Ana içeriğe atla

Yapısalcılık (Deleuze&Guattari, Arzu Politikasına Giriş - Philip Goodchild)

Deleuze&Guattari, Arzu Politikasına Giriş - Philip Goodchild
1950'lerde ve 1960'larda Fransa'da ortaya çıkan ve "yapısalcılık" olarak adlandırılan entelektüel hareket, ardından gelen tüm toplumsal ve felsefi kuramlar için başlıca gönderme noktası oldu. Yapısalcılık, düşünceyi, öznelliğin özgürlüğünü, deneyimini ve ilerlemesini araştırma düşüncesine dayandıran varoluşçuluk, görüngübilim ve Hegel'ci tarihselcilik gibi önceki egemen, hümanist düşünce tarzlarına tepki olarak gelişti. Yapısalcılık, insan kültürünü öznel deneyimleme olarak incelemek yerine, kültüre, yapısal özellikleri incelenecek bir "nesne" olarak geri dönmüştür. Benzer sorun ve yöntem dizileri farklı alanlarda araştırıldı; sonunda yanlış ya da doğru olarak, dilbilimde Roman Jakobson'ın, antropolojide Claude Lévi-Strauss'un, psikanalizde Jacques Lacan'ın, tarihte Michel Foucault'nun, Marksçı politik kuramda Louis Althusser'in ve yazın kuramında Roland Barthes'in yapıtları, "yapısalcılar" olarak bir araya getiridi. 1967'de Deleuze "A quoi reconnaît-on le structuraslisme?" başlıklı bir makale yazdı; burada Deleuze, daha sonra Différence et Répétition ve Logique du sens adlı yapıtlarında kullandığı farklı bir ontolojiye ve epistemolojiye dayanarak yapısalcılığın genel niteliklerini tanımlar. Yapısalcılığın ana niteliği, kültürel deneyimi meydana getirmiş üçlü bir yapıdır; bu yapıya göre, dışsal, nesnel bir gerçekliği gösteren ve içsel, öznel bir imgelemi belirten insani verilere ek olarak, sadece verili terimler arasındaki farklılaşmış ilişkilerden oluşan üçüncü bir simgesel boyut vardır. Deleuze'e göre bu simgesel boyut, kendi gelişimi sayesinde edimsel deneyimi üretebilen ilişkilerin ve tekil noktaların virtüel, topolojik bir mekânıdır. Deleuze, bu farklıaşmış alanı tanımlamak için Bergson'cu ontolojiye güvenir. Sadece veriler arasındaki ilişkilerden oluşmuş bu simgesel boyut, araştırma alanından bağımsız olarak ele alınabilir. Etnoloji, psikanaliz ve ekonomi gibi farklı alanların yapısal ilişkileri, yapısalcılığı evrensel bir beşeri bilim olarak oluşturan simgesel bir alana dayanarak ifade edilir.
İnsani veriler, bu dil kimi kez gizli ya da sözsüz bir dil olsa da, sadece dil aracılığıyla iletebildikleri için, dil bilim, yapısalcılığın bütünü içinde egemen hale geldi. Simgesel ilişkiler, ilk kez Ferdinand Saussure tarafından ana hatları çizilen, dilin anlamlama yapısına dayanarak ele alındı; burada bir gösteren, onun yerine geçebilecek sözcüklerle kurduğu farklı ilişkiler aracılığıyla çağrışımsal anlamlarını kazanıyordu. Bu düşünce biçiminin sonucu, eylemlerin, artık bireysel faillere atfedilememesiydi; çünkü birleşimler, roller ve tavırlar, dile, kültüre, politik ekonomiye ve benzeri şeylere ait olan simgesel alandaki bir öznenin yeri tarafından haritandırılıyordu. İnsani özne, şimdi bir ürün olarak, dil içinde üretilen ve dilbilimsel gösteren "ben" tarafından belirlenen bir yer olarak ele alınıyordu.
Gilles Deleuze - Felix Guattari
Deleuze'ün, Hume, Bergson, Nietzsche ve Spinoza üzerinden geliştirdiği kendi seçici ontolojisiyle, yapısalcılığın rastlaştığı olumlu yollar kolaylıkla görülür: Sadece ilişkileri, farkları ve yer değiştirmeleri ele alır; insani öznenin özmevcudiyetini ve failliğini reddeder; tarihi ve Hegel'ci diyalektiği bertaraf eder; çeşitli bağlamlarda kullanılabilir gösterge rejimleri oluşturarak, disiplinlerarası kaynaklara yönelir; ve ona ait olan yapılar, kendi kendini düzenleyici, doğurgan ve dönüşümseldir. Yine de, "simgesel" olarak ele alınan öğe her kuramcı için oldukça farklı bir şeye dönüştüğü zaman "yapısalcılık" gruplamasının çok geniş ve genel olduğu ortaya çıkar. Dünyanın İngilizce konuşulan kesimlerinde kabul edildiği gibi, yapısalcılık insan deneyimine ait sabit, tekbiçimli, evrensel ve eşzamanlı yapılar bilimi olarak düşünülmüştür çoğu kez. Böyle olunca, yapılar, sadece insani kültürel ürünlerin maddesine bir biçim vermiştir. Yapıların kendileri, ya şeylerin doğasına ya da dünyanın anlaşılmasına yarayan, idealar doğasına ait, aşkın örnekler olarak ele alınıyordu. Simgesel olan, bağımsız bir alan olarak varsayılmıyor, aksine gerçek ya da imgesel olanın formel bir adlandırmasına gerisin geri kayıyordu. "Yapısalcılık", değişimi açıklamak için yetersiz hale gelmişti; yapısalcılığın, Deleuze'ün ampirizmi, dirimselciliği ya da Nietzsche'ci kuvvet ve oluş felsefesiyle ilişkisi yoktu. "Yazma", "iktidar", "arzu" ya da "kültür" gibi terimlerde simgesel ya da yapısal üçüncü boyutun rolüne ait üretken ve dönüşümsel anlayışı geliştiren düşünürler, İngilizce konuşan kesimlerde "postyapısalcılar" olarak anladırıldı; buna karşın, Fransa'da çoğunlukla hala "yapısalcılar" olarak kabul ediliyor. Dolayısıyla, Deleuze ve Guattari'nin düşüncesi, kendi kuşaklarına ait öteki düşünürlerden, virtüel, bilinçdışı ya da yapısal öğenin işleyişini farklı biçimde anlamaları nedeniyle ayırt edilebilir. Deleuze ve Guattari, daha sonra makinesel bilinçdışını oluşturacak olan, kültürün ifadesel göstergelere dönüşmesini yapısalcılıktan aldılar. Ayrıca, yapısal dilbilimciler tarafından geliştirilmiş anlamın mantığına göre, Devlet biçimindeki erkin işleyişini yorumlamayı öğrendiler. Ancak, dilin güncel kullanımları içinde bulunan diğerleri ve çağrışımları içermekten öteye gitmeyeceğinden dolayı, dilbilimsel bir yaklaşıma kalkışmadılar. Çünkü yapısalcılık, kendi terimleriyle anlaşılacaksa eğer, gösterenlerin paradigmatik ve sentagmatik zincirleri hiçbir ayrıcalığa sahip olamaz; fark ve yinelemenin örnekleri olarak sadece tekillikleri ve topolojik ilişkileri kalır geriye.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aksiyomatik Nedir? - Alberto Toscano

