Ana içeriğe atla

Örgütlenme - Harry Cleaver

Massimo De Angelis: Ve işte esas meseleye, örgütlenme sorununa geldik. Dediğiniz gibi, parti karşısında otonomi olabileceği gibi, işçi sınıfının farklı kesimleri arasında da otonomi olarak anlaşılması gereken, işçi sınıfının otonomisini, Marksist kuramın merkezine koyarak mücadelenin dolaşımı açısından örgütlenme sorunsalına işaret ediyor gibisiniz. Bununla neyi kastediyorsunuz? Sizce bu dolaşım ne ölçüde örgütlü bir dolaşım olabilir ya da olmalıdır?

Harry Cleaver: Bence mücadelenin dolaşımı kavramı, kaçınılmaz ve temel bir mesele olan örgütlenme için bir anahtar sunar. Hepimiz, eski Leninist ve sosyal demokrat örgütlenme formülünün (örneğin, parti) artık işe yaramadığını biliyoruz; çünkü bu formül, işçi sınıfının öz-etkinliğini idare edilebilir biçimlerin içinde dondurur. Bu yaklaşımların en esnek savunucuları bile (örneğin, bir şekilde partiyi sınıfın öz-etkinliğine bağlı hale getirmek isteyen Rosa Luxemburg gibi), bu tür formüllerin içine hapsoldu. Yıllar önce Sergio Bologna’nın meşhur makalesinde (“Sınıf Bileşimi ve Parti Teorisi”, Telos 13, Sonbahar 1972) ileri sürdüğü gibi, işçi sınıfı örgütü, sınıf bileşimindeki değişimlere uygun olarak bu değişimlerle beraber değişmelidir. Hiçbir reçete, ne belli bir zamanda bütün bir sınıf bileşimi için kullanışlı olabilir ne de bileşim değiştikçe, zaman içinde aynı reçete geçerli kalabilir. Başka bir deyişle, mücadelenin örgütlenişini, belli tür örgütlerin (örneğin her zaman bürokratikleşen ve gerekli değişikliklere direnen kurumların) yaratılması olarak düşünmekten kurtulmamız gerekir. Bunun yerine, işçi sınıfı örgütlenmesi meselesini en temel anlamıyla, yani mücadele içindeki insanlar arasında ortaklaşa etkinliğin (cooperation) oluşturulması açısından düşünmemiz gerekiyor.

İşçi sınıfının çeşitlilik içerdiğini ve bunun geçmişte de hep böyle olduğunu biliyoruz. Sınıf bileşimi karmaşıktır. Sermaye, parçala-birbirine düşür-ve-ele geçir taktiğini izler. Bu yüzden, her zaman için sınıfın farklı kesimleri arasında ücret/gelir hiyerarşisi ve bir tür iktidar ilişkisi vardır. Kimi işçilerin diğerlerinden daha fazla kaynağı vardır; kimilerinin mücadele için daha fazla mekânı ya da zamanı vardır; kimileri diğerlerini idare eder, vs. “Bölmek”, sınıflar-arası antagonizmanın patlama tehlikesini en aza indirgemek için, sınıfın farklı kesimleri arasındaki sınıf-içi antagonizmanın kapitalizm tarafından idaresinin bir aracıdır. Bunun yanı sıra, sınıfın çeşitliliği, kendini değerli kılma biçimlerinde de çeşitliliğe işaret eder. Gilles Deleuze ve Felix Guattari’nin diliyle söylersek, kendini değerli kılmanın “kaçış hatları” çok farklı yönlerde seyreder.

Bir kez bu “kaçış hatları”nın tekilleşmiş bir sosyalizm projesi içinde uyumlulaştırılabileceği ve (örneğin, çoğu zaman kadınlara söylenegeldiği gibi) sınıfın farklı kesimlerinin kendi ihtiyaç ve arzularını karşılayacak mücadelelerini diğerlerininkine tabi kılmaları gerektiği anlayışını reddettiğimizde, kaçınılmaz biçimde “söz konusu” sınıf mücadelesinin, zorunlu olarak tek bir ortak öğesi olan (kapitalist tahakkümün reddi), farklı yönlerde hareket eden birçok ayrı mücadeleden oluştuğunun hem farkına varacağız hem de bunu kabul edeceğiz. Sermaye bunu biliyor; sermayenin siyasal stratejisi, bu bastırılamaz patlama kontrolden çıkmasın ve kendi gelişimini beslemesi için boyunduruk altına alınabilsin diye, bu farklılığı idare etmektir. Bizim siyasal stratejimiz, bunun tam tersi olmalıdır: Sınıf-içi antagonizmalar, sınıflar-arası antagonizmayı idare edilemez olacak şekilde besler ve farklı kendini değerli kılma projeleri, birbirini tamamlayarak ya da en azından birbirini destekleyerek, sermayenin içine kapatılmaktan ve boyunduruk altına alınmaktan kurtulma yolları bulur. Bizimle sermaye arasındaki antagonizmayı azamileştiren, kendi aramızda ise antagonizmayı asgarileştiren ya da tamamen ortadan kaldıran bir fark siyasetinin oluşturulması gerekir.


