor ve ömür boyu
izlenebiliyor. Bu tür çözümler yetişkin psikiyatrisi alanında da uygulanabilir.
Mevcut açmaz karşısında, Devlet bu kurumları ulusal olmaktan çıkartacak,
yerlerine 1901 yasasıyla yönetilen ve siyasal iktidar ve muhafazakâr aile
grupları tarafından manipüle edilmesi çok muhtemel olan kurumları ikame etmeye
çalışacaktır. Eğer hali hazırdaki kriz, sahip olduğu devrimci potansiyeli açığa
çıkartmazsa, Fransa’nın psikiyatrik olarak gözetlenmesine doğru gideceğiz
demektir. En tutucu ideolojiyi her yana yayılıyor. En Ödipal kavramlar en yavan
halleriyle ortalıkta dolaşıyor. Çocukların koğuşunda, çocuklar müdüre “amca”,
hemşireye de “anne” diyorlar. Hatta oyun gruplarının “maternel” bir ilkeyi,
atölyelerin ise “paternel” bir ilkeyi izlediklerini bile duydum. Hastane açtığı
için gözetleme psikiyatrisi ilerici görünür. Eğer bunlar çevrenin
gözetlenmesini ima ediyorlarsa, dünün kapalı akıl hastanelerini yitirmiş
olduğumuza üzüleceğiz. Aynı psikanaliz gibi. Kapalı duvarların dışında çalışır,
ama baskıcı bir aygıt haline geldiğinde çok kötü ve çok tehlikelidir.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>G.D:</b> Şu vakayı dinleyiniz. Bir kadın konsültasyon için içeri
girip, müsekkin kullandığını ifade ediyor. Bir bardak su rica ediyor. Sonra da
şöyle diyor:“ Biliyor musunuz, ben kültürlü bir kadınım. Üniversite bitirdim.
Okumayı severim ama aniden ağlamanın önüne geçemiyorum. Şimdi bütün zamanım
ağlamakla geçiyor. Metroya tahammül edemiyorum… Ve sonra bir şey okurken hemen
ağlamaya başlıyorum… TV seyrediyorum. Vietnam’dan görüntüleri görüyorum.
Dayanamıyorum… “ Doktor çok şey söylemiyor. Kadın devam ediyor : Bir müddet
Direniş Hareketi’nde çalıştım. Bir posta kutusu işlevi gördüm.” Doktor
açıklamasını ister. “ Elbette. Özür dilerim, anlamıyorsunuz, öyle değil mi? Bir
kafeye girer ve sorardım : Rene için bir şey var mı? Sonra onlar da bana
göndermem için bir mektup verirlerdi.” Doktor ‘Rene’ yi duyduğunda uyanır ve
sorar : “Niçin Rene dediniz?” İlk kez bir soru sormuştu. Bu noktaya kadar kadın
metrodan, Vietnam’dan, Hiroşima’dan söz etmekteydi. Bunların onu nasıl etkilediğini,
etkisini bütün vücudunda hissettiğini, ve kendisinde nasıl ağlama ihtiyacı
doğurduğunu dile getirmekteydi. Ama doktor sadece şunu dedi: “ Bir dakika, bir
dakika, ‘Rene’ dediniz. ‘Rene’ sizin için ne ifade ediyor? “ ‘Rene’ ismi
aslında birinin yeniden doğuşunu (re-né) ima eder. Rönesans (Renaissance),
Resistance (Direniş). Ancak bu sonuncusu doktor için bir anlam ifade etmiyor.
Sadece bir evrensel şemaya, bir arketipe uygun düştüğü için Rönesans üzerinde
duruyor. “Siz yeniden doğmak istiyorsunuz” diyor. Doktor dayanaklarını
bulmuştur artık. Sonunda izlere ulaşmıştır. Ve kadını anne ve babası üzerine
konuşmaya yönlendirir.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Kitabımızın özsel konusu budur ve çok somuttur. Psikiyatrlar
ve psikanalizciler hezeyan hiç dikkat etmemişlerdir. Sadece hezeyan halindeki
birini dinlemeyi yeterli görürler. Onu endişelendiren Ruslardır, Çinlilerdir.
Ağzım kurudu. Metroda eşcinsel bir ilişkiye maruz kaldım. Her yerde mikroplar
ve spermatozalar var. Franco’nun hatası. Yahudilerin hatası. Maoistlerin
yüzünden. Hezeyanları bütün bir toplumsal alanı kapsar.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Niçin bu onun cinselliğiyle ilgili olmasın, bir Çinliyle,
Beyaz veya Siyahi biriyle ilişkisine delalet etmesin ki? Veyahut, uygarlıklara,
Haçlılara, metroya?.. Psikiyatrlar ve psikanalizciler bunları hiç duymazlar. Konumları
savunulamaz olduğu ölçüde, savunmadadırlar. Prefabrike ifadelerle bilinçaltının
içeriğini ezmeye çalışırlar. “Hep Çinliden söz ediyorsun. Ya baban- baban Çinli
değildi, öyle değil mi? Öyleyse, sevgilin Çinli değil mi? “ Angela Davis
davasında yargıcın yaptığı türden baskıcı bir iş. O davada yargıç “ bu kızın
davranışları sadece aşık olmuş olmasıyla açıklanabilir” diyerek kestirip
atmıştı. Ama tersine, Angela Davis’in libidosu devrimci ve toplumsal bir libido
değilse, neydi? Devrimci olduğu için aşık değil miydi?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
Psikiyatrlara ve psikanalizcilere şunu söylüyoruz: hezeyanın
ne olduğu konusunda bir fikriniz yok. Onu tamamen yanlış bir şekilde ele
alıyorsunuz. Kitabımızın anlamı şudur : çok sayıda insanın bütün bir kuşağın
her derde deva şemalarıyla (Ödip, imgesel, simgesel iğdiş edilme vb) beslendiği
o psikanalitik makinenin artık çalışmadığını düşündüğü bir aşamaya geldik. Söz
konusu şemalar her ruhsal bozukluğun toplumsal, siyasal ve kültürel içeriğini
sistematik olarak yok etmektedirler.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>Actuel:</b> Kapitalizm ve şizofreniyi ilişkilendirmek
kitabınızın temelini teşkil ediyor. Diğer toplumlarda da şizofreni vakaları var
mı?<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<b>F.G:</b> Özgün olarak bir kaçış, bir dışarı sızma olarak
kavranılan şizofreni kapitalist sistemden ayrılamaz. Nev-i şahsına münhasır bir
hastalık. Öteki toplumlarda kaçışın ve marjinalliğin farklı görünümleri vardır.
