Ana içeriğe atla

Deleuze ve Guattari Bölüm 1: Bergsonculuk

Giriş
Hegel ve Postyapısalcılığın Temelleri

Hem karşıtlarının hem de yandaşlarının ellerinde postyapısalcılık, gücünü yanlış yollara sevk edecek tarzda ve körleştirecek tarzda bir dizi akademik tartışmanın -modernistler ve postmodernistler arasındaki, komüniteryanlar ve liberteryanlar arasındaki- içine dahil edildi. Postyapısalcılığın önemi, yeni bir karşıtlıklar dizisi ortaya konularak değil, ama sadece modernlik içinde, felsefi gelenek içinde; çağdaş toplumsal pratikler alanı içinde nüanslar ve alternatifler sunduğu kabul edilerek kavranabilir.

Gilles Deleuze, Bergsonculuk
Postyapısalcılığın kökleri ve onun birleştirici temeli, büyük oranda sadece felsefe geleneğe değil, özellikle Hegelci geleneğe karşıtlık içinde yatar: "Hepsinden öte, nefret ettiğim şey Hegelcilik ve diyalektikdi." der Deleuze.

Öyleyse postyapısalcılığın ilk sorunu, Hegelci bir temelden nasıl kurtulunacağıdır. Châtelet: "Kesinlikle, Hegel'i görmezden gelen bir çok çağdaş felsefi proje var. ...Mutlak başlangıçların yanlış anlamıyla uğraşıyorlar ve üstelik, kendilerini iyi bir dayanak noktasından da mahrum bırakıyorlar. Marx ve Nietzsche gibi Hegel'le başlamak onunla bitirmekten daha iyidir". Çünkü, Hegelcilik kendisini göz ardı etmeye kalkışan birini erkiyle kaçınılmaz biçimde içine çeken bir girdaptır. Aksi takdirde Tez-Antitez ve Sentez sonsuz döngüsünde kaybolup gidilir. Gerçekten, hiç bir felsefi ufuk, karşıtlığı güçlendirmede bu kadar güçlü değildir.

Deleuze'ün önemi ve ağırlığı onun karşıtlığın ağından kurtulmada ve post-Hegelci olmasa bile Hegel'den ayrı, alternatif bir alana doğru söz konusu projeyi genişletmesindeki başarısıdır. Ve bu girişimin temelinde farklı üsluplarla ve farklı düzlemlerde geliştirdiği iki merkezi unsuru vardır: "Diyalektik olmayan olumsuzlama" kavramı ve "kurucu pratik" teorisi.

Diyalektik olumsuzlama kavramı daima yeniden dirilme mucizesine doğru yönlendirilmiştir. Bu, "ortadan kaldırılanı koruyup sürdürme yoluyla yerini alan ve sonuçta kendi yer almasını yaşatan"[1] bir olumsuzlamadır. Diyalektik olmayan olumsuzlama ise daha basit ve mutlaktır. O, var olan her şeyin olumsuzlanmasını değil, olumsuzlanan şeye tüm ve sınırsız bir güçle saldırılması anlamında mutlaktır. Atom bombası gibi düşünülebilir. Nükleer bir kıyametten ziyade, yarattığı tahribatın mutlaklığı olarak. Bu, aslında çağdaş dünyanın içerdiği bir unsurun olumlanmasıdır da. Bomba, Washington'un planlama odalarında değil, Hiroshima sokaklarında kendi gerçekliğinde bütüncül ve salt bir olumsuzlamadır. Bu olumsuzlamadan beklenilen, kurucu pratik(Spinoza) için alanı temizlemesidir.

Bergsoncu Ontoloji: Varlığın Olumlu Hareketi veya Etkin Fark

Bergsoncu "fark" kavramı, varlığın mekanistler ve Platon tarafından önerilen dışarıdan belirlenmesine karşı olarak öne çıkarılır. Birinde mekanik belirlenimle, nedenler etkiden dışsallaşırken, yine aynı şekilde de Platon'da "ereksel neden"le bir varlık, ereği ve mutlak erek olan İyi ile açıklanır. Burada karşı çıkışın temel aldığı argüman, hiç bir etkinin nedeninden daha gerçek ve mükemmel olamayacağı yönündeki skolastik argümandır. Hem Platon, hem de mekanistler, varlıktaki gerçek farkı, doğa farkını bilmezler, Bergson'a göre. Dolayısı ile, Hegel'in çelişki mantığı da, nedenleri etkilerine mutlak ve olumsuz olarak dışsallaştırması ile bu yanlışı en son noktasına kadar götürür.