Buradaki zorluk, önceden belirlenmiş bir örgütsel biçim, bir ideoloji sayesinde ve hatta Marksizm sayesinde bile (çünkü Marksizm antagonistik kapitalist tahakküm anlayışı sunar; ama kapitalizm sonrası varoluş biçimleri hakkında bir reçete vermez), herhangi bir kısa yolun, sihirli bir reçetenin, basit bir “birleş ve savaş” taktiğinin olmayışıdır. Bizim istediğimiz, sermayeye karşı ve alternatif kendini değerli kılma biçimleri için farklı mücadelelerimizin, birbirini tamamlaması ve güçlendirmesidir. Sorun, bunu nasıl başarabileceğimizi bulmakta yatar.

Yukarıda sunduğum Marksist analizin doğruluğunu kabul edersek, yaşamın işe indirgenmesine karşı mücadele, sınıfın tüm kesimleri için bir ortaklaşalık, komünallik ve böylelikle karşılıklı ortak anlayış için bir temel sağlar. Elbette, sınıfın farklılık ve hiyerarşi içermesi ve işin dayatılmasının farklı işçi grupları tarafından farklı yaşanması, işin reddi ekseninde örgütlenmenin kolay bir şey olduğu anlamına gelmez. İşçi sınıfı mücadele tarihi, bunu açıkça göstermiştir. Fakat aynı tarih, her türlü farklılıklarına rağmen, işçilerin mücadelelerini birleştirebildiklerini ve kolektif kazanımlar elde ettiklerini de göstermiştir. Bunun geçmişte nasıl yapıldığını incelemek, bunun bugün nasıl yapılabileceği hakkında fikir uyandırmak için faydalı bir egzersiz olabilir –elbette, hazır reçete aramak için değil, belirli sınıf bileşimlerinden özgün çözümlerin nasıl ortaya çıktığını anlamak için. İşin dayatılmasındaki farklılaşmaları ve bunun sonucunda tüm toplum çapında ret biçimlerindeki farklılaşmaları görmek, bugün farklı mücadele türleri arasındaki paralellikleri fark edebilmek açısından da faydalıdır.


Sermayeye karşı mücadeleden çeşitli kendini değerli kılma projeleri için mücadelelere döndüğümüzde, daha zor bir sorunla karşı karşıya kalırız: antagonizma olmaksızın nasıl bir fark siyaseti oluşturabiliriz. Açıkçası antagonizmaların halihazırda var olduğunu düşünürsek, böylesi bir siyasetin geliştirilmesi, antagonizmalardan kurtulmak için onların içinden geçmelidir; biz istiyoruz diye onlar ortadan kalkacak değildir. Biz asgari müşterek düzeyinde, “ne sen karış ne ben karışayım” temelinde farklılığa dayanan bir yaklaşım ve tercihen farklılık ekseninde karşılıklı zenginleştirmeye dayalı yaklaşımlar geliştirsek bile, antagonizma kaçınılmaz olabilir. Örneğin, kadınlar yeni toplumsal cinsiyet ilişkileri oluşturmaya çalıştıkça, erkeklerle (ve kendi içlerinde), karşıtlık içeren pek çok ilişki içinden geçmek zorunda kaldılar. Böylesi yeni ilişkilerin kurulması, eskilerin yıkılmasını –erkeklerin (kısmen doğru olarak) kendi aleyhlerine gördükleri bir yıkım– gerektirmekle kalmamış; bu süreçteki yaratıcı uğraklar, deneysel ve çoğu zaman yeni, beklenmedik antagonizma türlerini de yaratmıştır. Kadınlar erkeklerden müstesna, kendi aralarında lezbiyen ilişkileri ele alırken, bu kadınlar ve heteroseksüel erkekler arasında, düşmanca olmayan ve birbirini destekleyen mücadele biçimleri geliştirmek, kesinlikle zor ve uzun erimli bir süreç olmuştur. Elbette lezbiyen kadınlar ve homoseksüel erkeklerin mücadelelerinin birbirini desteklemesi kolay olmasa da, kısmen daha az zor olmuştur. Bu ilişkiler arasındaki karmaşık dinamikler, AIDS konusundaki mücadeleler, ayrımcılık karşıtı ve yeni cinsel, toplumsal cinsiyet ve aile ilişkilerinin geliştirilmesi için özgürlük mücadelelerinde gözümüzün önünde şekilleniyor. Bence bu tür deneyimlerin bize öğrettiği şey, en iyi işleyen örgütlenme biçimlerinin, gruplar arasında mücadelenin dolaşımını kolaylaştıran (yani farklı grupların çabalarını, birbirini tamamlayacak şekilde güçlendiren) ve mücadelenin değişen yönelimine göre değişen ve uyum sağlayan biçimler olduğudur.



