Ana içeriğe atla

Minör Edebiyat Nedir? - Gilles Deleuze & Felix Guattari

Haklı olarak, burada, yalnızca içeriklerden ve içerik biçimlerinden bahsettik: Eğik baş-dik baş, üçgenler-kaçış çizgileri. Anlatım alanında ise, eğik başın fotoğrafla, dik başın sesle birleştiği doğrudur. Ama anlatımın biçimi ve biçimsizleşmesi kendi başlarına düşünülmedikçe, içerikler düzeyinde bile gerçek bir çıkış bulunamaz. Bize işlemi yalnızca anlatım verebilir. Anlatım sorunu, Kafka tarafından, evrensel bir soyutluluk biçiminde değil, minör denilen edebiyatlarla -örneğin Varşova ya da Prag'daki Yahudi edebiyatıyla- ilişkisi içinde ortaya konulmuştur. Minör edebiyat, minör bir dilin edebiyatı değil, daha ziyade, bir azınlığın majör bir dilde yaptığı edebiyattır. Ama temel özelliği dilin güçlü bir yersizyurtsuzlaşma katsayısından her koşulda etkilenmiş olmasıdır. Kafka, Prag Yahudilerine yazı yolunu tıkayan ve edebiyatlarını olanaksız kılan çıkmazı şu şekilde tanımlar: Yazmama olanaksızlığı, Almanca yazma olanaksızlığı, başka türlü yazma olanaksızlığı.[1] Yazmamak olanaksızdır, çünkü ulusal bilinç, ister belirsiz olsun ister baskı altında, zorunlu olarak edebiyattan geçer. (“Edebi savaş, olası en geniş ölçekte gerçek bir meşruluk kazanır.”) Almancadan başka bir dilde yazma olanaksızlığı, Prag Yahudileri için, başlangıçtaki Çek yerliyurtluluğu ile ortadan kaldırılamaz bir uzaklık duygusu anlamına gelmektedir. Almanca yazma olanaksızlığı ise, “kitabi” ya da yapay bir dil konuşan baskıcı azınlığın, bizzat Alman nüfusunun yersizyurtsuzlaşmasıdır; Yahudiler, olsa olsa, hem bu azınlığın bir parçasıdırlar, hem de tıpkı “Alman çocuğu beşiğinden çalmış olan çingeneler” gibi bu azınlıktan dışlanmışlardır. Özetle, Prag Almancası, tuhaf minör kullanımlara uygun, yersizyurtsuzlaşmış bir dildir (bugün başka bir bağlamda, Siyahların, Amerikan diliyle yapabildiklerine bakınız).

Felix Guattari - Gilles Deleuze
Minör edebiyatların ikinci özelliği, bu edebiyatlardaki her şeyin politik olmasıdır. Tersine, “büyük” edebiyatlarda bireysel sorun (ailevi, evliliğe ilişkin vb.) daha az bireysel olmayan başka sorunlarla birleşme eğilimindedir, toplumsal ortam, çevre ve arka-plan olarak kullanılır; öyleki, bu Oedipusçu sorunların hiçbiri ne özellikle vazgeçilmezdir ne de mutlak olarak zorunludur; ama tümü birlikte daha geniş bir mekanda “blok oluşturur.” Minör edebiyat ise tümüyle farklıdır: Daracık mekanı, her bireysel sorunun doğrudan politikaya bağlanmasını sağlar. Yani bireysel sorun, içinde bambaşka bir öykü hareket ettiği oranda zorunlu, vazgeçilmez ve mikroskop altında büyütülmüş hale gelir. Aile üçgeni, bu anlamda, bu üçgenin değerlerini belirleyen ticari, ekonomik, bürokratik, hukuksal başka üçgenlerle de bağlantılıdır. Kafka, “babalar ile oğullar arasındaki çatışmanın yumuşatılarak, bu çatışma üzerinde konuşma olanağının yaratılması”nı minör bir edebiyatın hedefleri arasında saydığında, Oedipusçu bir fantasma değil, politik bir programdır söz konusu olan. “Bireysel konular üzerinde, çokluk serinkanlı ve enine boyuna düşünülmek istense bile, yine de onların aynı türdeki konularla ilintili bulunduğu sınırlara dek ulaşılamaz, daha doğrusu, erişilen sınır onları politikadan ayıran sınırdır, hatta burada var olmazdan da önce fark edilmeye çalışılır bu sınır, dört bir yanda gittikçe küçülürken görülmek istenir. (…) Büyük edebiyatlarda olup biten ve bir binanın varlığı için zorunlu sayılamayacak olan bodrum katını oluşturan şey, küçük edebiyatlarda ancak bir aydınlık içinde gerçekleşir. Büyük edebiyatlarda ancak bir anlık konuşmaya neden olan şey, küçük edebiyatlarda herkesin ölüm kalımıyla ilgili bir karar niteliği taşır.”[2]



Üçüncü özellik, her şeyin kolektif bir değer taşımasıdır. Gerçekten de, minör bir edebiyatta yetenekli kişilere bolca rastlanmadığından, koşullar, şu ya da bu “usta”ya ait olan ve kolektif sözcelem’den ayrılabilir, bireyleştirilmiş bir sözcelem’den kaynaklanmaz. Öyle ki, yetenekli kişilere az rastlanması aslında yararlıdır ve ustalar edebiyatından başka bir şeyin kavranmasına izin verir: Yazarın tek başına dile getirdiği şey zaten ortak bir eylemi oluşturur ve söylediği ya da yaptığı şey, başkaları hemfikir olmasa da zorunlu olarak politiktir. Politik alan her türlü sözceye bulaşmıştır. Dahası, özellikle kolektif ya da ulusal bilinç “dış yaşamda çoğunlukla edilgin ve her zaman dağılma sürecinde” olduğundan, bu kolektif, hatta devrimci sözcelem işlevini ve rolünü olumlu olarak üstlenen de yine edebiyattır: Kuşkuculuğa rağmen etkin bir dayanışmayı yalnızca edebiyat üretebilir; ve eğer yazar kendi dayanıksız cemaatinin kıyısında ya da uzağındaysa, bu konum onu, başka potansiyel topluluğu ortaya çıkarmak, başka bir bilincin ve başka bir duyarlılığın araçlarını oluşturmak için daha da yeterli kılar. Tıpkı “Bir Köpeğin Araştırmaları”ndaki köpeğin, münzeviliği içinde bir başka bilime başvurması gibi. Edebi makine böylece gelecekteki devrimci makinenin görevini üstlenir, ama bunun nedeni kesinlikle ideolojik değildir, başka her yerde eksikliği duyulan kolektif bir sözcelemin –edebiyat halkın işidir­-[3] koşullarını yalnızca o getirebileceği içindir. Sorun Kafka için tam da bu sözcüklerle ortaya konur. Sözce, ne nedeni olacak bir sözce öznesine, ne de sonucu olacak bir sözcelem öznesine gönderir. Kuşkusuz, Kafka, bir süre boyunca, yazar ve kahraman, anlatıcı ve kişi, düşleyen ve düşlenen  şeklindeki bu geleneksel özne kategorilerini izleyerek düşünmüştür.