Bu karşı çıkışan korumayı hedef seçtiği şey, fark'ın ontolojik varlığıdır. Ontolojik soru burada tersine çevrilir: "Varlık farkını nasıl koruyabilir?"den, "Fark varlığını nasıl koruyabilir?"e. Varlığın zamansal varoluşu, sürekli bir farklılaşma ve yaratımdır. Oysaki, Bergson'dan önceki filozoflar yalnızca, uzam içinde yayılan varlığın(madde), derece farklarını görebilmişlerdir. Varlığın zorunluluğunu ve tözselliğini koruyabilmesi ancak ve ancak onun, kendi nedenini yine kendisinde bulması ile mümkündür. Hegel ise, derece farklarını bile saptayamaz zira, çok'un birliği(klasik diyalektik mantık), buna izin vermez.

Varlığın diyalektik belirlenimi, onun yokluktan farksız olduğu bir durumda, yokluğu olumsuzlaması ile başlar. Burada neden yokluktur. Varlığın farkı, yokluğun varlığının neden olduğu bir belirlenimdir. Ve nesne önce kendisi olmayan her şeyden ve tam da bu yüzden kendinden farklılaşır.  Oysaki etkin-içkin nedensellikte, varlık ilk önce kendinden farklılaşır. Onun belirlenmemiş oluşu, kendi nedenini içermesinden kaynaklıdır. Gerçek doğa farkı, işte bu zamansal boyutta belirir ve nesneye zorunluluğunu ve tözselliğini verir.[2] Uzamsal boyutta ancak, ilineksel derece farkları meydana gelebilir. Gerçek fark açıkça belirlenimsizdir.

Çokluk

O halde, ilk kavram olan fark bize, varlığı zamansal boyutunda(süre), gerçek değişimi içerisinde analiz etme imkanı verir. Öteki'nin varlığıyla girilen olumsuz bir dolayıma gerek olmadan, şeylerdeki doğa farkını tanıyabilir hale geliriz.

Bir ve Çok diyalektiği açıkça devlet felsefesidir. Bir'in antitezi Çok(olumsuzlama), ve Bir'in Çok'u olumsuzlaması ile(olumsuzlamanın olumsuzlanması) tekrar Bir elde edilir. Bir yerine rahatlıkla devlet ve çok yerine de toplum kavramlarını koyabiliriz.

Bergsoncu çokluk kavramı bizi bu şekilde düşünmekten kurtarır ve bir devlet felsefesinin fersah fersah ötesine ulaştırır. Deleuze'a göre, Bergsoncu asıl soru, Bir ile Çok'un ilişkilerini bilmek değil, iki farklı çokluk tipini ayırt etmektir: Düzenin uzamsal çokluğu ile organizasyonun zamansal çokluğu. Bergson'un içsel çokluğu(ki kendini varlığın kendisinden farklılaşması ile yaratır), bir organizasyon çokluğudur. Düzen ve organizasyon kavramları arasındaki oyun, politik bir oyundur. Düzen, açıkça tekliğe işaret ederken(uzamsal varlık, gerçek farklar olmayan derece farklarını içerebilir), organizasyon(örgütlenme) bir çoğullağa işaret eder.

Bizim bu ontolojik hareketi düşünmemizi sağlayacak olan kavramlar virtüel ve edimsellik kavramlarıdır. ve bu iki kavram sırasıyla olanaklılık ve gerçekleşme kavramlarına karşıttır. Olanaklılık, soyut, öngörülebilir potansiyeldir. Gerçekleşme ise, onun meydana gelmesidir. Gerçekleşen şey, olanaklı olana bir şekilde benzer ve gerçekleşme süreci bir kısıtlanma ve sınırlanma sürecidir tam da bu yüzden. Oysa ki virtüel varlık-ki zamansal varlıktır da- edimsel olmaksızın gerçek, soyut olmaksızın idealdir. Virtüelite, öngürülemez. Fark yaratımı işte, virtüel varlığın edimselleşmesidir. Ve bu süreç yaratıcı bir süreçtir(Fark yaratması anlamında). Zaman(süre) içinde varlık sürekli bir edimselleşme halindedir. Uzamsal varlık ise edimselleşmiş durumdadır.

