Pierre Bourdieu’nün ölümüyle birlikte, toplumsal eleştiri ile iştigal edenler bir müttefiklerini kaybettiler. Bourdieu, 1995′ten beri “Tietmeyer düşüncesine” ve her türden egemenin o sıradan inancını oluşturan liberal ekonomizme karşı mücadelelerin daha fazla yankı kazanmasına o denli katkıda bulunmuştur ki bu, pratik düzeyde bir müttefikliktir. Act-Up’ın, işsizler hareketinin, evraksızların, radikal sendikacıların, küreselleşme karşıtlarının, 1995 grevcilerinin ve üzerlerine “dünyanın sefaletinin” çöktüğü herkesin yanında yer almıştı. Hatta, Dünyanın Sefaleti‘nde, “koşullardan kaynaklı sefalete”, (bir orkestradaki “ikinci keman” gibi) istikrarsız, dayanılmaz, sallantılı konumdaki eyleyicilerin maruz kaldığı “konumlardan kaynaklı sefaletin” incelenmesini ekleyerek toplumsal acının analizini geliştirmişti.
Pierre Bourdieu |
Kimileri, Bourdieu’nün hiç alçak gönüllü olmadığını söylüyordu. Neden öyle olması gereksin ki? Sosyal bilimlerin sessiz sedasız olması, üniversiteye kapanmış halde yapılması gerektiğini iddia eden düzen içi düşünürleri tatmin etmek için mi? Bourdieu’nün dogmatik olduğu söylenirdi, esasındaysa polemikçiydi. Çünkü ancak toplumsal dünyayı tümüyle “doğal” kılmaya katkıda bulunan hazır görüşlerle sert bir polemik, sosyal bilimlerin varlığı için vazgeçilmez olan mesafeyi sağlar. Sonuç olarak, faaliyetlerin mutfağından karanlık toplantı salonlarına, Kosova savaşına karşı veya Cezayir’de özgürlük için onunla yan yana bulunanlar, militanlarla ilişkilerinde hiçbir zaman gerçek bir ilgiden, saygıdan ve alçakgönüllülükten vazgeçmediğini bilir.
Özellikle altmışlı yıllardan beri, sosyoloji çalışmalarıyla ve tahakküm süreçlerini yeni bir bakışla aydınlatmasıyla da toplumsal hareketin bir müttefikidir, Bourdieu. Eğer toplumsal eyleyiciler tahakküm altında bulunuyorsa, der Bourdieu, Durkheim ve Marx’a dayanarak, bu her şeyden önce eylemleri ve dünyaya bakışları, mevcut bir toplumsal dünyanın, mevcut bir toplumsal dünya tarihinin ve toplumsal uzamda bulundukları konumun birer ürünü olduğu içindir. Örneğin, kişilerin, sanatçının, siyasetçinin, işçinin, küçük memurun veya girişimcinin davranışlarının ilkeleri, ona göre, cogito’nun egemen kararlarında veya “rasyonel seçim”de aranmamalıdır.
Bourdieu için, eylemin ilkesi şu iki unsur arasındaki ilişkilerde aranmalıdır:
- Bir taraftan eyleyicinin toplumsal güzergahı ve koşullan tarafından yapılandırılmış ve onun eyleme, görme ve algılama biçimlerini (habitusunu) yapılandıran bir yatkınlıklar sistemi;
- diğer yandan, eyleyicinin eylemini geliştirdiği, tarihsel olarak az ya da çok özerkleşmiş faaliyet “alanları” (örneğin ekonomik alan, siyasal alan, gazetecilik alanı, spor alanı, edebiyat alanı).