İlkel denen toplumlardaki a -sosyal birey kapatılmaz; hapishane ve akıl
hastanesi nispeten yeni nosyonlardır. Onlar köyün kıyısına itilir, sürülür ve
(komşu köye entegre olmazlarsa) orada ölürlerdi. Bundan başka, her sistem kendi
hastalıklarını da beraberinde getirir: İlkel denen toplumların histerisi; büyük
İmparatorluklarda paranoid-depresifler… Kapitalist ekonomi kod çözerek,
yurtsuzlaştırarak işler. Kendisine özgü aşırı hastalıkları var. Örneğin, kendi
kodlarını çözen ve kendilerini son sınıra kadar yurtsuzlaştıran şizofrenler.
Tabii bu sistemin aşırı sonuçları ve devrimcileri de var.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<span style="font-family: "Times New Roman","serif"; font-size: 12.0pt; line-height: 150%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-font-size: 11.0pt; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;"></span><br />
<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: "Times New Roman","serif"; font-size: 12.0pt; line-height: 150%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-font-size: 11.0pt; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;"><span style="font-size: 12pt; line-height: 150%;">* Gilles Deleuze, Desert
Islands and other texts 1953-1974, Semiotext(e), New York: 2004<br />Kaynak: </span></span><span style="font-family: Times New Roman, serif;"><span style="line-height: 24.545454025268555px;">http://www.kamilpark.com/?p=59</span></span></div>
<span style="font-family: "Times New Roman","serif"; font-size: 12.0pt; line-height: 150%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-font-size: 11.0pt; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">
</span>Oğuz Karayemişhttp://www.blogger.com/profile/10640841576106590503noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7638550365873691913.post-38160897655737102002012-11-21T04:27:00.000-08:002013-04-02T17:15:35.765-07:00Anti-Ödipus Kitabı Üzerine Bir Görüşme - Gilles Deleuze & Felix Guattari<div style="text-align: justify;">
<i>[Kavram ve Duyum olarak <a href="http://www.pandora.com.tr/urun.aspx?id=280503" target="_blank">Anti-Ödipus</a>'un 40 yıl sonra gerçekleşen(!) Türkçe çevirisini yoğun bir emekle gerçekleştiren çevirmenlere teşekkür ediyoruz. Nihayet, entelektüel piyasanın doksazoflarının elinde, banka bianellerinde harcayıp durdukları bir devrimci tavrın kitabının, belki de en çok hitap etmesi gereken "sahadaki" devrimcilere, dünyayı değiştirmek için sokakları dolduranlara ve yeni dünyalarında eski dünyanın hiç bir kalıntısını istemeyenlere ulaşmasını coşkuyla selamlıyoruz!]</i></div>
<br />
<div style="text-align: justify;">
<b>SORU</b>: Biriniz psikanalistsiniz diğeriniz filozof. Aslında kitabınız hem psikanalizden hem de felsefeden bir tür feragat olarak görülebilir. Siz başka bir şeyi gündeme getirdiniz : şizo-analiz. Bu işe girişirken ne düşünmüştünüz ve bu girişim sizlerde hangi dönüşümleri meydana getirdi?</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; margin-right: 1em; text-align: left;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhU1WynDClHnpzJmBg0kmOmYW_e7ANrskemc10tCHgLfnNL4NYn-6SSV1YurC_JkZzS6JaYAwyKkHKqpswCdogQ6uC98VqI93-k_ndGtMN4rJJA_2NgWH2Ia0Jw4XE6IlaTelDOZG0Nslw/s1600/9789758589098.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img alt="" border="0" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhU1WynDClHnpzJmBg0kmOmYW_e7ANrskemc10tCHgLfnNL4NYn-6SSV1YurC_JkZzS6JaYAwyKkHKqpswCdogQ6uC98VqI93-k_ndGtMN4rJJA_2NgWH2Ia0Jw4XE6IlaTelDOZG0Nslw/s200/9789758589098.jpg" title="Anti-Ödipıs" width="126" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><a href="http://www.pandora.com.tr/urun.aspx?id=280503" target="_blank"><b>Anti-Ödipus</b></a></td></tr>
</tbody></table>
<b>Gilles Deleuze</b>: Küçük kızlar gibi şart kipiyle konuşmak gerekecek: biz birbirimizle karşılaşacaktık ve bu iş olacaktı falan.. Felix’le karşılaşalı iki buçuk yıl kadar oluyor. Onun benim ondan ileri olduğum yolunda bir izlenimi vardı. Sahip olmadığım şey, bir psikanalistin sorumlulukları, bir psikanalizin suçları ya da koşullamalarıydı. Psikanaliz gibi, değişik alanlara hiç girmemiştim. Psikanalizi bir sefil gibi zavallı buldum. Ürkek bir şekilde, sadece kavramlar içinde çalıştım. Felix bana arzulayan makineler adını vermiş olduğu şeyden söz etti. Bu bir kuramsal ve pratik bilinçaltı-makinesi, şizofrenik bilinçaltı kavramlaştırmasıydı. Tabii, hemen Felix’in benden ilerde olduğu kanaatine vardım. Ama bilinçaltı-makinesi derken onu hâlâ yapı, gösteren, fallus vs. bağlamında ele almaktaydı. Bu şeyleri Lacan’dan ödünç almış olduğu için (bu benim için de geçerli) bu kaçınılmazdı. Fakat kendi kendime, artık yaratıcısı Lacan’ın olmaktan bile çıkmış, onun çevresinde oluşmuş bir ortodoksiye ait nosyonlara hizmet etmek yerine, uygun kavramları bulmamızın daha iyi olacağını söyledim. Zaten Lacan da o insanların kendisine yardımlarının olmadığını söylemişti. Ona şizofrenik bir şekilde yardım ettiler. Elbette biz Lacan’a borçluyduk, ama tümüyle kötü olan ve Lacan’ın her zaman aksini göstermek için ters çevirmeyi bilmiş olduğu yapı, simgesel veya gösteren gibi nosyonlardan da vazgeçmiştik.