Olanak temelde statiktir; ne olacağının zaten önceden bilindiğini gösterir. Hareket olanağın edimselleşmesi olarak kavrandığı sürece, hareket karşısındaki düşünce onda yeni bir şey bulamaz. Buna karşılık virtüel, önceden belirlenmemiş güçtür, eğilimdir. Evren bize statik yapılar sunabilir, ama yaşamın hareketi her zaman dinamiktir, her zaman statik olandan önce gelir, onu belirler, göreleştirir.

Demek ki çokluk, öngürülemez ve önceden tanımlanamaz bir edimselleşme ile yaratılır. Bu virtüel varlığın kendi içkin farkını yaratmasıdır. Uzam ise ancak derece farklarını taşıdığı için niceliksel bir düzen çokluğunu içerir. Homojenlik ve benzişim ile ilerler. Asıl çokluk ise, heterojenliğin, başkalaşımın, niteliksel doğa farkının oluşumudur. Düzen taslağı olmaksızın yaratıcı organizasyon süreci daima bir sanattır.

Toparlarsak, Bergson'un kavradığı haliyle varlık, Deleuze'ün yorumda, iki boyuta sahiptir: virtüel boyut ve edimsel boyut. Hareket(edimselleşme) virtüel bütünün, çokluklar üretmesidir. Böylece virtüel birlikten edimsel çokluklara geçilir. Artık Deleuze, Bergson'un kavramlarını yeni bir terminoloji içinde geliştirmektedir. Varlık, Süredir. Ama Süre de Farktır. Süre(fark), süreler(farklar) doğurur. Ontolojik Bellek, Farkın virtüel yanıdır; yaşamsal atılım ise bu virtüel yanın edimselleşerek çokluklar üretmesi. Varlığın, Sürenin ya da Farkın birliği yalnızca virüeldir, çokluğu ise edimsel. Ama bu, virtüel boyutta çokluk olmadığı anlamına gelmez. Virtüelin de edimsel olmayan, iç içe geçmiş çoklukları vardır. Varlığın iki temel boyutuna özgü bir edimsel diğeri virtüel olan bu çokluk, Farkı ayrı yollardan taşıdıkları için ayırt edilebilirler. Varlık, özdeşliğe bağlı olmayan mutlak Farktır. Ama Farkın kendisi de iki yönlüdür. Begson'un derece farkları ile, doğa farkları arasında yaptığı ayrım, Deleuze'de Fark olarak kavranan varlığın iki temel boyutuna karşılık gelir. Edimsel boyuta özgü çoklukta, şeyler birbirlerinden doğa bakımından farklıdır. Ama bu edimsel doğa farkları, virtüel bütünlüğe dek geri götürüldüklerinde, farklar kendinde Farkın içinde düşünüldüklerinde, geriye derece farklarından başka bir şey kalmaz. Doğa farkları, aynı virtüel bütünde iç içe geçerek bu bütünün dereceleri haline gelmeye başlar. Bu, yaşantıların virtüel bellekte anılar haline gelmesine benzer. Yaşantılar farklı doğalara sahiptir. Ama fark bütün yaşantıları içeren bir bellek içinde ele alındığında, doğa farkı ortadan kalkar, derece farkına dönüşür.

   Derleyen ve Özetleyen: Oğuz Karayemiş

Kaynakça:

Deleuze, Gilles, Begsonculuk, Otonom Yay.
Hardt, Michel, Deleuze: Felsefede Bir Çıraklık, Birey Yay.
Goodchild, Philip, Arzu Politikasına Giriş, Ayrıntı Yay.

Ayrıca Bkz:

Deleuze, Gilles, Bergson 1859-1941, Issız Ada ve Diğer Metinler İçinde, sf: 35-51, Bağlam Yay.
Deleuze, Gilles, Bergson'da Farkın Kavranışı, Issız Ada ve Diğer Metinler İçinde, sf: 52-83, Bağlam Yay.