Her alan, der Bourdieu, alan içindeki meşru kaynaklarla eşitsiz biçimde donatılmış eyleyiciler ve topluluklar arasındaki bir mücadele alanıdır, her seferinde özgül bir hedef etrafında gelişen bir rekabet uzamıdır. Her alan kendine özgü sermaye biriktirme mekanizmaları ve tahakküm biçimleriyle tanımlanır. Her ne kadar kimi tahakküm biçimleri her alanın içinden geçecek özellikteyse de, tıpkı erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakkümü gibi, örneğin edebi sermaye biriktirme şekilleri ve hedefleri ekonomik sermaye biriktirme biçimlerinden farklılaşır (bkz. Sanatın Kuralları). Böylece Bourdieu, şüphesiz ekonomik sermayenin, fakat aynı zamanda kültürel sermaye ile toplumsal sermayenin eşitsiz dağılımının, eyleyicilerin farklı “stratejilerini”, durumları farklı şekillerde görmelerini, farklı eyleme biçimlerini, birbirini dışlama veya yakınlaşmalarını nasıl açıkladığını göstererek birikim analizlerini inceleştirir. Bu şekilde, eğitimdeki seçimin halk kesimlerinden gelen çocukları nasıl elediğini ve tersine (sınıfsal kökenlerinden dolayı) kendilerine meşru konuşma, davranma, kültürel ve eğitimsel bakımdan üretme biçimleri miras bırakılanları kutsadığını açıklayabilir (Varisler, Yeniden Üretim). Büyük Okullardaki öğretim görevlileri ile büyük Devlet makamlarının üyelerinin çocukları, yani en büyük kültürel ve toplumsal sermaye donanımına sahip olanlar arasındaki habitus yakınlıklarının kuşaktan kuşağa nasıl yeni bir “Devlet soyluluğu”nun yeniden üretimine katkıda bulunduğunu gözler önüne serebiliyor. Böylece halk kesimlerinin maruz kaldığı ekonomik şiddete bir de devasa bir sembolik şiddet eklenerek, en az sermayeyle donanmış olanların nesnel olarak egemen konumlara ulaşmalarını engelliyor. “İktidar alanı” diye belirtir Bourdieu Devlet Soyluluğu‘nda, farklı alanların egemenlerinin birbirleriyle çatıştığı bir mekan, “farklı iktidarların sahipleri arasındaki iktidar için bir mücadeleler alanıdır”.
Belki her şeyden önce onun siyasal alana dair tespitlerini ve giderek daha da özerklik kazanan kariyerlere yönelen “temsilcilerin” kendilerini seçenlerden nasıl özerkleştiği ve “temsil ettiklerini” siyasete doğrudan müdahale etme kapasitelerinden mahrum bırakacak ölçüde (örneğin tartışmaları teknik boyuta taşıyarak) temsiliyet mekanizmalarını, yapısal olarak kendi yararlarına nasıl yıprattığına dair analizlerini militanların akıllarında kalacaktır. Oy avcılığı müteşebbislerine dönüşmüş “sözcülerin” meşru siyasal sorunları –meşru olarak gösterdikleri sorunları, tıpkı bugün “güvensizlik” sorunu gibi– “meşru” hale getirme konusunda kendilerini nasıl bir tekel olarak sundukları akıllarda kalacaktır. Aynı şekilde, “oy” konusunun işlendiği Actes de la Recherche en Sciences Sociales dergisinin sondan bir önceki sayısı da hatırlanacaktır. Siyaset profesyonellerinin bu tekelini dağıtmak, siyasal faaliyet alanındaki bu soygunlarını engellemek içindir ki Bourdieu 1981 seçimlerinde [eleştirel stand-up’çı] Coluche’ü destekleyecektir. Bu vekalet mekanizmalarına şüpheyle baktığı için, son dönemde toplumsal hareketin özerkliğini ve doğrudan müdahalesini cesaretlendirmiştir. Militanlar, cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birlikte, “kamuoyunu” son derece yapay biçimde inşa eden kamuoyu yoklamalarına getirdiği eleştiriyi de unutmayacaktır: kamuoyu ölçümlerini yapanlar insanların kendilerine sormadığı sorunsalları onlara dayatmakta ve toplanan rakamların yorumunu kendi tekellerine almaktadır. 1995′te Balladur ve 2002’de Le Pen örneklerinde olduğu gibi bu yoklamaların yanlış teşhis ve fantezi ürünü öngörü biçimindeki sonuçları, bugün Bourdieu’nün analizlerine birer kanıt oluşturmaktadır. Fakat militanlar akıllarında özellikle “gerçekliğin toplumsal inşasına” dair Bourdieucü analizin toplumsal inşaların keyfîliğini nasıl gözler önüne serdiğini tutacaklardır. Tarihin yaptığını tarih bozabilir diye tekrarlardı Bourdieu. Onun sosyolojisi, gördüğümüz gibi, sanat için sanattan ziyade “dövüş sporuna”, toplumsal mücadeleye benziyordu. Bununla birlikte toplumsal mücadeleler içindeki “solcu sol”u cesaretlendirmekten de geri kalmıyordu.
Özgün katkılarından biri de, sınıf mücadelelerinin aynı zamanda nasıl meşru toplumsal sınıflandırmalar konusunda mücadeleler olduğunu göstermesi olmuştur: sınıf ırkçılığı biçimlerine uygun şekilde “toplumsal bakımdan öteki”lerin zevklerinin kınanması ve değersizleştirilmesi (bkz. ve bu şiddeti örtecek dünyayı görme biçimlerini dayatma girişimleri (ücretlilerin new-management’ta birer “işbirlikçi” haline gelmesi).