Böylece, Felix ve ben birlikte çalışmaya karar verdik. Önceleri bunu mektuplarla yaptık. Ve sonra, zaman zaman birimizin ötekini dinlediği seanslar yaptık. Çok eğlenceliydi. Çok sıkıcıydı. Her seferinde, ikimizden birinin daha çok konuştuğu oluyordu. Sıklıkla birimizin öteki için hiçbir anlamı olmayan bir nosyon önerdiği oluyordu. Ve sonra, çok okuyorduk. Tabii, kitapların tamamını değil, belli parçalar okuyorduk. Bazen adeta Ödip’teki yanlışlıkları, onun zararlarını teyit eden ve psikanalizin sefaletini gözler önüne seren çok aptalca şeyler okuduğumuz oluyordu. Bazen de hayran kaldığımız ve biz de kullanma istediği uyandıran metinlere rastlıyorduk. Ve tabii çok yazıyorduk. Felix yazmayı her türden şeyi sürükleyip, taşıyan bir şizo akış olarak görüyordu. Bana gelince..Her türlü sondan kaçan, ve bununla birlikte, yumurta gibi iyi bir şekilde kendi içine kapanmış bir sayfayla uğraşmaktaydım. Ve sonra, tutukluklarla, rezonanslarla, aceleciliklerle ve embriyonlarla dolu bir kitap…Gerçekten de, iki kişi yazdık. Bu bakımdan sorunlarımız olmadı. Birbirini izleyen versiyonlar meydana getirdik.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br />
<a name='more'></a><br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>Felix Guattari</b>: Kendi hesabıma, bir çok “alanda” etkinliklerim oldu. En azından, dört alan sayabilirim. Komünist Voie’dan yola çıktım. Sonra sol muhalefet içinde yer aldım. 68 Mayıs’ından önce çok ajitasyon yaptım ama pek yazı yazmadım. Bunlardan biri, “Sol Muhalefet’in yeni tezleri “ idi.Ve sonra 1953’te Jean Oury tarafından kuruluşundan itibaren Cour-Cheverny’deki La Borde kliniğine katıldım. Ve ardından da onun uzantısı olan Tosquelles deneyimine. Kurumsal psikoterapinin kuramsal ve pratik temellerini tanımlamaya giriştik (kendi adıma, “ transversalite” veya “grup fantazisi” gibi nosyonlar üzerinde çalıştım).Sonra seminerlerin başından itibaren Lacan düşünsel formasyonumu belirledi. Sonra şizo söylem diye bir etkinlikte bulundum. Her zaman şizolara tutkun olmuşumdur. Hep beni kendilerine çekmişlerdir. Onları anlamam için onlarla birlikte yaşamam gerekiyordu. Şizoların sorunları ciddi sorunlardır. En azından, nevroz sorunları değildir. İlk psikoterapimi bir şizofrenle, bir ses alma cihazı yardımıyla yapmıştım.
Bu dört alan, bu dört söylem sadece alan ve söylemlerden ibaret değildir, aynı zamanda, zorla biraz parçalanmış hayat tarzlarına da tekabül eder. Mayıs 68, başkaları için olduğu kadar, Gilles ve benim için de sarsıcı olmuştur. Tanışmıyorduk fakat bu kitap aslında Mayıs’ın bir sonucuydu. Ben bu yaşadığım dört tarzı birleştirme ihtiyacı duymadım. Bu dört tarzı yeniden yapıştırmanın gerekliliğine inandım. Örneğin, nevrozu şizofreniden hareketle yorumlama gerekliliği gibi, işaretlerim vardı. Fakat bu yeniden yapıştırma için gerekli mantığa sahip değildim. Recherches’de “Bir göstergeden diğerine” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu yazıda Lacan damgası büyüktür. Bununla birlikte orada artık bir gösteren yoktu. Yine de bir tür diyalektik içinde çekingendim. Gilles’le birlikte çalışmaktan beklediğim, şu tür şeylerdi: organları olmayan vücut, çoğulluklar, organları olmayan vücut üzerinde, yeniden yapıştırmalarla birlikte, bir çoğulluklar mantığının olanaklılığı. Kitabımızdaki mantık operasyonları aynı zamanda fizik operasyonlardı. Ortakça araştırmış olduğumuz şey, boyutlardan birini diğerine indirgemeyen, aynı zamanda, hem siyasal ve hem de psikiyatrik olan bir söylemdi.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>SORU</b>: Siz hep arzulayan makinelerin yaptığı şizo-analitik bir bilinçaltına ve psikanalitik bilinçaltına karşı çıktınız. Siz her şeyi şizofreniye göre değerlendiriyorsunuz. Freud’un makineler veya en azından aygıtlar alanını ihmal etmiş olduğunu söyleyebilir misiniz? Psikoz alanını anlamamış mıydı?</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: right; margin-left: 1em; text-align: right;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjJvTGFlEZSQsngsOIBIyZviBLNL_1FcE6f1tksOq0NfI2iyFxhWo-K0xka0y0n1b-jHEQ2y5z1WBBEkfIFupl7gyO9Ahfdi5sf_e6mCJxi2sVfK4_O-ckcYG3uDikutKN2kl5yUjoQFf8/s1600/felixguattari.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="130" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjJvTGFlEZSQsngsOIBIyZviBLNL_1FcE6f1tksOq0NfI2iyFxhWo-K0xka0y0n1b-jHEQ2y5z1WBBEkfIFupl7gyO9Ahfdi5sf_e6mCJxi2sVfK4_O-ckcYG3uDikutKN2kl5yUjoQFf8/s200/felixguattari.jpg" width="200" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><b><a href="http://tr.wikipedia.org/wiki/F%C3%A9lix_Guattari" target="_blank">Felix Guattari</a></b></td></tr>
</tbody></table>