[4] Ama, Goethe’ye duyduğu hayranlığa rağmen yazar ya da usta edebiyatını reddetmiş olması gibi, anlatıcı ilkesinden de çabuk vazgeçer. Fare Josefine, “ulusunun kahramanlarının oluşturduğu sayısız kalabalığın” kolektif sözceleminde erimek için, şarkısını bireysel olarak icra etmekten vazgeçer. Bireyleşmiş hayvandan sürüye ya da kolektif çoğulluğa geçiş: Yedi müzisyen köpek. Yine “Bir Köpeğin Araştırmaları”ndaki münzevi araştırmacının sözceleri, köpek türünün kolektif sözceleminin düzenlenmesine yöneliktir; bu kolektiflik hiçbir zaman –ya da henüz- verilmemiş olsa bile. Özne yoktur, yalnızca kolektif sözcelem düzenlemeleri vardır – ve edebiyat, bu düzenlemeleri, henüz dışarıda olmadıkları ve yalnızca gelecekteki şeytani güçler ya da oluşturulacak devrimci güçler olarak var oldukları koşullarda dile getirir. Kafka’nın münzeviliği onu, bugün tarihin içine işlemiş olan her şeye açmıştır. K harfi, artık ne bir anlatıcıyı ne de bir kişiyi gösterir; bir bireyin, münzeviliği için kendilerine bağlı olması ölçüsünde, makinesel olan bir düzenlemeyi ve kolektif bir faili gösterir (bireyin kolektif olandan ayrılabilmesi ve kendi işini yürütmesi, yalnızca bir özneyle ilişkilidir).
Minör edebiyatın üç özelliği; dilin yersizyurtsuzlaşması, bireyselin dolaysız-politik olana bağlanması ve sözcelemin kolektif düzenlenişidir. Sanki “minör”, artık bazı edebiyatları değil, büyük (ya da yerleşik) diye adlandırılan edebiyatın bağrındaki her türlü edebiyatın devrimci koşullarını nitelemektedir. Büyük bir edebiyat ülkesinde dünyaya gelme bahtsızlığına sahip biri bile kendi dilinde yazmak zorundadır; tıpkı bir Çek Yahudi’sinin Almanca ya da bir Özbek’in Rusça yazmak zorunda olması gibi. Sığınacak yer arayan bir köpek, yuva yapan bir fare gibi yazmak. Bunun için ise, kendi azgelişmişlik noktasını, kendi taşra ağzını, kendi üçüncü dünyasını, kendi çölünü bulmak. şu çok tartışıldı: Marjinal bir edebiyat vb. nedir? Şu da tartışıldı: Halkçı, proleter bir edebiyat vb. nedir? Daha nesnel bir kavramdan, minör edebiyat kavramından yola çıkmadıkça, açıktır ki, ölçütler belirsizliklerini koruyacaktır. Majör bile olsa bir dilin minör kullanımını içeriden kurma olanağı, popüler edebiyatı, marjinal edebiyatı vb. tanımlamaya izin veren tek şeydir.[5] Edebiyat, yalnızca bunun karşılığında edebiyat, gerçekten kolektif bir anlatım makinesi haline gelebilir ve içerikleri ele almayı, ortaya çıkarmayı becerebilir. Kafka, minör bir edebiyatın malzemeyi işlemeye daha elverişli olduğunu özellikle belirtmiştir.[6] Bu anlatım makinesi nedir ve buna ne gerek vardır? Bu makinenin dille çoğul bir yersizyurtsuzlaşma ilişkisi içinde olduğunu biliyoruz: Kırsal kesimle birlikte Çekçeyi de terk eden Yahudilerin konumu, ama aynı zamanda, “kitabi dil” olarak bu Alman dilinin konumu. Öyleyse, daha ileri gidelim ve anlatım içindeki bu yersizyurtsuzlaşma hareketini daha ileri götürelim. Yalnızca, iki olası tarz vardır: Ya bu Almanca yapay olarak zenginleştirilir, simgeciliğin, düşçülüğün, ezoterik bir anlayışın, gizli bir gösterenin bütün kaynaklarıyla doldurulur – Prag Okulu’nun, Gustave Meyrink ve Max Brod’un da aralarında olduğu birçoklarının tarzı budur.[7] Ama bu girişim, ilkörneklere, Kabala’ya ve simyaya dayanan, simgesel yeniden-yerliyurtlulaşmaya yönelik olan, halkla kopuşu şiddetlendiren ve “Sion düşü” şeklindeki bir Siyonizmden başka siyasal çıkış bulamayan umutsuz bir çabayı işin içine sokar. Kafka hızla diğer tarza yönelir, daha doğrusu onu icat eder: Prag Almancasını tercih etmek, nasılsa öyle, hatta bütün yoksulluğu içinde. Yersizyurtsuzlaşmada hep daha ileri gitmek… kanaatkârlığın verdiği güçle. Sözcük dağarcığı kuruduğuna göre, onu yoğunluğu içinde titreştirmek. Her türlü simgesel, hatta anlamlandırıcı ya da yalnızca gösteren dil kullanımının karşısına, tamamen yoğun bir dil kullanımını koymak. Kusursuz ve biçimlenmemiş bir anlatıma, maddi, yoğun bir anlatıma ulaşmak. (Olası iki tarzla ilgili olarak, başka koşullarda, Joyce ve Beckett’ten de söz edemez miyiz? Bu iki İrlandalı da, minör bir edebiyatın minör olmasının, yani her türlü edebiyat için devrimci olmasının zaferidir. Joyce’da İngilizcenin ve tüm dilin kullanımı. Beckett’te İngilizce ve Fransızcanın kullanımı. Ama Joyce, taşkınlık ve üst-belirlenim yoluyla hareket etmeye devam eder ve her türlü dünyevi yeniden-yerliyurlulaştırmayı işlerken, Beckett, kuruluğun ve kanaatkârlığın, kasıtlı yoksulluğun verdiği güçle, yoğunluklardan başka bir şey kalmayana kadar götürür yersizyurtsuzlaşmayı.)