Son yıllarda Bourdieu, G. Mauger ve F. Lebaron ile Raisons d’Agir [Eyleme Nedenleri] koleksiyonunu başlatarak daha etkin olmanın yollarını arıyordu: bunlar, suç ortaklığı gazeteciliğini, liberal işsizlik teorilerini, dünyanın düzenini kaderleştiren bir hazır-düşüncenin televizyon tarafından üretilmesini, sosyal-liberalizmi, ceza devletini gibi konulan bunları teşhir etmek hedefiyle ele alan gayet anlaşılır biçimde yazılmış, ucuz kitapçıklardır… Bugün yapılacak tek şey, bu metinlerin okunmasını tavsiye etmektir.
Çünkü, doğal olarak Bourdieu’den akılda kalan özellikle onun çeşitli birikim biçimlerine dair analizidir. Farklı toplumsal grupların, estetik zevkler veya “siyasi tercihler” gibi farklı pratiklerini açıklamak için farklı sermaye biçimlerinin (ekonomik sermaye, toplumsal sermaye, kültürel sermaye) payının incelenmesi gerektiğini öneriyordu. Fakat son yıllarda Contre-Feux [Karşı-Ateşler] isimli iki eseriyle yeniden ekonomik eşitsizlikler üzerine çalışmaya dönmüştü. Yeni ekonomik tahakküm biçimini karakterize eden emek alanındaki esneklik [flexibilité] ile sömürünün [exploitation] yoğunlaşmasının birleşmesine işaret etmek için “flexploitation” kavramını önermişti. Aynı şekilde, egemen sınıfların ortaklaştığı ve liberal küreselleşmeye katkıda bulunan yeni söylemi, “Tietmeyer düşüncesini” teşhir etmişti.
Dolayısıyla Bourdieu’de laboratuarına kapalı bilim insanının tipik modelini görmekten daha yanlış bir şey yoktur; her ne kadar siyasal angajmana ve kamusal tartışmalara –özellikle de tartışmanın kavramlarını değiştirmek için– geri dönmek için laboratuarda oluşturduğu sosyal bilim araçlarıyla silahlansa da.
Kimileri Bourdieu’yü yalnızca bilimsel çalışmasına indirgemek isterdi. Kimileri onun akademik modellere uymasını veya onun yalnızca egemen entelektüel imajının akıllarda kalmasını isterdi ve da istemeye devam ediyor. Bir nevi Bourdieu’yü depolitize etmek isterlerdi. Farklılaşma, Devlet Soyluluğu, Homo Academicuskadar Toplumbilim Sorunları’nda bulunan sporla veya modayla kurulan farklı ilişkiler üzerine analizlerinde de sınıflar-arası mücadele, özellikle de sınıflar arası sınıflandırma mücadelesi veya “yerleşmiş” olanlar ile “aday” olanlar arasında mücadeleler düşüncesinde o kadar belirgindir ki yazdıklarını bir saat okuyan kişi bile bunun imkânsız olduğunun farkına varır. Dahası Bourdieu Pratik Duygusu‘ndan beri dünya hakkındaki, özellikle de toplumsal dünya hakkındaki entelektüel bakış açısının –ki bu bilimin toplumsal pratiklerle kurduğu ilişkinin alışıldık biçimidir– sakatlığını teşhir etmekten vazgeçmedi. Bilim insanlarının tepeden bakan konumunun, eylemlerin sonuçlarından eyleyicilerin ilk baştaki, varsayılan niyetlerini çıkarsamaya yönelik teleolojik eğilimlerinin, eyleyen eyleyicinin her şeyden önce “eyleme kapıldığı”, “pratik tarafından yakalandığı” (belki habitusun düzenlediği) bir doğaçlama gibi “kendini gerçekleştirmekte olan” eylemin pratik ekonomisini nasıl kaçırdıklarını gösteriyordu. Bourdieu’nün sosyolojisi tabi ki akademik âlimlere has bu entelektüalizmin bir eleştirisi gibi okunabilir. O âlimler ki, “kendini gerçekleştiren” eylemi bulundukları yerden açıklamak için eyleme dair mesafeli bakışlarını genelleştirme iddiasındadırlar. Bu kuvvetli eleştiriyi, hiç şüphesiz, çok çok uzaktan, [Siyasal Araştırmalar Enstitüsünün bulunduğu] Saint-Guillaume sokağından ve çevresindeki salonlardan militan faaliyet veya oy verme üzerine