<b>F.G</b>: Karışık bir durum. Bazı bakımlardan Freud gerçek maddi kliniğini, klinik temelini iyi bilmekte olmasına rağmen, Bleuler ve Jung’ gibi, psikozdan yanaydı. Ve bu durum hiç değişmedi. Psikanalize yeni gelen herkes, Melaine Klein’dan Lacan’a, psikozdan hareket etmiştir. Diğer yandan, Tausk vakası var. Belki de Freud analitik kavramları psikozla karşılaştırmaktan korkuyordu. Schreber yorumunda bütün mümkün olan her türlü belirsizlik bulunmaktadır. Ve şizoları hiç sevmediği yolunda bir izlenimi yaratıyor. Onlarla ilgili olarak korkunç şeyler, hiç hoş olmayan şeyler söyler. Şimdi, Freud’un arzu makinelerini ihmal ettiğini söyleyemeyiz.. Aynı şey, psikanalizin keşfi, arzu, arzu makineleri için de söylenebilir. Psikanalizde makinelerin homurdanması, gıcırdaması ve üretim durmaz. Ve psikanalistler şizofrenik bir temel üzerinde, makineleri ele almayı, yeniden ele almayı bırakmazlar. Fakat belki de, açıkça bilincinde olmadıkları şeyleri kurmakta veya harekete geçirmektedirler. Belki pratikleri teoride açıkça görünmeyen tasarlanmış operasyonları ima ediyordur. Psikanalistin zihin ilaçları konusunda çok sorun yaratmış olduğuna kuşku yok. Bir cehennem makinesi rolü oynamıştır. Başından itibaren el altından gizli uzlaşmalarının olması önemli değildir. O sorunlara neden olmuş, yeni eklemlemeler yapmıştır, arzuyu ortaya çıkarmıştır. Siz kendiniz, Freud’un analiz ettiği gibi, psişik aygıtlara başvuruyorsunuz.Orada bütün bir makinesel görünüm, arzu üretimi, üretim birimleri vardır. Ve sonra başka bir görünüm, bu aygıtların kişiselleştirilmesi (Üstben, Ben, O), bilinçaltının gerçek üretici güçlerini temsil eden basit değerlerin yerini tutan bir tiyatro mizanseni vardır. Öyleyse, arzu makineleri giderek daha fazla tiyatro makineleri haline gelmiştir: deus ex machina olarak üstben, ölüm itkisi (pulsion). Bu makineler giderek daha fazla duvarın arkasında, kuliste çalışma eğilimindedirler. Daha doğrusu, yanılsama, gösteri içinde işlemektedirler. Tüm arzulayan üretim yok edilir. Aynı zamanda şunu söylüyoruz: Freud libido olarak arzuyu, üretici arzuyu keşfetmişti. Libidoyu hep ailesel temsil (Ödip) içinde yabancılaştırmaktan vazgeçmemiştir. Psikanalizin, Marks’ta gördüğümüz ekonomi politiğe benzer bir öyküsü vardır: Adam Smith ve Ricardo üreten emek olarak zenginliğin özünü keşfettiler. Ve onu sürekli mülkiyetin temsili içinde yabancılaştırdılar. Psikanalizin psikozu yanlış tanımasına, artık kendisine nevrozda yer bulamamasına ve nevroza bilinçaltı güçlerini darmadağın eden bir yorum getirmesine neden arzunun ailesel bir sahne üzerine indirilmiş olmasıdır.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>SORU</b>: Psikanalizde Ödip dolayısıyla bir “idealist döngü” den söz ederken ve psikiyatride yeni bir materyalizmi idealizmle karşıtlaştırmaya çalışırken ne yapmak istiyorsunuz? Psikanalitik alanda materyalizm ve idealizm arasında eklemlenme nasıl sağlanır?</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>G.D</b>: Saldırdığımız mevzu, ideoloji, bir psikanaliz ideolojisi değildir. Pratiği ve teorisi içinde psikanalizin kendisidir. Bu bakımdan, onun korkunç bir şey olduğunu, ve daha baştan kötü kurulmuş olduğunu söylemekte bir çelişki yok. İdealist döngü ta baştan orada bulunmaktaydı. Bu çelişkili değildir : O hemen solmaya, çürümeye yüz tutmuş çok güzel bir çiçekti. Psikanalizin idealizmi dediğimiz şey, kuram ve pratikteki bütün bir indirgemeler, budamalar sistemine tekabül etmektedir. Arzulayan üretimin bilinçaltı denilen bir temsiller sistemine, nedensellik biçimlerine, uygunlukların(correspondents) ifade edilmesine veya kavranmasına indirgenmesi. Bilinçaltı fabrikalarının bir tiyatro sahnesine, Ödip’e, Hamlet’e indirgenmesi. Libido’nun toplumsal kuşatıcılarının ailesel kuşatıcılara indirgenmesi. Arzunun ailesel eşgüdümlere (hâlâ Ödip) indirgenmesi. Ödip’i psikanalizin keşfetmiş olduğunu söylemek istemiyoruz. İnsanların Ödip’leriyle oluşturdukları bir soruya yanıttı. Karedeki Ödip’i, aktarım Ödip’ini, Ödip’in Ödip’ini kuran, küçük çamurlu bir zemin gibi divan üzerinde, psikanaliz değildir. Fakat ailesel veya analitik, Ödip, esas olarak, arzulayan makineler üzerinde bir baskı aygıtıdır. Hiç de kendi başına bir bilinçaltı formasyonu değildir. Ödip’in, ya da onun eşdeğerinin, toplumsal formlarla birlikte değiştiğini söylemek istemiyoruz. Biz yapısalcılar gibi onun bir değişmez olduğuna inanıyoruz. Ama bu bilinçaltı güçlerinin yön değiştirmeleri, dolambaçları içinde bir değişmezliktir. Ödip’e, onu içermeyen toplumlar adına değil, onu en üst düzeyde içeren bizim kapitalist toplumumuz adına saldırmaktayız. Ona cinsellik alanındaki sözde üstün fikirleri adına değil, fakat “küçük gizli ailesel kir” e indirgenen bizatihi cinsellik adına karşı çıkıyoruz. Ve Ödip’in hayali varyasyonları ve bir yapısal değişmez arasında bir yarım yapmıyoruz. Çünkü söz konusu olan, aynı iki uçlu çıkmaz sokak, arzulayan makinelerin o bilinen bastırılışıdır. Psikanalizin Ödip’in çözümü veya çözülmesi dediği şey, komik bir şeydir. Sonsuz borcun şaşmaz işleyişi, sonu gelmez bir analiz, Ödip salgını ve onun babadan çocuklara taşınmasıdır. Ödip adına, ve her şeyden önce çocuk hakkında delilikten söz edilebilmesi çılgınlıktır.