[1] Tinin Fenomenolojisi, Hegel
[2] Bir şey kendisinden başka hiç bir şeyin zorunlu nedeni olamaz.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aksiyomatik Nedir? - Alberto Toscano

Aksiyomatik, Deleuze ve Guattari tarafından, Bin Yayla ’da çağdaş kapitalizmin evrensel tarih içindeki işleyişini ve genel semiyolojisini tanımlamak için kullanılan kavramdır. Bilim ve matematiksel küme teorisinden kök alan aksiyomatik, birlikte çalıştığı terimlerin tanımlarını sağlamaya ihtiyaç duymayan ama bunun yerine verilmiş bir alandaki emirler ile kısmi norm veya buyrukların (aksiyomların) eklenmesi ve çıkarılması yöntemini ifade eder. Aksiyomlar böylece doğaları belirlenmeye ihtiyaç duyulmayan öğeler ve ilişkiler üzerinde işler. Onlar, uygulanmalarının alanlarının özellik veya niteliklerine kayıtsızdırlar ve nesnelerine, tamamen işlevsellermiş gibi, tercihen asıl özlerinden niteliksel olarak farklılaşmışlar gibi muamele eder. Aksiyomlar sırayla, belirli ampirik veya maddi durumlara uygulanan teoremlere veya gerçekleşim modellerine eşlik etmektedir.  Eğer akışları (ve onların kesim ve kırılmalarını) Deleuze ve Guattari’nin transandantal mataryalizminin temel bileşeni olarak

Köksap Nedir? - Felicity J. Colman

Köksap, nesnelerin, mekânların ve insanların en farklı ve en özdeş olanları arasında meydana gelen bağıntıları tanımlar; insanları birbirine bağlayan tuhaf olay zincirleri gibi: “ayrılığın altı adımı” [1]  hissi, “daha önce de buradaydım sanki” duygusu ve bedenler düzenlemeleri. Deleuze ve Guattari’nin “köksap” [ rhizome ] kavramı, “rhizo”nun biçimleri kombine etmek anlamına gediği ve biyoloji terimi olan "rhizome"un, kendini yatay yumru-biçimli kökü boyunca yayabilen ve yeni bitkiler geliştirebilen bir bitki formunu betimlediği etimolojik anlamından çekip çıkartılır. Bu terimin Deleuze ve Guattari’deki kullanımında köksap, şebeke biçimli, ilişkisel ve çapraz bir düşünme sürecini ve bu haritanın sabit bir varlık olarak inşasını "takip etmeyen" bir var olma biçimini haritalayan bir kavramdır (D&G 1987: 12). Kökenleri ile tek tek temellerinin izini süren bedenler ile fikirlerin düzen verilmiş soyları "ağaç biçimli düşüncenin" formları görülür ve epistem

"Hüzün geriye kalandır. Biraz blues dinleyin benim için…

Sık sık ölümün bilgisine asla sahip olamayacağımızı, çünkü asla tecrübe edemeyeceğimizi hatırlatırdı Ulus. O nedenle ancak bir başkası aracılığıyla tecrübe edebiliriz ölümü, başkasının ölümüyle bilmeye çalışabiliriz. Herkes bir şeyler yitirdi Ulus'un aramızdan ayrılmasıyla. Kimi anlaşılmaz ama değerli bulduğu bir yazarı hatırladı, kimi bir özgürlük hayaletini, kimi bir güzel meleği, kimi kendini özür borçlu hissettiği bir dostunu. Bir başkasının ölümü, yitirilenin bilgisi, yitimin hatırlattıkları... Biz ise onu kaybettiğimiz gerçeğinin ağırlığı yavaş yavaş üzerimize çökerken, bırakın anlamayı, tecrübe ettiğimiz yitimi tarif etmeye çabalamaktan bile aciz hissediyoruz. Ulus bir başkası degildi bizim için, bedenimizin bir parçasıydı. Kendimizi eksilmiş, azalmış, kırılmış hissediyoruz. Yokluğu bizi suskunlaştırıyor... Suskunluğu kabullenebiliriz, sessiz kalmayı biliriz, derdimiz bu değil. Şu an sözümüz yok ama, nasıl olsa kendi geçmişimize her baktığımızda onu da göreceğiz.