atıp tutan siyaset uzmanlarına yöneltmek gerekir. Böylece, kendi sınıf etno-merkeziyetçiliklerine kısılıp kalmış hatta halkı ahlaki bakımdan yontma rolüne soyunmuş halleriyle [Le Pen'in aşırı milliyetçi partisi] Ulusal Cephenin aldığı oyu da hiç anlayamamışlardır. Hakikaten de, sınıfından kopma [deklase olma] yolunda olan halk kesimlerine ait kimselerin, kendilerinden daha yoksul olanlarla (toplu konutlardan oluşan varoşlarda oturanlarla, mülteci topluluklarıyla) kendileri arasındaki mesafeyi simgesel olarak vurgulamak için Le Pen’e oy verdiğini göz önünde bulundurmazsak bu oyu hiçbir şekilde anlayamayız. Esasında nesnel açıdan bu kesimlere yaklaşmakla birlikte, öznel bakımdan, onları kendilerinden hala çok uzakta gibi algılamayı sürdürmek istiyorlar. Dolayısıyla, Le Pen’e verilen oylar, bir boyutuyla, bazı kesimlerin sınıflarından kopuşunun önünü almak için yapılmış simgesel bir manevrayı temsil etmektedir. Bu, hiç şüphesiz bunu kabul etmek ve sıradanlaştırmak gerektiği anlamına gelmez, fakat eleştirmek istiyorsak önce ne ifade ettiğini anlamamız gerekiyor. Burada analizini özetlediğimiz ve şemalaştırdığımız (…) bu oy, gördüğümüz gibi “küflenmiş Fransa” (Sollers) veya “çürük Fransa” (July) gibi medyatik teşhirlere indirgenemez. Etkin biçimde bununla mücadele etmek için anlamak, sosyolojik açıdan anlamak lazım. Bu da ancak, Bourdieu’yü hem takip eden hem eleştiren Claude Grignon ve Jean-Claude Passeron’un Le Savant et le populaire [Âlim ve Halk]’de incelediği sınıf ırkçılığından uzaklaşarak mümkün.
Çünkü Bourdieu’yü tabii ki eleştirmek de lazım, (elimizden geldiğince) Bourdieu’ye karşı Bourdieu’yü kullanmak ve, onu bir türbeye kapatmak yerine –ki bundan muhtemelen nefret ederdi– canlı bir akıl yürütmeyle diyalogu ve polemiği tercih etmek gerekir. Fakat her şeyden önce onu okumak lazım. Ve ona karşı çıkanlardan çok azı, şimdiye dek buna girişti. Peki Bourdieu’yü okumak mümkün mü, eserleri bu denli bir karmaşıklık ve anlaşılmazlık ünü salmışken? Karmaşık olduğu kesin; metinlerinin bir paragrafı dahi aylarca araştırma gerektirmişken tersi mümkün mü? Anlaşılmaz olduğu fikrine ise karşı çıkmak gerekiyor, ya da bunun kitabına göre değiştiği söylenebilir. Dünyanın Sefaleti, Toplumbilim Sorunları, Karşı Ateşler, Televizyon Üzerine kesinlikle ulaşılabilir giriş kapılarıdır. Dolayısıyla bu ünün yeniden üretiminin dünya düzenine uyum gösterenlere -tam da bu düzen onlara hizmet ettiği için ona uyum gösterenlere- ne kadar hizmet edebileceğini çok iyi görebiliriz.
Bourdieu ise, ölümünün ardından Annie Emaux’nun çok doğru bir biçimde vurguladığı gibi, bambaşka bir şeye hizmet etmiştir. En azından halkın zevklerinin, temsillerinin, olma ve yapma biçimlerinin değersizleştirilmesinin bir toplumsal zorlamadan, egemen grupların dünyayla kurdukları ilişkiyi dayatmalarından kaynaklandığını göstermeye yaramıştır. Bourdieu’nün yaptığı bu konuda halk kesimlerinden gelen kişilere atfedilen sorumluluğu üzerlerinden almayı sağlar. Tahakkümün doğal olmadığını göstermek, tahakkümü sağlayan ve yeniden üreten simgesel sistemleri fetişleştirmeden arındırmak, işte tüm bir yaşantının eseri bu olmuştur. Bu nedenle de nasıl ki, muhtemelen, bir Freud devrimi olmuşsa, XX. Yüzyılda bir de “Bourdieu devrimi” olmuştur.
Alıntılanan kaynak: http://istifhanem.com/2012/04/21/bourdieudevrimi-pelletier/
Emrah Göker'e teşekkürlerimizle.]
Emrah Göker'e teşekkürlerimizle.]
Yorumlar
Yorum Gönder