Üretimi arzunun içine getiren, ve arzuyu üretim içinde ters yüz eden materyalist bir psikiyatridir. Hezeyan ne babanın üzerine yüklenebilir, ne de babanın adına kaydedilebilir. Hezeyan Tarih’in hanesine yazılabilir. O büyük toplumsal makineler içindeki arzulayan makinelerin içkinliği gibidir. Toplumsal tarihsel alanın arzulayan makineler tarafından kuşatılmasıdır. Psikanalizin nevrozdan anladığı, Ödip gibi, iğdiş edilme gibi, bilinçaltına enjekte edilmiş tüm baskıcı aygıtlarla buluşan “paranoya” hattıdır. Fakat hezeyanın şizofrenik temeli, ailesel bir planda yeri olmayan, ve ondan kaçan şizofreni hattıdır. Foucault psikanalizin akılsızlığın sesine sağır kalmış olduğunu söylemişti. Gerçekten de, psikanaliz her şeyi nevrozlaştırmıştır. Bu nevrozlaştırmayla sadece sürekli bir tedaviye bağımlı nevrozluyu üretmeye katkıda bulunmakla kalmaz, aynı zamanda, ödipleştirmeye direnen psikozlunun yeniden üretimine de katkıda bulunur. Fakat şizofreniye doğrudan bir yaklaşımdan bütünüyle yoksundur. İdealizm, ailesel ve teatral idealizm dolayısıyla cinselliğin bilinçaltı doğasını da kavramaktan uzaktır.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>SORU</b>: Kitabınızın hem bir psikiyatrik ve psikanalitik, hem de siyasal ve ekonomik bir boyutu var. Bu iki boyutun birliğini kendi hesabınıza nasıl kavrıyorsunuz ? Reich’in girişimini bir biçimde yeniden mi ele alıyorsunuz? Toplumsal alandan çok, arzu seviyesindeki faşist kuşatmalardan söz etmektesiniz. Orada, aynı zamanda, hem psikanalitik hem de siyasal olanla ilgili bir şey vardır. Fakat faşist kuşatmalarda karşı çıkmaya çalıştığınız şey zor görünüyor. Faşizmi engel yapan nedir? Demek ki, soru sadece bu kitabın birliğiyle değil, pratik sonuçlarla da ilgilidir. Eğer “faşist kuşatmalara” hiçbir güç tarafından engel olunamıyorsa, durdurulamıyorsa, varlığının sürekliliği söz konusuysa, çok önemli pratik sonuçlar var. Bu durumda, siyasal düşüncenizle ilgili ne söyleyeceksiniz. Gerçeğe nasıl müdahale ediyorsunuz?</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>F.G</b>: Evet, birçokları gibi, biz de genelleşmiş bir faşizmin gelişmesinden söz etmekteyiz. Faşizmin gelişmemesi için hiçbir neden yok. Ya arzu ve arzu olgularını üstlenme yeteneğine sahip bir devrimci makine ortaya çıkacak, ya da arzu baskı güçleri tarafından manipüle edilmiş olarak kalacak ve devrimci makineleri içerden tehdit etmeyi sürdürecektir. Toplumsal alanda iki tür kuşatmayı birbirinden ayırıyoruz : çıkarların ön bilinçsel kuşatılması ve arzunun bilinçaltı kuşatılması. Çıkarsal kuşatılmalar gerçekten devrimci olabilir. Bununla birlikte, arzunun devrimci olmayan, veya faşist, kuşatılmaları varlığını sürdürmeye devam edebilir. Bir anlamda, şizo-analiz olarak ileri sürdüğümüz şey, gruplar, militan gruplar için ideal bir uygulama noktasıdır. Çünkü orada en dolaysız aile-dışı bir madde bulunmaktadır. Ve yine orada, bazen kuşatmalarla çelişen egzersizler de görülmektedir. Şizo-analiz militan, libidinal-ekonomik, libidinal-politik bir analizdir. İki toplumsal kuşatılma tipini karşıtlaştırırken, lüks romantik olgu olarak arzuyu, salt ekonomik ve siyasal olan çıkarlarla karşıtlaştırmıyoruz. Tersine, çıkarların her zaman arzunun onların yerini önceden belirlediği bir yerde hazır ve nazır olduklarına inanıyoruz. Bundan başka, arzunun kendisi bilinçaltı formasyonlarına angaje devrimci bir konum almadığı sürece, ezilen sınıfların çıkarlarına uygun devrim olamaz. Çünkü devrim, her hali kârda, altyapının bir parçasıdır ( Biz çok sakat sorunlara neden olan ideoloji gibi kavramlara hiç inanmıyoruz; ideolojiler yoktur). Devrimci aygıtları sürekli olarak tehdit eden şey, püriten bir çıkar kavramlaştırmasıdır. Bu tür çıkarlar hiçbir zaman ezilen sınıfların bir fraksiyonunun yararına gerçekleşmezler. O kadar ki, bu fraksiyonu tamamen bir kast veya baskıcı bir hiyerarşi haline getirirler. Sözde devrimci bir hiyerarşinin çoğalması demek, arzunun ifade edilme olanağının azalması demektir. İktidarın bu faşizminde etkin ve pozitif kaçış hatlarına karşıyız. Çünkü bu hatlar arzuya, arzu makinelerine, arzunun toplumsal alandaki organizasyonuna götürürler: kendi başına veya “kişisel olarak” kaçmak değil, ama borunun ya da bir çıbanın patlaması gibi kaçırtmak. Akışları, onları kanalize etmek, tıkamak isteyen toplumsal kodlar altında geçirtir. Ne denli lokal ve