Franz Kafka
Kendilerinin olmayan bir dilde yaşayan ne kadar insan vardır günümüzde? Kendi dillerini bile bilmeyen ya da henüz bilmeyen ve kullanmaya zorlandıkları majör dili de iyi bilmeyen ne kadar insan vardır? Göçmenlerin ve özellikle de çocukların sorunu. Minör bir edebiyatın sorunu, ama aynı zamanda hepimizin de sorunu: Dili eşeleyebilecek ve bunu yalın bir devrimci çizgi boyunca geliştirebilecek minör bir edebiyat, öz dilden nasıl çekip çıkartılır? İnsan nasıl kendi öz dilinin göçebesi, göçmeni ve çingenesi olur? Kafka, çocuğu beşikten çalmak, gergin ipte dans etmek, diyor.
Zengin ya da yoksul, her dil, her zaman ağzın, dilin ve dişlerin yersizyurtsuzlaşmasını kendi içinde barındırmıştır. Ağız, dil ve dişler, ilk yerliyurtluluklarını besinlerde bulurlar. Seslerin eklemlenmesine kendilerini adayan ağız, dil ve dişler yersizyurtsuzlaşırlar. Demek ki, yemek ile konuşmak arasında belli bir ayrım vardır –dahası, görünüşlerine rağmen, yemek ve yazmak arasında da bir ayrım vardır: Yemek yerken yazılabilir kuşkusuz, yerken konuşmaktan daha kolaydır bu, ama yazı, sözcükleri besinlerle rekabet edebilecek şeylere dönüştürür daha ziyade. İçerik ile anlatım arasındaki ayrışma. Konuşmak, özellikle de yazmak, oruç tutmaktır. Kafka, besin konusunda ve en üstün besin olan hayvan ya da et konusunda, kasap konusunda, dişler, kirli ya da altın kaplamalı iri dişler konusunda kalıcı bir saplantıyı ortaya koyar.[8] Bu Felice’yle yaşadıkları en temel sorunlardan biridir. Oruç tutmak Kafka’nın yazdıklarında sürekli ortaya çıkan bir konudur, bu uzun bir oruç öyküsüdür. Kasapların gözetimi altındaki Açlık Cambazı, çiğ etlerle beslenen hayvanların yanında tamamlar mesleğini ve ziyaretçileri, rahatsız edici bir seçenekle yüz yüze bırakır. “Bir Köpeğin Araştırmaları”ndaki köpeğin soru sormasını engellemek isteyen diğer köpekler, ağzını yiyecekle doldurarak onu meşgul etmeye çalışırlar –bu da rahatsız edici bir seçenektir: “Ama o zaman da beni başlarından atmaları, soru sormamı yasaklamaları gerekmez miydi? Hayır, işte bunu yapmayı düşünmüyorlardı, gerçi sorularımı işitmek istemiyorlar, ama sorularımdan ötürü beni başlarından atmaya da kalkmıyorlardı.” “Bir Köpeğin Araştırmaları”ndaki köpek iki bilim arasında tereddüt eder; toprağın ve eğik başın besin bilimi (“Toprak bu besini nereden edinir?”) ile başlangıçtaki yedi müzisyen köpeğin ve sondaki şarkı söyleyen köpeğin tanıklık ettikleri gibi, “hava”nın ve dik başın müzik bilimi arasında gidip gelir: İkisi arasında yine de ortak bir şeyler vardır; çünkü, tıpkı müziğin garip bir biçimde sessiz olabilmesi gibi, besin de yukarıdan gelebilir ve besin bilimi yalnızca oruçla gelişir.
Aslında dil genellikle, yersizyurtsuzlaşmasını anlamın içindeki yeniden-yerliyurtlulaşmayla dengeler. Bir anlamın organı olmaktan çıkarak, anlamın aracı haline gelir. Gerçek anlam olan anlam, seslerin adlandırılmasının (sözcüğün adlandırdığı şey ya da şeylerin hali) belirlenmesini mecazi anlam ise, imgelerin ve metaforların (sözcüğün bazı bakımlardan ya da bazı koşullar altında uygun düştüğü diğer şeyler) belirlenmesini, yönlendirir. Yani “anlam”da yalnızca tinsel bir yeniden-yerliyurtlulaştırma değil, yine bu anlam tarafından gerçekleştirilen fiziksel bir yeniden-yerliyurtlulaştırma da vardır. Buna paralel olarak, dil yalnızca, anlamla ilişki içinde olan bir sözcelem öznesinin ve doğrudan doğruya ya da metafor dolayımıyla adlandırılan şeyle ilişki içinde olan bir sözce öznesinin ayrım ve tamamlayıcılığıyla var olur. Dilin bu türden sıradan bir kullanımı, genişletilmiş ya da temsili diye adlandırılabilir: Dilin yeniden-yerliyurtlulaştırıcı işlevi (örneğin, “Bir Köpeğin Araştırmaları”nın sonundaki şarkıcı köpek, kahramanı oruç bozmaya zorlayarak onu bir anlamda yeniden-Oedipuslaştırır.)
