Ana içeriğe atla

"Kadın" Kimliği Üzerine

Judith Butler
Butler, "başkalık" dediği şeyi tanımlarken, kimlik kategorilerinden uzak durur. Zaten Butler'ın feminizme getirdiği yeni yaklaşım ve tartışmalardaki etkisi de bu noktada ortaya çıkar. İktidar analizinden, özne ve kimlik kavramlarına geçen Butler, nasıl ki özneyi ve öznelliği, iktidarın bahşettiği faillik içinde madun olma hali olarak tanımlıyorsa, kimliği de, özneyi hapseden bir kategori olarak kavramsallaştırır. Bu kavramsallaştırmasında, Butler, iktidar analizinde olduğu gibi büyük ölçüde Foucault'dan etkilenmiştir. Sadece Butler değil, üçüncü dalga içinde yer alan birçok feminist kuramcı, bedenin hapishanenin anlamlandırma pratikleri tarafından tamamen kuşatılması ve istila edilmesi olarak tanımlandığı disiplinci beden rejimleri ve toplumsal cinsiyetin disiplinci üretimini ayrıntılarıyla açıklamak amacıyla Foucault'ya başvurmuştur. Foucault'ya göre hapishane mahkûmun bedeni üzerinde faaliyetle bulunur, ancak bunu mahkûmu bir ideale, bir davranış normuna ve bir itaat modeline uymaya zorlayarak yapar. Mahkûmun bireyselliği böylece tutarlı ve bütünleşmiş addedilip hapishanenin söylemsel ve kavramsal mülkiyeti haline getirilir. Foucault'nun vurguladığı gibi, bu mahkûmun kendi tabiiyetinin ilkesi haline gelmesidir. Mahkûma adeta aşılanan bu normatif ideal, bir tür psişik kimlik ya da Foucault'nun deyişiyle ruhtur. Ruh hapsedici bir etki olduğu için Foucault'ya göre mahkûm, hapishanenin mekansal tutsaklığının yol açtığından daha temel bir tarzda tabi olmuş olur. Eğer söylem bireyi tutarlı addeden, bütünselleştiren ve istila eden düzenleyici bir ilke sağlayıp yürürlüğe koyarak kimliği üretiyorsa, o halde her kimlik bütünselleştirici olduğu ölçüde de tam da bedeni hapseden ruh gibi faaliyette bulunur. Butler, Foucault'nun "hapsolunan çerçeve" diye tarif ettiği ruhu psikanalitik anlamdaki "psişe" ile karşılaştırır. Psişe, tutarlı bir kimlikle yaşamak ve tutarlı bir özne halini almak için söylemsel talebin hapsedici etkilerini aşan, Foucault'nun normalleştirici söylemler dediği düzenlemeye direnen şeydir. Bu söylemlerin bedeni ruh içinde hapsettikleri, bedeni ideal çerçeve içinde canlandırıp içerdikleri ve bu ölçüde de psişe nosyonunu dışsal olarak çerçeveleyip normalleştiren bir idealin işleyişine indirgedikleri söylenir. Ruhun dışsal ve bedeni hapseden bir çerçeveye dönüştürülmesi adeta bedenin içselliğini boşaltır ve böylece bu içerisini disiplinci iktidarın tek taraflı etkileri için kolay işlenebilir bir yüzey haline getirir. Foucault çağdaş siyasi düzenlemelerin, liberal devletin belli zorunlulukları ile ilişkili olarak biçimlendiğini iddia eder. Bu zorunluluklar hakların talep edilmesinin ve yetkilerin istenmesinin ancak tekil bir kimlik üzerinden yapılabileceğini farz eder. Bu zorunluluklar hakların talep edilmesinin ve yetkilerin istenmesinin ancak tekil bir kimlik üzerinden yapılabileceğini farz eder. Kimlikler spesifikleştikçe kimlik tam da bu spesifiklik tarafından bütünselleşmiş hala gelir. Foucault'ya göre devletin disiplinci aygıtı bireylerin bütünselleştirici üretimi yoluyla işlediği için ve bireyin bu bütünselleştirilişi devletin yetkisini genişlettiği için Foucault özneliğin hukuki yasanın prangalarının ötesinde yeniden inşa edilmesinin peşine düşecektir. Bu anlamda kimlik politikası devlet tarafından üretilir.