küçük olursa olsun, ne denli kapitalist sistemin bütünlüğüne gittikçe yakınlaşma eğiliminde olmazsa olmasın, ve ne kadar arzunun kaçışını olanaklı kılmazsa kılmasın baskıya karşı bir arzu konumu yoktur. İşaret ettiğimiz şey, insan-makine karşıtlığına dair bütün konularıdır. İnsanın makine tarafından yabancılaştırılması mevzusudur. Solun sözde örgütlerine dayanan Mayıs hareketinden itibaren, iktidar, gerçek işçilerin gerçek çıkarlarının nerede olduğunu bildiklerini ama buna mukabil sadece bozguncu genç insanların tüketim toplumuna karşı mücadele etmekte olduklarına herkesi inandırmaya çalışmıştı. Bir kere, orada olan mücadele kesinlikle tüketim toplumuna (bu salak nosyona) karşı değildi. Tersine, biz tüketimin söz konusu olmadığını, bunun aldatıcı yapay bir şey (artifice) olduğunu söylüyoruz. Arzu hatları arzu ve makinenin tamamen birleşmediği bir noktaya varmazlarsa, örneğin kapitalist toplumun natürel olduğu söylenen verili şeylerinin aleyhine dönmezlerse, çıkarlar devrimci bir nitelik alamazlar. Oysa ki, bu noktaya ulaşmak, en ufak arzuya ait olduğundan, hem çok kolaydır; hem de, bilinçaltının tüm kuşatılışlarına angaje olduğu için çok zordur.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; margin-right: 1em; text-align: left;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgRTgOMuw1oKckxbPJNlUFucNpIIWNfz54gr2N8a_oV0y-aPqJOc9XQ7qvMYYreQ4arvwwgILOhzKCeSec-32f38EL1YHwS4yberu2NZbx1q9Wn0oR-IbhlXY9h9eJsCNbDKU3LkElcUlg/s1600/gilles-deleuze.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgRTgOMuw1oKckxbPJNlUFucNpIIWNfz54gr2N8a_oV0y-aPqJOc9XQ7qvMYYreQ4arvwwgILOhzKCeSec-32f38EL1YHwS4yberu2NZbx1q9Wn0oR-IbhlXY9h9eJsCNbDKU3LkElcUlg/s200/gilles-deleuze.jpg" width="151" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><b><a href="http://tr.wikipedia.org/wiki/Gilles_Deleuze" target="_blank">Gilles Deleuze</a></b></td></tr>
</tbody></table>
<b>G.D</b>: Bu anlamda, bu kitabın birliği iddia edilemez. İki görünümü vardır : birincisi, bir Ödip ve psikanaliz eleştirisidir ; ikincisi, kapitalizm ve onun şizofreniyle ilişkilerinin irdelenmesidir. Birinci görünüm dar manada ikincisine dayanır. Psikanalizin teorisine olduğu kadar pratiğine de saldırmaktayız. Ödip kültüne, yapısalcılığın veya simgeciliğin dolambaçlı veya genelleşmiş biçimleri altında, onun libidoya ve ailesel kuşatmalara indirgenmesine karşı çıkmaktayız. Biz libidonun çıkar ön bilincinin kuşatılmalarından ayrı olan bilinçaltı kuşatmalarını meydana getirdiğini, ama bunun da, çıkar kuşatmalarından daha az olmamak kaydıyla, toplumsal alanda cereyan ettiğini söylemekteyiz. Ve bir kez daha hezeyan… Kendi kendimize bir şizofern görüp görmediğimizi sorduk. Psikanalistlere hiç hezeyan dinleyip dinlemediklerini sorduk. Hezeyan tarihsel-dünyevidir. Hiç de ailesel değildir. Hezeyan Çinliler, Almanlar, Jeanne d’Arc ve Cengiz Kağan, arîler, yahudiler, para, iktidar ve üretimle alakalıdır. Ana babayla değil. Veya daha doğrusu, ünlü ailesel roman, dar manada, hezeyanda görülen bilinçaltının toplumsal kuşatılmalarına dayanır. Bunun tersi doğru değildir. Onun hangi anlamda çocuğun gerçeği olduğunu göstermeye çalışmaktayız. Psikanalize karşı bir şizo-analiz öneriyoruz. Psikanalizin takılıp kaldığı bu iki noktaya dayanmıyoruz. Çünkü psikanaliz ödipsel figürlere veya yapılara bağlı kaldığından, arzulayan makineleri kavrayamamıştır. Ailesel kuşatılmalara takılıp kaldığından, libidonun toplumsal kuşatılmalarını anlayamamıştır. Bu başkan Schreber’in in vitro örnek psikanalizinde iyi görülür. Bizi ilgilendiren şey, psikanalizi ilgilendirmemektedir. Arzulayan makineler senin için ne ifade etmektedir? Toplumsal alanın hezeyanla ilişkisi konusunda tavrın nedir? Bizce psikanalizin yetersizliği kendisinin kapitalist topluma derinden bağlı olduğunu görememesinden ve onun şizofrenik temelini anlayamamasından kaynaklanmaktadır. Psikanaliz de kapitalizm gibidir. Şizofreniyi sınırlar, ama bununla birlikte devamlı olarak da sınırı öteye iter ve sınırlamayı püskürtmeye çalışır.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>SORU</b>: Kitabınız referanslarla, anlamları veya karşı anlamları içinde hayli neşeli bir şekilde kullanılmış metinlerle doludur. Ama her hali kârda, açık bir “kültür” zeminine sahip bir kitap. Yani, etnolojiye çok, dilbilime de biraz önem veriyorsunuz. Belli İngiliz ve Amerikalı romancılara çok önem verirken, çağdaş yazın kuramlarına pek itibar etmiyorsunuz. Niçin özellikle gösteren nosyonuna saldırıyorsunuz ve sistemi reddetmenizin nedenleri nedir?