Oysa: Çekçe ve Yidiş diliyle karışmış, kuru bir dil olan Prag’daki Alman dilinin konumu, Kafka’nın buluşunu olanaklı kılacaktır. Böyle olduğuna göre (“böyle böyle”, Kafka’nın pek sevdiği ifade, bir olgu halinin protokolü…), anlam terk edilecek, ima edilecek ve ondan geriye yalnızca kağıttan bir iskelet ya da silüet kalacaktır:
1) Eklemlenmiş ses, yersizyurtsuzlaşmış, ama anlamda yeniden-yerliyurtlulaşan bir gürültüyken, şimdi kendisini ödünsüz ve mutlak olarak yersizyurtsuzlaştıracak olan sestir. Bu yeni yersizyurtsuzlaşmayı kateden ses ya da sözcük, anlamlı dilden türediği halde ona ait değildir, bu türden bir izlenim yarattığı halde düzenlenmiş bir müzik ya da şarkı da değildir. Gregor’un sözcükleri karıştırıp bozan cıvıldamasını, farenin ıslığını, maymunun öksürüğünü gördük; ve piyano çalmayan piyanisti, şarkı söylemeyen ve söylemediği şarkıdan şarkısını doğuran şarkıcıyı, tüm gövdeleriyle müzisyen oldukları ölçüde ortaya müzik çıkartmayan müzisyen köpekleri de gördük. Anlamlı dilin bir kaçış çizgisini katetmesi gibi, düzenlenmiş müzik de, kendi adına konuşan ve artık biçimlenme gereksinimi duymayan anlatımsal bir canlı maddeyi özgürleştirmek için, bir ilga çizgisini her yerde kateder.[9] Anlamdan koparılmış, anlamdan kazanılmış dil, etki bir anlam etkisizleştirilmesi sağlayarak yönelimini artık yalnızca bir sözcük vurgusunda, bir bükünde bulur: “Yer yer küçük bir sözcükte yaşayabilirim ben; sözcüğün ince seslisinde bu işe yaramaz başımı bir an yitiriyorum(…) sezgilerim, bir balığın sezgilerini andırıyor.”[10] Çocuklar şu alıştırmada çok beceriklidir: Anlamı belli belirsiz hissedilen sözcüğü, kendi üzerinde titreştirmek için yinelemek (Şato’nun başında, okul çocukları öyle hızlı konuşurlar ki, ne söyledikleri anlaşılmaz). Kafka, çocukken, babasının söylediği bir sözü tam bir anlamsızlık çizgisine vardırmak üzere nasıl yinelediğini anlatır: “Ay sonu, ay sonu…”[11] Kendi başına bir anlam taşımayan özel ad, bu alıştırmaya özellikle uygundur: i üzerindeki vurgusuyla Milena, “Bohemya’da yolunu şaşırmış, Çekler tarafından ırzına geçilmiş, telaffuz konusunda aldatılmış bir Yunanlı ya da Romalı”yı çağrıştırmaya başlar; sonra, daha incelikli bir yaklaşıklıkla, “kollarda taşınan, dünyadan ya da ateşten koparılıp  alınan bir kadın”ı çağrıştırır, bu durumda, her zaman mümkün olan düşüşe ya da tersine, “yükünüzle birlikte yapacağınız neşeli sıçrayış”a vurgu yapılır.[12]
2) Milena adının iki çağrışımı arasında, tümüyle göreli ve ince ayrımlı da olsa, belli bir farklılık var gibi görünmektedir bize: Biri, genişletilmiş ve mecazi, düşsel bir sahneye bağlanır; ikincisi ise, adın bizzat kendisinde bulunan yoğunluk eşiği olarak bir düşüşü ya da bir sıçrayışı belirttiğinden zaten çok daha yoğundur. Aslında, anlam etkin bir biçimde etkisizleştirildiğinde, olup biten işte şudur: Wagenbach’ın dediği gibi, “Sözcük efendi olarak hüküm sürer, imgenin doğuşuna doğrudan kaynaklık eder.” Ama bu işlemi nasıl tanımlamalı? Anlamdan geriye, yalnızca kaçış çizgilerini yönlendirecek kadar bir şey kalır. Artık yalnızca ir yoğun haller sekansı, şu ya da bu yönde, yukarıdan aşağı ya da aşağıdan yukarı katedilebilen bir saf yoğunluklar skalası ya da devresi oluşturan imgeler gibi bir şeyden bahsedilebilir. İmge, bu katedilen tolun kendisidir, oluş olmuştur: İnsanın köpek-oluşu ve köpeğin insan-oluşu, insanın maymun ya da kınkanatlı-oluş ve tersi. örneğin köpek sözcüğünün doğrudan doğruya bir hayvanı belirttiği ve metafor dolayımıyla (“bir köpek gibi” denilerek örneğin) başka şeylere de uygulandığı, zengin bir gündelik dil ortamında değiliz artık.[13] Günlükler, 1921: “Metaforlar, beni yazma uğraşında umutsuzluğa düşüren pek çok nedenden biri.” Kafka, her türlü metaforu, simgeciliği ve anlamlandırmayı da, her türlü adlandırma gibi, bilinçli olarak öldürür. Metamorfoz (dönüşüm) metaforun karşıtıdır. Artık ne gerçek anlam ne de mecazi anlam vardır, yalnızca sözcük yelpazesinde hallerin dağılımı vardır. Şey ve diğer şeyler, yalnızca kendilerine ait kaçış çizgisini izleyerek yersizyurtsuzlaşmış olan ses ya da sözcüklerin katettikleri yoğunluklardır artık. Bir hayvanın davranışıyla, insan davranışı arasında var olan benzerlik değildir söz konusu olan, hele sözcük oyunu hiç değildir. Artık ne insan ne de hayvan vardır; çünkü her biri diğerini, akımların birleşmesiyle, tersine çevrilebilir yoğunluklar sürekliliği içinde yersizyurtsuzlaştırır. Tersine, yoğunluk farklılığı, eşiğin aşılması, yükseliş ya da düşüş, alçalış ya da dikiliş, sözcük vurgusu gibi en yüksek derecedeki farklılıkları içeren bir oluş söz konusudur. Hayvan, insan “gibi” konuşmaz, anlamlandırmadan yoksun tonlamalar çıkartır; sözcükler de hayvanlar “gibi” değildir; ama tam anlamıyla dilbilimsel köpekler, böcekler ya da fareler olduklarından, kendi paylarına, tırmanırlar, havlarlar ve hızla ürerler.[14] Sekansları titreştirmek, sözcüğü şimdiye dek duyulmamış iç yoğunluklara açmak; özetle, dilin gösterendışı, yoğun kullanım’ı. Dahası, artık ne sözcelem öznesi ne de sözce öznesi vardır: Sözcelem öznesi bir insan “olarak” kalırken, köpek olan sözce öznesi değildir artık; sözce öznesi bir insan olarak kalırken, bir mayısböceği “gibi” olan sözcelem öznesi değildir artık. İster istemez çoğul ya da kolektif bir düzenlemenin ortasında karşılıklı bir oluşu oluşturan bir haller devresidir söz konusu olan.