Bu noktada hem Foucault'nun hem de Butler'ın iddiası, siyasi ve dilsel temsil alanlarının özneleri oluşturup biçimlendiren kriteri baştan belirlediği ve bunun sonucunda temsilin sadece özne olarak tanınabilene bahşedildiği yönündedir. Temsile kavuşabilmek için öncelikle özne olmanın gereklerini yerine getirmelidir. Yani anlaşılabilir, idrak edilebilir, toplumsal olarak konumlandırılabilir bir öznelliğe sahip olabilmek gerekir. Bir başka deyişle, yasanın tanımladığı bir özne olabilmeli ki ifade alanı bulabilsin. Bu bakımdan özne olamamak, "dışa atılması gereken"e Kristeva'nın[1] "abject" olarak tanımladığı şeye denk düşer. Sanki özne olamayan, biçimsiz şekilsiz, ne olduğu belli olmayan, insan dışı ya da en iyi ihtimalle insanımsı bir şeydir. Bu durumda Butler, iktidarın ve yasanın verdiği kadınlık konumu üzerinde düşünmemiz gerektiğini söyler. Özne olmak ve özne olmamak arasındaki çizgi tabiiyet üzerinden geçiyorsa, hukukun öznesi olarak kadın da bizatihi belli bir temsiliyet politikasının söylemsel ürünü ve sonucu olmaktadır. Bir başka deyişle, feminist özne kurtuluşunu kolaylaştıracağı düşünülen siyasi sistemin kendisi tarafından söylemsel olarak kurulmuştur. Yani yasa, yasa önündeki özne mefhumunu üretir, böylece yasa kendi düzenleyici hegemonyasını meşrulaştırmak için bu söylemsel oluşuma başvurarak onu kendi temelinde yatan doğallaştırılmış bir öncül olarak kullanır. Butler'a göre feminist eleştiri kadınlar kategorisinin feminizmin öznesinin onu kurtuluşa götüreceği varsayılan iktidar yapılarının kendileri tarafından nasıl üretilip kısıtlandığını da kavramak zorundadır.

Özne mefhumunu destekleyen temelci kurguların yanısıra kadınlar teriminin ortak bir kimliği ifade ettiği varsayımı da feminizm için siyasi bir sorun teşkil eder. Gerçekten de erilden farklılaşmış olan dişile özgü bir alan var mıdır? Yoksa kadınlar arasındaki bağı kuran şey ezilmelerinden mi ibarettir? Kaldı ki bu ezilmenin boyutları ve içeriği de sınıf, kültür, ırk, cinsel yönelim gibi birçok farklı faktörle kesişim halindedir. Örneğin kadınlar, "doğası gereği" daha yumuşak başlı, mehmametli, barışçıl, anaç mıdır? Kadınlar, "doğası gereği", bakım işlerinde becerikli, sadık, vefakar, fedakar varlıklar mıdır? Özcülük eleştirisinin yanısıra, Butler özne gereksiniminin politik alanın önceden kapatılması anlamına geldiğini ve kadın kategorisine evrensel ya da özgül bir içerik verme çabasının kaçınılmaz olarak bölünmeyle sonuçlanacağını ileri sürer. Kimlik kategorileri hiçbir zaman salt betimleyici değildir, aksine her zaman normatif ve bu nedenle dışlayıcıdır. Feminizm kadınlar sözcüğünün betimleyici bir kimlik kategorisiyle bir araya getirilip özetlenemeyecek, bu nedenle belirtilemeyen bir farklılıklar alanını belirttiğini varsayarsa bu terim sürekli bir açıklığın ve yeniden anlamlandırabilirliğin alanı haline gelir. Butler'ın ise yapmaya çalıştığı feminizmin öznesini yapıbozuma uğratmak bu terimi birden çok anlamlandırmanın bulunduğu bir geleceğe bırakmak, terimini sınırlandırıldığı annelik ve ırkçılık ontolojilerinden kurtarmak ve ona öngörülmemiş anlamlar edinebileceği yeni bir alan sunmaktır. (...)

[1] Feminist teorisyen Julia Kristeva, tarihte en çok dışlanan "öteki"ler den biri olarak kadının fallosentrik Batı düşüncesinde iğrençlikle özdeşleştirildiğini ileri sürer. Kristeva'da "abject" sözcüğü "iğrenç" olanı karşılar. "Abjection" (dışlama-aşağılma) Kristeva'nın kadınlar üzerindeki baskının işleyişini tespit etmek için geliştirdiği bir kavramdır. Kristeva "abjection"u öznenin ya da bir grubun kendi sınırlarını tehdit eden her şeyi dışlamasına yol açan psikolojik bir tepki olarak tanımlar. İğrenç olan, kirlilik ya da hastalık değil, bir kimliği, bir sistemi, bir düzeni rahatsız edendir; bir anlamda içimizdeki yabancıdır ve bu nedenle dışta bırakılması gerekir.