</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>F.G</b>: Gösteren nosyonuyla yapabileceğimiz bir şey yoktu. Bu bakımdan biz ne tektik ne de ilk. Örnekse, Foucault’ya veya Lyotard’ın son kitabına bakınız. Eğer bizim gösteren eleştirimiz pek anlaşılır değilse, bunun nedeni onun her şeyi kullanılmayacak kadar eskimiş bir yazı makinesine indirgemiş yaygın, kendi başına bir varlık olmasıdır. Gösteren ve gösterilen arasındaki özel ve zorlama (contraignante) karşıtlığa Gösteren emperyalizmi musallat olur. Öyle ki, bu yazı makinesiyle ortaya çıkar. Artık her şey kelimesi kelimesine doğrudur. Bu despotik aşırı kodlama (surcodage) yasasıdır.Bizim hipotezimiz şudur : bu, kenara çekilerek, en küçük öğelere ve bu öğeler arasındaki kurallı ilişkilere ayrışabilir bir plage bırakan büyük Despotun (yazı çağı) işaretidir. Bu hipotez, en azından, gösterenin tiranik, terörist, iğdiş edici karakterini açıklar. Bu, geriye, büyük imparatorluklara gönderen devasa bir arkaizmdir. Bunun dil, gösteren için çalıştığından emin değiliz. Bu nedenden dolayıdır ki, Hjemselv’den yana dönmüş idik. Uzun bir süre önce, içerik ve ifade akışlarının göstereni devre dışı bıraktığı bir tür spinozacı dil kuramı oluşturmuştu. İçeriğin ve ifadenin sürekli aktığı sistem olarak dil, ağır akan ve süreksiz figürlerin makinesel kurulumu tarafından yeniden karılır. Bizim bu kitapta geliştirmemiş olduğumuz şey, anlatım öznesi ve anlatılmışın öznesi arasındaki kopukluğu aşmak isteyen bir kolektif ajanlar kavramıdır. Biz saf anlamda işlevselciyiz. İlgilendiğimiz şey, bir şeyin nasıl çalıştığı, nasıl işlevde bulunduğu, bunu hangi makineyle yaptığıdır. Oysa ki, gösteren, “ bununla ne demek istiyorsunuz?” sorusu orta yerde durduğu sürece, hâlâ bir sorun alanıdır. Ama bize göre, bilinçaltı bir şey demek istemez. Dil de öyle. İşlevselliğin başarısızlığını açıklayan, kendisine ait olmayan alanlarda, büyük yapılanmış bütünlüklerde, bundan dolayı da, kendi kendilerini oluşturamayan, oluşturulmuş olan bu bütünlüklerde işlevde bulunuyor olmasıdır. Buna rağmen, işlevselcilik mikro-çoğulluklar, mikro-makineler, arzulayan makineler, moleküler formasyonlar dünyasının kralıdır. Bu düzeyde, şu ya da bu kalifiye makineler, örneğin, dilbilimsel bir makine yoktur. Tüm makinede, başka öğelerle birlikte, dilbilimsel öğeler vardır. Bilinçaltı mikro bir bilinçaltıdır. Molekülerdir. Şizo-analiz bir mikro-analizdir. Tek sorun, bunun yoğunluklarla, akışlarla, süreçlerle, kısmi nesnelerle, hiçbir şey söylemek istemeyen her şeyle nasıl çalıştığıdır.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>G.D</b>: Kitabımızdaki şeylere hâlâ inanmaktayız. Önemli olan, işlevde bulunup bulunmadığını, nasıl ve kim için işlediğini bilmektir. Tıpkı bir makine gibi. Onu yeniden okumak değil, başka bir şey yapmak gerekir. Bu zevkle hazırladığımız bir kitaptı. Bu kitap psikanalizin iyi bir durumda olduğuna inananlara, onun doğru bir bilinçaltı görüşüne sahip olduğunu düşünenlere hitap etmiyor. Kitabımızda psikanalizi tekdüze bulanlara, onda mırıltı, Ödip, iğdiş edilme, ölüm pulsionu vs. bulanlara hitap ettik. Protesto eden bilinçaltlarına hitap ettik. Bağlaşıklar arıyoruz. Bağlaşıklara ihtiyacımız var. Bu bağlaşıkların bizi beklemediklerini, hali hazırda hemen şurada olduklarını düşünüyoruz. Benzer yönlerde düşünen, çalışan, hisseden çok insanın bulunduğuna inanıyoruz. Sorun, tarz sorunu değil, ama çok farklı alanlarda birbirine yakın araştırmaların yapıldığı, daha derin, “zamanın ruhu” na dair bir meseledir. Örneğin, etnolojide, psikiyatride böyle araştırmaları görmekteyiz. Bundan başka, Foucault’un çalışmalarını hatırlayalım. Biz onunla aynı yöntemi paylaşmıyoruz. Ama daha baştan izlenen yollar bakımından, bizim için özsel olan her tür noktada birleştiğimizi düşünmekteyiz. Gerçekten de, kitabı hazırlarken çok okumuştuk. Biraz da rastgele. Bizim sorunumuz elbette Freud’a, Marks’a bir geri dönüş değildir. Bu bir okuma kuramı da değildir. Bir kitapta aradığımız şey, kodlardan kaçan bir şeyi, yani, akışları, etkin devrimci kaçış hatlarını, kültüre karşı koyan mutlak kod çözücü (decodage) hatları ne şekilde ortaya koyabileceğimizdi. Yine o kitaplarda, ödipci