Kuru söz dağarcığıyla, doğru olmayan sözdizimiyle Prag Almancası, bu kullanıma ne açıdan olanak sağlamaktadır? “Bir dilin iç gerilimleri”ni ifade eden dilbilimsel öğeleri, ne kadar çeşitli olursa olsunlar, genelde yoğunlaştırılmışlar ya da gerilim-sağlayıcılar diye adlandırabiliriz. Dilbilimci Vidal Sephiha, dilin, kendi uçlarına, birbirlerine dönüşebilir bir öteye ya da beriye doğru gerçekleşen hareketini belirleyen, “bir kavramın sınırına doğru yönelmeyi ya da onu aşmayı olanaklı kılan her türlü dil bilimsel aygıt”ı, bu anlamda, yoğunlaştırılmış olarak adlandırır.[15] Vidal Sephiha, bu tür öğelerin çeşitliliğini çok iyi bir şekilde ortaya koymuştur; bunlar, her yerde işe yarayan sözcükler, herhangi bir anlamı üstlenen fill ya da edatlar; adıl fiiller ya da İbranicede olduğu gibi yoğunlaştırılmışların ta kendisi; bağlaçlar, ünlemler, zarflar; acıya yananlam katan terimler olabilir.[16] Aynı zamanda, bunlara, sözcüklerin içsel vurgularını ve onların işlevlerini de ekleyebiliriz. Oysa, minör bir edebiyatın dilinin, bu gerilim-sağlayıcıları ya da bu yoğunlaştırılmışları özellikle geliştirdiği görülür. Wagenbach, Çekçenin etkilediği Prag Almancasını çözümlediği son derece güzel sayfalarda, niteliksel özellikler olarak şunları sayar: Edatların doğru olmayan kullanımı; adılın aşırı kullanımı; (“koymak, oturmak, yerleştirmek, kaldırmak” dizisini karşılayan, bu andan itibaren de yoğunlaştırıcı haline gelen Giben gibi) her yerde işe yarayan fiillerin kullanımı; zarfların çoğalması ve birbirini izlemesi; acı barındıran yananlamların kullanımı; sözcüğün içsel gerilimi olarak vurgunun önemi, ünsüzlerin ve ünlülerin iç ahenksizlik olarak dağılımı. Wagenbach şu konuda ısrarlıdır: Bir dilin bütün bu yoksulluk belirtileri Kafka’da bulunur, ama bunlar yaratıcı bir kullanıma sokulmuşlardır… yeni bir kanaatkârlığın, yeni bir anlatım zenginliğinin, yeni bir esnekliğin, yeni bir yoğunluğun hizmetindedirler.[17]  “Yazdığım sözcüklerin neredeyse hiçbiri diğeriyle uyuşmuyor, hurda demirlerin gürültüsüyle gıcırdayıp duran ünsüzlerin, teşhir edilen zenciler gibi şarkı söyleyen ünlülerin seslerini duyuyorum”.[18] Dil, uçlarına ya da sınırlarına doğru yönelebilmek için temsil edici olmaktan çıkar. Acının yananlamı bu dönüşüme eşlik eder; tıpkı sözcükler gibi Gregor’da acılı birer cırıldama haline geldiğinde ya da Fransız’ın çığlığı, ağzından “bir çırpıda ve tek bir tonlamayla” çıktığında olduğu gibi. Godard’ın filmlerinde Fransızcanın konuşma dili olarak kullanımını düşünün. Burada da, sonuçta, bütün tümceleri kuran, basmakalıp zarf ve bağlaçların birikimidir: Fransızcayı Fransızca bir minör dil kılan tuhaf yoksulluk; sözcüğü doğrudan imgeye bağlayan yaratıcı işlem; “yeter, yeter, bıkkınlık geldi!” sınırının yoğunlaştırılmışıyla ilişki içinde, sekans sonunda ortaya çıkıveren araç; çevrinmeyle çakışan genelleştirilmiş yoğunlaşmada kamera, imgeleri titreterek yer değiştirmeksizin döner ve tarar.
Karşılaştırmalı bir dil çalışması farklı dillerden –ikidillilik, hatta çokdillilik- hareketle tek bir topluluk için uygulanabilecek olan bir dil işlevleri çalışmasından daha az ilginç olabilir. Çünkü ayrı dillerde cisimleşebilen işlevler hakkındaki bu çalışma, yalnızca toplumsal etkenleri, güç ilişkilerini, çok çeşitli iktidar merkezlerini doğrudan hesaba katar; hiyerarşik ve buyurgan dil sistemini, buyruk iletimi, iktidar uygulaması ya da bu uygulamaya karşı gösterilen direnç bağlamlarında değerlendirmek için, “bilgilendirici” söylenden kaçar. Ferguson ve Gumperz’in araştırmalarından hareket eden Henri Gobard, kendi payına dörtlü dilbilim modeli önerir: Kırsal topluluğa ait ya da kır kökenli yerliyurtlu, yerli dil ya da anadil; devlet ya da dünya çapındaki kentsel aracı dil, topluluk dili, ticari mübadelenin, bürokratik iletinin vb. dili, ilk yersizyurtsuzlaşmanın dili; kültürel yeniden-yerliyurtlulaştırma işlevi gören gönderim dili; anlamın ve kültürün dili; kültürlerin, tinsel ya da dinsel yeniden-yerliyurtlulaştırmanın ufkundaki söylen dili. Bu dillerin uzamsal-zamansal kategorileri üstünkörü bir farklılık gösterir: Yerli dil burada; aracı dil her yerde; gönderim dili orada; söylen dili ötede’dir. Ama özellikle, bu dillerin dağılımı bir gruptan diğerine ve aynı grup içinde bir dönemden diğerine ve aynı grup içinde bir dönemden diğerine farklılık gösterir (Latince Avrupa’da, gönderim dili ve sonra da söylen dili olmadan önce, uzun zaman taşıyıcı dil oldu; İngilizce bugün dünya çapında aracı dildir).[19] Bir dilde söylenebilen şey bir diğer dilde söylenemez, söylenebilenlerle söylenemeyenlerin toplamı, her dile ve bu diller arasındaki ilişkilere göre ister istemez çeşitlilik gösterir.[20] Üstelik bütün bu etkenlerin, şu ya da bu biçimde farklılık gösteren belli belirsiz sınırları, kaygan paylaşımları olabilir. Bir dil herhangi bir işlevi falanca biçimde, bir başkasını başka bir biçimde yerine getirebilir. Dilin her işlevi de tek tek bölünür ve çoğul iktidar merkezlerini barındırır. Kesinlikle bir dil sistemi değil, bir dil bulamacı. Latincenin söylen işlevine son verilmesinden beri ayinin Fransızca okunmasına üzülen sadeleşme yanlılarının hoşnutsuzluğu anlaşılır bir şeydir. Ama akademisyenler topluluğu daha da geride kalmıştır ve Latincenin kültürel gönderim işlevine son verilmiş olmasına bile üzülürler. Böylece, bu dil dolayımıyla uygulanan, kiliseye ya da okula ait iktidar biçimlerine özlem duyulur çünkü bugün bu iktidar biçimlerinin yerini başka biçimler almıştır. Gruplar arasında daha ciddi örneklere de rastlanır. Yerli dil, lehçe ya da taşra ağzı aracılığıyla yeniden-yerliyurtlulaştırmayla bölgeciliklere geri dönüş: Dünya çapında ya da devletlerüstü bir teknokrasi neye yarar; -Servan Schreiber’den Breton ozana, Kanadalı şarkıcıya bir çok isim- güncel bir anlam şırınga etmeye çalıştıkları arkaiklikleri peşlerinden sürükleyip getirdiklerine göre, bunların devrimci hareketle katkısı nedir?... Dahası, sınır buradan da geçmiyor, çünkü Kanadalı şarkıcı, en tepkisel, en Oedipusçu yeniden-yerliyurtlulaştırmayı de gerçekleştirebilir, ah anne, ah vatanım, ah kulübem, patavatsızlık! Söyledik size, dilbilimcilerin hiç anlamadığı, anlamak istemediği bir bulamaç, karmakarışık olmuş bir öykü, siyasal bir sorun bu. Çünkü, dilbilimci olarak onlar “apolitik”tirler, saf bilgedirler. Chomsky bile Vietnam Savaşı’na karşı cesaretli mücadelesiyle, bilgece apolitikliğini ödünlemekten başka bir şey yapmamıştır.