De Angelis: Bu noktada, “örgüt” ile “kendiliğindencilik” arasındaki eski ikiliğin ötesine geçiyor gibisiniz.

Cleaver: Örgüt ile kendiliğindencilik arasındaki eski ikilik, sahte bir ikiliktir. Kimi kolektif olaylar “kendiliğinden”, yani önceden kimse tarafından planlanmadan gerçekleştiklerinde bile, bu olayın gerçekleşmesini sağlayan insanlar, bunu başarabilmek için kendilerini örgütlerler. Sermaye komuta, otorite ve tahakküme dayalı özü ile, örgütlenmenin ancak yukarıdan aşağıya, bir tür “liderlik” yoluyla olduğunu zanneder ve başka türlü bir durumda, ortada yalnızca kaos görür. Oysa ki biz, çok çeşitli örgütlenme türlerini görmeli ve kavramalıyız; elbette uygun olup olmadıklarını her zaman için eleştirel olarak değerlendirerek. Son otuz yıl içinde geliştirilen “aşağıdan” tarih anlayışları, halk hareketlerinin bu tür örgütlenişinin keşfedilmesini ve görünür kılınmasını sağlamıştır.

De Angelis: Yani, örgütlenme-biçimi olarak mücadelelerin dolaşımı. Peki bu örgütlenme kimin tarafından gerçekleştirilecek?

Cleaver: “Kimin tarafından örgütlenen” gibi bu genel sorunuzun genel yanıtı, “kendileri tarafından örgütlenen”dir: mücadele eden bir grubun kendine içkin, öz örgütlenmesi. Fakat aynı zamanda, söz konusu çeşitlilik nedeniyle her nasıl idare edilirse edilsin, herhangi bir “öz” örgütlenme diğer gruplarla, sınıfın diğer kesimleriyle ilişkilerin kolektif örgütlenmesini, mücadelenin dolaşımının örgütlenmesini de gerektirir. “İşi reddetmek ya da kendi yolumuzda kendimizi değerli kılmak için gücümüzü nasıl kurabiliriz?” sorusu, “Çabalarımızın birbirini kuvvetlendirmesi için diğerleriyle nasıl birleşebiliriz?” sorusuna dönüşür. Kendi içinde sağlam ve sıkı her tür formül, yeterince küçük gruplar içinde yaşayabildiyse de; solun büyük bir kısmının tarihi, bu tür grupların, kısmen kendi sıkılıkları nedeniyle, kendilerini diğerlerinden ayırma ve izole etme öyküsü ile doludur. Sonuç olarak bunlar, hareketsizleşmiş ve daha esnek ve uyumlu örgütlenme biçimlerinin farklı gruplar arasında mücadelenin dolaşımını kolaylaştırdığı, daha geniş toplumsal hareketlere ilgisiz kalmışlardır.

Tüm bunlar her düzeyde geçerlidir. Örgütlenmenin, mücadelenin dolaşımını sağlayamadığı her yerde, ister tek bir şehirde küçük bir grupçukta, ister bir bölgede ya da ülkede olsun, başarısızlıkla sonuçlanır. Filistinlilerin ya da Güney Afrika’daki siyahların özgürlük hareketleri, ya da Nikaragua veya El Salvador’daki devrimciler ve benzeri görece küçük gruplar, güçlerini büyük oranda, mücadelelerini kendi özgün yerelliklerinin ötesinde, dünyanın başka yerindeki diğer gruplarla dolaşıma sokacak güç birliği ağlarını kurabilmelerine borçludurlar. Tam da bu nedenledir ki, her bir örnekte de sermayenin stratejisi, onları izole etmek için ticari ve finansal boykotlar ya da seyahat kısıtlamaları yoluyla dünyayla bağlarını kesmek olmuştur –ki onları imha edebilsin. Bu deneyimin önemini ve bundan çıkarılacak dersi ne kadar vurgulasak az olur: Kapitalist tahakkümün çok yönlü gücünü yıkabilmek ve bunun yerine kendi istediğimiz yeni toplumsal ilişkileri koyabilmek için gerekli gücü elde etmeyi, ancak mücadelenin daha yaygın dolaşımı yoluyla umut edebiliriz. Sınıfsal karşı karşıya gelişin küresel olduğu günümüzde, kendi mücadelelerimizin dolaşımı, mümkün olan her bağlantı yoluyla tüm dünya çapında örgütlenmelidir. Neyin gerekli olduğunu anlarsak, geriye sadece gerekli araçları bulmak kalır. Bu, zaten halihazırda başlamış bir süreçtir. Siyasal sorunlar ise: ilk önce, neyin işleyip neyin işlemediğinin, hangi tür örgütlenmelerin mücadelenin dolaşımını kolaylaştırıp hangilerinin bunu engellediğinin tespiti; ve ikinci olarak da hareketi, işleyenler üzerine inşa etmeye devam edip işlemeyenleri değiştirmek ya da tamamen terk etmektir.