yapılar, ödipsel kodlar ve sinsi olduğu kadar soyut, figürsüz bağlantı noktaları aranmıştı. İngiliz veya Amerikalı büyük yazarlarda bulduğumuz şey, bu ihtiyacı giderecek özelliğe sahip olmalarıydı. Bununla birlikte, Fransızlar da bu kapasiteye daha az sahip değildiler. Onlarda da, bu yoğunluklar, akışlar, kitap-makineler, şizo-kitaplar hiç de nadir değil. Artaud’muz var. Bir yarısıyla Beckett var. Belki kitabımız çok edebi olduğu için eleştirilecektir. Fakat bu eleştirinin yazın profesörleri tarafından yöneltileceğinden eminiz. Eğer Lawrence, Miller, Kerouac, Burroughs, Artaud veya Beckett’in şizofreni üzerine bilgileri psikiyatristlerden ve psikanalizcilerden daha fazlaysa, bu bizim hatamız mı?</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<b>SORU</b>: Daha sert bir eleştiriyi göze almıyor musunuz? Önerdiğiniz şizo-analiz, gerçekte bir analizsizliktir. Belki size şizofreniyi romantik ve sorumsuzca değerlendirdiğiniz söylenecek. Ve yine sizin bir devrimciyle bir şizoyu birbirine karıştırma eğiliminde olduğunuz söylenecektir. Bu tür olası eleştirilere karşı tavrınız ne olur?</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<br />
<div style="text-align: justify;">
<b>G.D – F.G</b>: Evet, bir şizofreni okulu, bu fena olmaz. Akışları özgürleştirmek, her zaman yapaylığın daha uzağına gitmek : şizo, kodu çözülmüş (decode), yersizyurtsuzlaşmış biridir. Bu demek ki, biz karşı yorumlardan ve anlamlardan sorumlu değiliz. Her zaman karşı yorumları dile getiren insanlar vardır ( Laing ve anti-psikiyatriye karşı saldırılara bakınız). Yakın zamanda, L’Observateur’de çıkan bir makalede bir psikiyatri yazarı şöyle diyordu : Ben modern psikiyatri ve anti-psikiyatri akımlarına karşı çıkacak kadar cesurum. Hiç de değil.
Psikiyatri hastanelerinde ve ilaç endüstrisinde olup bitenleri değiştirme girişimine karşı siyasal tepkinin pekiştiği doğru momenti tercih etti. Karşı yorumların her zaman siyasal bir arka planı vardır. Uyuşturucu ilaç konusunda Burroughs’unki gibi, gayet basit görünen bir soru soruyoruz : uyuşturucu ilaç almadan, o ilacı kullananı bir enkaz haline getirmeden güç elde edilebilir mi? Şizofreni için de aynı şey geçerli. Şizo süreci ve şizonun üretimi olarak şizofreniyi, hastane için iyi bir klinik varlık olarak şizofreniden ayırıyoruz. Bunlar birbirlerine ters gelen şeyler. Hastanenin şizosu ayartıcı, tutunamamış, kendi kendini yıkan biridir. Devrimcinin şizo olduğunu söylemiyoruz. Kod çözümünden, yurtsuzlaşmaya bir şizo sürecin olduğunu, tek devrimci etkinliğin şizofreni üretimine dönüşmeyi engellemek olduğunu söylüyoruz. Bir yandan, kapitalizm ve psikanaliz, diğer yandan da, devrimci hareketler ve şizo analiz arasındaki dar ilişkiyle ilgili sorunu ortaya koyuyoruz. Kapitalist paranoya ve devrimci şizofreniden söz ediyoruz. Bu tabirleri kullanıyoruz çünkü, söz konusu sözcüklerin psikiyatrik anlamından değil, tersine, sadece onların, belli koşullarda, psikiyatrik uygulanmasından çıkan toplumsal ve siyasal belirlenimlerinden hareket ediyoruz. Şizo-analizin birbirlerinin aksam ve çarkları olan devrimci makineden, artistik makineden ve analitik makineden gayri bir hedefi yoktur. Bir kez daha yinelemek adına, eğer hezeyan incelenirse, onun iki kutbunun olduğu görülecektir. Bir faşist paranoyak kutup ve bir şizo-devrimci kutup. Hezeyan bitip tükenmez bir şekilde bu iki kutup arasında salınıp durur. Burada bizi ilgilendiren de, despot gösterene muhalif olarak, şizo-devrimcidir. Her halükarda, bu ters anlamları peşinen protesto etmenin cezası değildir. Biz onları öngöremeyiz. Bir kez ortaya sürüldüklerinde, ancak onlarla mücadele edebiliriz. Aynı anlamları paylaşan insanlarla birlikte çalışmayı tercih edebiliriz. Sorumlu ya da sorumsuz olmaya gelince… Bu tür nosyonlara inanmıyoruz. Bunlar polisin, mahkeme psikiyatrisinin nosyonlarıdır. </div>
<br />
* L’ARC, no 49, 1972
Görüşen: Catherine Backés-Clement
<br />
Çevirinin Kaynağı: <a href="http://www.kamilpark.com/?p=62" rel="nofollow" style="background-color: white; color: #3b5998; cursor: pointer; font-family: 'lucida grande', tahoma, verdana, arial, sans-serif; font-size: 12.800000190734863px; line-height: 13.600000381469727px; text-decoration: initial;" target="_blank">http://www.kamilpark.com/?p=62</a>Oğuz Karayemişhttp://www.blogger.com/profile/10640841576106590503noreply@blogger.com0