Habsburglar İmparatorluğu’ndaki duruma geri dönelim. İmparatorluğun parçalanması ve çöküşü, yersizyurtsuzlaşma hareketlerini her yerde artırarak ve karmaşık, arkaikleştirici, söylensel ya da simgesel yeniden-yerliyurtlulaşmalara yol açarak bunalımı iki misli şiddetlendirir. Kafka’nın çağdaşları arasından rastgele birkaç isim sayalım: Einstein ve evren temsilini yersizyurtsuzlaştırması (Einstein Prag’da ders verir ve fizikçi Philipp Frank, Kafka’nın da katıldığı konferanslar düzenler); on iki ses dizisine dayalı atonal müzik yapan Avusturyalı besteciler ve müzikal temsili yersizyurtsuzlaştırmaları (Wozzeck’te Marie’nin ya da Lulu’nun ölüm çığlığı ya da yinelenen si sesi, bize bazı açılardan Kafka’nınkine yakın bir müzikal yolda ilerlendiğini gösterir); dışavurumcu sinema ve bu sinemanın imgeyi yersizyurtsuzlaştırıp yeniden-yerliyurtlulaştıran ikili hareketi (Çek kökenli Robert Wiene, Viyana’da doğan Fritz Lang ve Paul Wegener’in Prag temalarını kullanımı). Bunlara, Viyana psikanalizini ve Prag dilbilimini de elbette ekleyebiliriz.[21]  Bu “dört dil” karşısında Prag Yahudilerinin özel konumu nedir? Kırsal çevrelerden gelen bu Yahudiler için aracı dil Çekçedir, ama Çekçe giderek unutulmakta ve baskı altına alınmaktadır; Yidiş diline gelince, genellikle hor görülmekte ya da korku uyandırmaktadır, Kafka’nın dediği gibi, o korkutur. Almanca, kentlerin aracı dili, devletin bürokratik dili, ticari değiş tokuş dilidir (ama İngilizce bu işlev için vazgeçilmez olmaya şimdiden başlamıştır). Yine Almanca, ama bu kez Goethe Almancası, kültürel ve gönderimsel bir işleve sahiptir (ve ikinci olarak, Fransızcanın da bu işlevi vardır). Siyonizmin ortaya çıkışıyla birlikte söylen dili olan İbranice, hala etkin düş durumundadır. Bu dillerin her biri için, yerliyurtluluk, yersizyurtsuzlaşma, yeniden-yerliyurtlulaşma katsayıları belirlemek gerekir. Kafka’nın konumu da belirlenmelidir: Prag’ın, Çekçeyi anlayan ve konuşan ender Yahudi yazarlarından biridir o (ve bu dil, Milena’yla ilişkilerinde büyük önem kazanacaktır). Ufkunda Goethe bulunan Almanca, hem aracı hem de kültürel dil olmanın ikili rolünü gayet iyi oynar (Kafka ayrıca Fransızca, İtalyan ve kuşkusuz biraz da İngilizce bilir). İbraniceyi ancak çok sonra öğrenecektir. Karmaşık olan, Kafka’nın Yidiş diliyle ilişkisidir: Yidiş dilini Yahudiler için bir tür dilbilimsel yerliyurtluluktan çok, Almancayı kullanan göçebe bir yersizyurtsuzlaşma hareketi olarak görür. Yidiş dilinde onu büyüleyen, dinsel topluluk dili değil, popüler tiyatro dilidir (Isak Löwy’nin gezici grubunun hamiliğini ve emprezaryoluğunu üstlenir).[22]  Kafka’nın bir toplantı sırasında, Yidişçeye düşman olduğu söylenebilecek bir burjuva Yahudi topluluğa Yidişçeyi sunma tarzı son derece dikkate değerdir: Bu dil, uyandırdığı horgörüden ziyade korkutan bir dildir, “bir tür tiksintiyle karışık korku”; çalınmış, seferber edilmiş, göç etmiş, “güç ilişkileri”ni içselleştirerek göçebeleşmiş sözcüklerle yaşayan ve grameri olmayan bir dildir bu; orta yüksek-Almancaya aşılanmış olan ve Almancanın, onu ortadan kaldırmaksızın Almancaya çevrilemeyecek kadar içinde işleyen bir dildir; Yidişçe yalnızca “hissedilerek” ve yürekle anlaşılabilir. Özetle, sizi coşturup ardından sürüklemesi gereken, yoğunlaştırılmış dil ya da Almancaın yoğunlaştırılmış kullanımı, minör dil ya da kullanımlardır: “O zaman, Yidiş dilinin gerçek birliğini sezer, hem de o kadar büyük bir güçle sezersiniz ki, korkmaya başlarsınız; ama Yidiş dilinden değil, kendi kendinizden duyduğunuz bir korkudur bu. (…) Elinizden geldiği kadar tadını çıkarın!”[23]
Kafka, Çekçe aracılığıyla yeniden-yerliyurtlulaşmaya yönelmez. Prag Okulu’nda olduğu gibi, düşsel, simgesel, mitik hatta İbranileştirici kademelerde Almancanın aşırı-kültürel kullanımına da yönelmez. Sözlü ve popüler bir Yidişçeye de yönelmez. Sözlü ve popüler bir Yidişçeye yönelmez; ama Yidişçenin gösterdiği bu yola, bambaşka bir tarzda, onu tekil ve münzevi bir yazıya dönüştürmek için girer. Prag Almancası birçok bakımdan yersizyurtsuzlaştırılmış olduğuna göre, yoğunlukta her zaman daha ileri gidilecektir, ama daima yeni bir kanaatkârlık, işitilmemiş yeni bir inceleme, acımasız bir düzeltme ya da yeniden başkaldırma amacıyla. Şizo incelik, saf suyla sarhoşluk.[24]  Almanca, bir kaçış çizgisi üzerinde işletilir; perhizlerde doldurulur; kaçınmak istediği bütün azgelişmişlik noktaları Prag Almancasından çekilip alınır, tamamen kanaatkâr ve katı bir çığlık attırılır ona. Köpeğin havlaması, maymunun öksürüğü, mayısböceğinin uğuldaması çıkartılır ondan. Bu kuru Almancanın katı sözdizimiyle örtüşen bir çığlık sözdizimi elde edilir. Bu dil, artık kültürün ya da söylenin ödünleyemeyeceği bir yersizyurtsuzlaşmaya, yavaş, yapışkan, pıhtılaşmış bile olsa mutlak bir yersizyurtsuzlaşmaya kadar itilecektir. Dili yavaşça, adım adım çöle götürmek. Çığlık atmak için sözdiziminden yararlanmak, çığlığa bir sözdizimi vermek.