Günümüzde Yeni Siyasal Yaklaşımlar, Feminizmde Yeni Yaklaşımlar: Judith Butler ("Kadın" Kimliği Üzerine), syf 491-495, Editör: Hilal Onur İnce, Yazan: F.Seda Kundakçı, Doğu-Batı Yayınları

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aksiyomatik Nedir? - Alberto Toscano

Aksiyomatik, Deleuze ve Guattari tarafından, Bin Yayla ’da çağdaş kapitalizmin evrensel tarih içindeki işleyişini ve genel semiyolojisini tanımlamak için kullanılan kavramdır. Bilim ve matematiksel küme teorisinden kök alan aksiyomatik, birlikte çalıştığı terimlerin tanımlarını sağlamaya ihtiyaç duymayan ama bunun yerine verilmiş bir alandaki emirler ile kısmi norm veya buyrukların (aksiyomların) eklenmesi ve çıkarılması yöntemini ifade eder. Aksiyomlar böylece doğaları belirlenmeye ihtiyaç duyulmayan öğeler ve ilişkiler üzerinde işler. Onlar, uygulanmalarının alanlarının özellik veya niteliklerine kayıtsızdırlar ve nesnelerine, tamamen işlevsellermiş gibi, tercihen asıl özlerinden niteliksel olarak farklılaşmışlar gibi muamele eder. Aksiyomlar sırayla, belirli ampirik veya maddi durumlara uygulanan teoremlere veya gerçekleşim modellerine eşlik etmektedir.  Eğer akışları (ve onların kesim ve kırılmalarını) Deleuze ve Guattari’nin transandantal mataryalizminin temel bileşeni olarak

Köksap Nedir? - Felicity J. Colman

Köksap, nesnelerin, mekânların ve insanların en farklı ve en özdeş olanları arasında meydana gelen bağıntıları tanımlar; insanları birbirine bağlayan tuhaf olay zincirleri gibi: “ayrılığın altı adımı” [1]  hissi, “daha önce de buradaydım sanki” duygusu ve bedenler düzenlemeleri. Deleuze ve Guattari’nin “köksap” [ rhizome ] kavramı, “rhizo”nun biçimleri kombine etmek anlamına gediği ve biyoloji terimi olan "rhizome"un, kendini yatay yumru-biçimli kökü boyunca yayabilen ve yeni bitkiler geliştirebilen bir bitki formunu betimlediği etimolojik anlamından çekip çıkartılır. Bu terimin Deleuze ve Guattari’deki kullanımında köksap, şebeke biçimli, ilişkisel ve çapraz bir düşünme sürecini ve bu haritanın sabit bir varlık olarak inşasını "takip etmeyen" bir var olma biçimini haritalayan bir kavramdır (D&G 1987: 12). Kökenleri ile tek tek temellerinin izini süren bedenler ile fikirlerin düzen verilmiş soyları "ağaç biçimli düşüncenin" formları görülür ve epistem

"Hüzün geriye kalandır. Biraz blues dinleyin benim için…

Sık sık ölümün bilgisine asla sahip olamayacağımızı, çünkü asla tecrübe edemeyeceğimizi hatırlatırdı Ulus. O nedenle ancak bir başkası aracılığıyla tecrübe edebiliriz ölümü, başkasının ölümüyle bilmeye çalışabiliriz. Herkes bir şeyler yitirdi Ulus'un aramızdan ayrılmasıyla. Kimi anlaşılmaz ama değerli bulduğu bir yazarı hatırladı, kimi bir özgürlük hayaletini, kimi bir güzel meleği, kimi kendini özür borçlu hissettiği bir dostunu. Bir başkasının ölümü, yitirilenin bilgisi, yitimin hatırlattıkları... Biz ise onu kaybettiğimiz gerçeğinin ağırlığı yavaş yavaş üzerimize çökerken, bırakın anlamayı, tecrübe ettiğimiz yitimi tarif etmeye çabalamaktan bile aciz hissediyoruz. Ulus bir başkası degildi bizim için, bedenimizin bir parçasıydı. Kendimizi eksilmiş, azalmış, kırılmış hissediyoruz. Yokluğu bizi suskunlaştırıyor... Suskunluğu kabullenebiliriz, sessiz kalmayı biliriz, derdimiz bu değil. Şu an sözümüz yok ama, nasıl olsa kendi geçmişimize her baktığımızda onu da göreceğiz.