İtalya'da Radikal Düşünce ve Kurucu Politika, Otonom Yay., Eylül 2005, sf: 103-109'dan alıntılanmıştır. İnternette söyleşinin tam metnini okumak için bkz: Harry Cleaver'la söyleşi I ve Harry Cleaver'la Söyleşi II 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aksiyomatik Nedir? - Alberto Toscano

Aksiyomatik, Deleuze ve Guattari tarafından, Bin Yayla ’da çağdaş kapitalizmin evrensel tarih içindeki işleyişini ve genel semiyolojisini tanımlamak için kullanılan kavramdır. Bilim ve matematiksel küme teorisinden kök alan aksiyomatik, birlikte çalıştığı terimlerin tanımlarını sağlamaya ihtiyaç duymayan ama bunun yerine verilmiş bir alandaki emirler ile kısmi norm veya buyrukların (aksiyomların) eklenmesi ve çıkarılması yöntemini ifade eder. Aksiyomlar böylece doğaları belirlenmeye ihtiyaç duyulmayan öğeler ve ilişkiler üzerinde işler. Onlar, uygulanmalarının alanlarının özellik veya niteliklerine kayıtsızdırlar ve nesnelerine, tamamen işlevsellermiş gibi, tercihen asıl özlerinden niteliksel olarak farklılaşmışlar gibi muamele eder. Aksiyomlar sırayla, belirli ampirik veya maddi durumlara uygulanan teoremlere veya gerçekleşim modellerine eşlik etmektedir.  Eğer akışları (ve onların kesim ve kırılmalarını) Deleuze ve Guattari’nin transandantal mataryalizminin temel bileşeni olarak

Köksap Nedir? - Felicity J. Colman

Köksap, nesnelerin, mekânların ve insanların en farklı ve en özdeş olanları arasında meydana gelen bağıntıları tanımlar; insanları birbirine bağlayan tuhaf olay zincirleri gibi: “ayrılığın altı adımı” [1]  hissi, “daha önce de buradaydım sanki” duygusu ve bedenler düzenlemeleri. Deleuze ve Guattari’nin “köksap” [ rhizome ] kavramı, “rhizo”nun biçimleri kombine etmek anlamına gediği ve biyoloji terimi olan "rhizome"un, kendini yatay yumru-biçimli kökü boyunca yayabilen ve yeni bitkiler geliştirebilen bir bitki formunu betimlediği etimolojik anlamından çekip çıkartılır. Bu terimin Deleuze ve Guattari’deki kullanımında köksap, şebeke biçimli, ilişkisel ve çapraz bir düşünme sürecini ve bu haritanın sabit bir varlık olarak inşasını "takip etmeyen" bir var olma biçimini haritalayan bir kavramdır (D&G 1987: 12). Kökenleri ile tek tek temellerinin izini süren bedenler ile fikirlerin düzen verilmiş soyları "ağaç biçimli düşüncenin" formları görülür ve epistem

"Hüzün geriye kalandır. Biraz blues dinleyin benim için…

Sık sık ölümün bilgisine asla sahip olamayacağımızı, çünkü asla tecrübe edemeyeceğimizi hatırlatırdı Ulus. O nedenle ancak bir başkası aracılığıyla tecrübe edebiliriz ölümü, başkasının ölümüyle bilmeye çalışabiliriz. Herkes bir şeyler yitirdi Ulus'un aramızdan ayrılmasıyla. Kimi anlaşılmaz ama değerli bulduğu bir yazarı hatırladı, kimi bir özgürlük hayaletini, kimi bir güzel meleği, kimi kendini özür borçlu hissettiği bir dostunu. Bir başkasının ölümü, yitirilenin bilgisi, yitimin hatırlattıkları... Biz ise onu kaybettiğimiz gerçeğinin ağırlığı yavaş yavaş üzerimize çökerken, bırakın anlamayı, tecrübe ettiğimiz yitimi tarif etmeye çabalamaktan bile aciz hissediyoruz. Ulus bir başkası degildi bizim için, bedenimizin bir parçasıydı. Kendimizi eksilmiş, azalmış, kırılmış hissediyoruz. Yokluğu bizi suskunlaştırıyor... Suskunluğu kabullenebiliriz, sessiz kalmayı biliriz, derdimiz bu değil. Şu an sözümüz yok ama, nasıl olsa kendi geçmişimize her baktığımızda onu da göreceğiz.