Minörden daha büyüğü, daha devrimcisi yoktur. Ustalar edebiyatının tümünden nefret etmek. Kafka’nın hizmetçilere ve memurlara duyduğu hayranlık (hizmetçilere ve dillerine duyulan bu hayranlık Proust’ta da vardır). Ama daha da ilginç olanı, kendi dilinden –tekil olduğu, majör bir dil olduğu ya da bir zamanlar öyle olduğu varsayılsa bile- minör bir kullanım elde etme olanağı. İnsanın kendi dili içinde bir yabancı olması: Kafka’nın Büyük Yüzücü’sünün durumudur bu.[25] Bir dil, biricik de olsa, bir bulamaç, şizofrenik bir karışım, içinde söylenebilenin ve söylenemeyenin dökümünü yapan, çok farklı bir dil işlevlerinin ve ayrı iktidar merkezlerinin iş gördüğü yamalı bir bohça olarak kalır: Bir işlev diğerine karşı kullanılır, görece yerliyurtluluk ve yersizyurtsuzlaşma katsayılarıyla oynanır. Bir dil, majör de olsa, yaratıcı kaçış çizgileri boyunca kaçmasını sağlayan ve ne kadar yavaş, ne kadar sakınımlı olursa olsun, bu kez mutlak bir yersizyurtsuzlaşma oluşturan yoğunlaştırılmış bir kullanıma uygundur. Buluş, yalnızca sözcük dağarcığına ilişkin değildir, sözcük dağarcığı pek önem taşımaz, ama kanaatkar bir sözdizimsel buluş, bir köpek gibi yazmak içindir (ama köpek yazı yazmaz. – Tam da, tam da bu yüzden); Artaud’nun Fransızcayla yaptığı şey, çığlıklar-soluklar; Cèline’in, bir başka çizgiyi izleyerek Fransızcayla yaptığı şey, son derece haykırışlı. Cèline’in sözdizimsel evrimi: Gecenin Ucuna Yolculuk’tan Taksitle Ölüm’e, Taksitle Ölüm’den Guignol Çetesi I’e (daha sonra, mutsuzluklarından başka söyleyecek bir şeyi kalmamıştı Cèline’in, yani artık canı yazmak istemiyordu, yalnızca paraya gereksinimi vardı. Bu hep böyle sona erer, dilin kaçış çizgileri: Sessizlik, kesintisizlik, bitimsizlik ya da daha kötüsü. Ama bu arada ne çılgın bir yaratım, nasıl bir yazı makinesi! Cèline’i Gecenin Ucuna Yolculuk için kutlamaya devam ediyorlardı, oysa o çok uzakta, Taksitle Ölüm’deydi, daha sonra da dilin yoğunluklardan başka hiçbir şeyi barındırmadığı olağanüstü Guignol Çetesi’ndeydi. “Hafif Müzik”ten söz ediyordu, bu Kafka’da da böyledir, hafif müzik, ama her zaman yersizyurtsuzlaşmış sesler, her şeyi devirerek tepetaklak ilerleyen bir dil). İşte gerçek minör yazarlar. Dil için, müzik için, yazı için bir çıkış. Pop diye adlandırılan şey – Pop müzik, Pop felsefe, pop yazı: Wörterflucht. Kendi dilinde çokdillilikten yararlanmak, bunu minör ya da yoğunlaştırılmış bir kullanım haline getirmek, bu dilin bastırılmış niteliğini baskıcı niteliğinin karşısına çıkarmak, kültür-olmama ve azgelişmişlik noktalarını, bir dilin kaçtığı, bir hayvanın aşılandığı, bir düzenlemenin bağlandığı dilbilimsel üçüncü dünya bölgelerini bulmak. Ne kadar tarz, tür, ya da çok küçük de olsa edebiyat hareketi varsa, bunların hepsinin de tek bir düşü vardır: Majör bir dil işlevi üstlenmek, devlet dili, resmi dil olarak hizmetlerini sunmak (imleyenin, metaforun ve sözcük oyunlarının efendiliğine özenen bugünkü psikanaliz). Bunun tam tersi bir düş kurmak: Bir minör-oluş yaratmayı bilmek. (Uzun zamandır resmi ve gönderimsel bir tür oluşturan felsefenin bir konuda bir şansı var mı? Günümüzde karşı-felsefenin iktidar dili olmak istediği şu andan yararlanmalıyız.)

Gilles Deleuze&Felix Guattari, Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin, YKY, s. 25-42


[1] Brod’a mektup, Haziran 1921, Mektuplaşmalar, s. 394 ve Wagenbach’ın yorumları, s. 84.
[2] Günlükler, 25 Aralık 1911, s. 182.
[3] Günlükler, 25 Aralık 1911, s 181: “Edebiyat, edebiyat tarihinin işi olmaktan çok halkın işidir.”
[4] Bkz. Taşrada Düğün Hazırlıkları, s. 10: “Ben yerine insan dendiği sürece sorun yok.” Ve bu iki özne s. 12’de yeniden ortaya çıkar: “Kendim kalkıp köye gitmeyebilirim, bunu ille de yapmam gerekmez; giyinik vücudumu yollarım, tamam…” Bu sırada anlatıcı, bir kınkanatlı, bir geyikböceği ya da bir mayıs böceği gibi yatakta kalır. Kuşkusuz, Gregor’un Dönüşüm’de kınkanatlı-oluşunun kökeni buradadır (aynı biçimde, Kafka, Felice’yle buluşmaktan vazgeçer ve yatağında kalmayı tercih eder). Ama haklı olarak, Dönüşüm’de hayvan gerçek bir oluş değeri kazanır ve bir sözcelem öznesinin durağanlığını kesinlikle nitelemez.