Aksiyomatik, Deleuze ve Guattari tarafından, Bin Yayla ’da çağdaş kapitalizmin evrensel tarih içindeki işleyişini ve genel semiyolojisini tanımlamak için kullanılan kavramdır. Bilim ve matematiksel küme teorisinden kök alan aksiyomatik, birlikte çalıştığı terimlerin tanımlarını sağlamaya ihtiyaç duymayan ama bunun yerine verilmiş bir alandaki emirler ile kısmi norm veya buyrukların (aksiyomların) eklenmesi ve çıkarılması yöntemini ifade eder. Aksiyomlar böylece doğaları belirlenmeye ihtiyaç duyulmayan öğeler ve ilişkiler üzerinde işler. Onlar, uygulanmalarının alanlarının özellik veya niteliklerine kayıtsızdırlar ve nesnelerine, tamamen işlevsellermiş gibi, tercihen asıl özlerinden niteliksel olarak farklılaşmışlar gibi muamele eder. Aksiyomlar sırayla, belirli ampirik veya maddi durumlara uygulanan teoremlere veya gerçekleşim modellerine eşlik etmektedir.  Eğer akışları (ve onların kesim ve kırılmalarını) Deleuze ve Guattari’nin transandantal mataryalizminin temel bileşeni olarak

Köksap Nedir? - Felicity J. Colman

Köksap, nesnelerin, mekânların ve insanların en farklı ve en özdeş olanları arasında meydana gelen bağıntıları tanımlar; insanları birbirine bağlayan tuhaf olay zincirleri gibi: “ayrılığın altı adımı” [1]  hissi, “daha önce de buradaydım sanki” duygusu ve bedenler düzenlemeleri. Deleuze ve Guattari’nin “köksap” [ rhizome ] kavramı, “rhizo”nun biçimleri kombine etmek anlamına gediği ve biyoloji terimi olan "rhizome"un, kendini yatay yumru-biçimli kökü boyunca yayabilen ve yeni bitkiler geliştirebilen bir bitki formunu betimlediği etimolojik anlamından çekip çıkartılır. Bu terimin Deleuze ve Guattari’deki kullanımında köksap, şebeke biçimli, ilişkisel ve çapraz bir düşünme sürecini ve bu haritanın sabit bir varlık olarak inşasını "takip etmeyen" bir var olma biçimini haritalayan bir kavramdır (D&G 1987: 12). Kökenleri ile tek tek temellerinin izini süren bedenler ile fikirlerin düzen verilmiş soyları "ağaç biçimli düşüncenin" formları görülür ve epistem

"Hüzün geriye kalandır. Biraz blues dinleyin benim için…

Sık sık ölümün bilgisine asla sahip olamayacağımızı, çünkü asla tecrübe edemeyeceğimizi hatırlatırdı Ulus. O nedenle ancak bir başkası aracılığıyla tecrübe edebiliriz ölümü, başkasının ölümüyle bilmeye çalışabiliriz. Herkes bir şeyler yitirdi Ulus'un aramızdan ayrılmasıyla. Kimi anlaşılmaz ama değerli bulduğu bir yazarı hatırladı, kimi bir özgürlük hayaletini, kimi bir güzel meleği, kimi kendini özür borçlu hissettiği bir dostunu. Bir başkasının ölümü, yitirilenin bilgisi, yitimin hatırlattıkları... Biz ise onu kaybettiğimiz gerçeğinin ağırlığı yavaş yavaş üzerimize çökerken, bırakın anlamayı, tecrübe ettiğimiz yitimi tarif etmeye çabalamaktan bile aciz hissediyoruz. Ulus bir başkası degildi bizim için, bedenimizin bir parçasıydı. Kendimizi eksilmiş, azalmış, kırılmış hissediyoruz. Yokluğu bizi suskunlaştırıyor... Suskunluğu kabullenebiliriz, sessiz kalmayı biliriz, derdimiz bu değil. Şu an sözümüz yok ama, nasıl olsa kendi geçmişimize her baktığımızda onu da göreceğiz.