[5] Bkz. Michel Ragon, Histoire de la littèrature prolètarienne en France, Albin Michel: Ölçütlerin zorluğu ve “ikincil bölge edebiyatı” kavramından geçme zorunluluğu üzerine.
[6] Günlükler, 25 Aralık 1911, s. 181: “Küçük bir ulusun belleği, büyük bir ulusun belleğinden küçük değildir; dolayısıyla eldeki malzemeyi daha bir titizlikle işler.”
[7] Bkz. Wagenbach, Alman dilinin Çekoslavakya’daki durumu ve Prag Okulu üzerine kusursuz bir bölüm: “Yüzyıl dönemecinde Prag”.
[8] Kafka’da diş konusunun sürekliliği. Kasap büyükbaba; kasaplar sokağındaki okul; Felice’nin çeneleri; Felice’yle Marienbad’da yattığı zaman dışında et yemeyi reddetme. Bkz. Michel Cournot’nun makalesi, Nouvel Observatur, 17/4/72: “Sen, devasa dişleri olan.” Kafka üzerine yazılmış en güzel metinlerden biridir bu. Yemek ile konuşmak arasında kurulan benzer karşıtlık ve anlamsızlıkta karşılaştırılabilir bir çıkış, Lewis Carroll’da da bulunur.
[9] Dava: “Sonunda kendisiyle konuşulduğunu fark etti, ama anlamadı; bütün mekanı doldurur görünen ve bir sirene benzeyen bir tür tiz sesi aralıksız yayan büyük bir vınlamadan başka bir şey duymadı.”
[10] Günlükler, s. 50.
[11] Günlükler, s. 117: “Henüz bir anlam aramaya kadar varamadan, ay sonu ifadesi benim için can sıkıcı bir giz olarak kaldı ve her ay yinelendiği ölçüde arttı bu can sıkıcılık.” Bu ifadenin anlamdan yoksun kalma nedeninin tembellik ve “meraksızlık” olduğunu Kafka’nın kendisi ima etmiştir. Eksikliği ya da güçsüzlüğü barındıran olumsuz açıklamayı Wegenbach yeniden ele alır. Kafka’nın sahip olduğu tutku nesnelerini bu şekilde sunması ya da bu şekilde gizlemesi sık rastlanan bir durumdur.
[12] Milena’ya Mektuplar, Gillimard, s. 66. Kendi icat ettiklerinden başlamak üzere, Kafka’nın özel adlar karşısında kapıldığı büyülenme: bkz. Günlükler, s 268 (“Yargı”daki adlar hakkında).
[13]  Kafka yorumcularının yorumları, bu bakımdan, metaforlara dayandıkları ölçüde kötüdür: Örneğin, Marthe Robert, Yahudilerin köpekler gibi olduklarını anımsatır; ya da “sanatçıya açlıktan ölen biri muamelesi yapılırken, Kafka onu bir açlık cambazı haline getirir; asalak olarak gördüğünde ise Kafka onu kocaman bir bit haline getirir.” Œuvres Complètes V, Cercle du livre prècieux, s. 311). Bu bize, edebiyat makinesi hakkında basite indirgeyici bir anlayış gibi görünüyor. Robbe-Grillet, Kafka’nın her türlü metaforu yıktığı konusunda ısrarlıydı.
[14] Bkz. örneğin Pollak’a Mektup, 1902. Mektuplaşmalar, s. 26-27.
[15] Bkz. H. Vidal Sphiha, “Introduction à l’ètude de l’instensif”, Langages. (“Yoğunlaştırılmış’ın İncelemesine Giriş”, Diller) “Gerilim-sağlayıcı” [tenseur] sözcüğünü, yoğunluk ve libido ilişkisini belirtmek için kullanan J.-F. Lyotard’dan ödünç alıyoruz.
[16] Sephiha, a.g.e. (“Olumsuz bir acı, ağrı, korku, şiddet kavramına eşlik eden her türlü anlatımın, yalnızca sınır değerini, yani yoğunlaştırılmaşı korumak için bundan kurtulabileceği düşünülebilir”: Örneğin Almacadaki sehr – “çok” – orta yüksek – Almancakdaki sèr’den –“acılı”- gelir.)
[17] Wagenbach, s. 78-88 (özellikle 78, 81, 88).
[18] Günlükler, s. 17.
[19] Henri Gobard, “De la vèhicularitè de la langue anglaise”, Langues modernes, Ocak 1972 (ve Analyse tètraglossique, henüz yayımlanmadı).
[20] Michel Foucault, bir dilde belli bir anda söylenebilenle söylenemeyen (söylememe mümkün olsa bile) arasındaki dağılımın önemi konusunda ısrarlıdır. (H. Gobard’ın aktardığına göre) Georges Dèvereux, kendi yerli dillerinde cinselliklerinden çok rahatlıkla söz edebilen, ama İngilizlerin onlar için oluşturduğu aracı dilde bunu yapamayan genç Mohavların durumunu çözümler; bunun nedeni yalnızca İngiliz öğretmenlerin baskıcı bir işlev yüklenmesi değildir, burada bir diller sorunu vardır (bkz. Essais d’ethnopsychiatrie gènèrale, (Genel Etnopsikiyatri Denemeleri) Gallimard, s. 125-126
[21] Prag Çevresi ve dilbilimdeki rolü üzerine, bkz. Change, no. 3 ve 10. (Prag çevresi’nin daha ancak 1926’da kurulmuş olduğu doğrudur. Ama, Jakobson’ın Mathesius tarafından canlandırılmış olan ve Alman Üniversitesi’nde ders veren Anton Marty’ye bağlı olarak hareket eden tüm Çek Okulu’nun zaten var olduğu Prag’a geliş tarihi 1920’dir. Kafka, 1902-1905’te, Brentano’nun izleyicisi olan Marty’nin derslerine giriyor ve Brentanistlerin toplantılarına katılıyordu.)
[22] Kafka’nın Löwy ve Yidiş tiyatrosuyla ilişkileri üzerine bkz. Max Brod, s. 171-181 ve Wagenbach, s. 163-167. Bu mim-tiyatrosunda, birçok eğik baş ve dik baş olmalıdır.
[23] “Discours sur la langue yiddish”, Carnets, Œuvres Complètes VII, Cercle du livre prècieux, s. 383-387.
[24] Bir dergi yöneticisi, Kafka’nın düzyazısının, “kişiliğine özen gösteren bir çocuğun temizliği havasını” taşıdığını söylemişti (bkz. Wagenbach s. 82).
[25] Büyük Yüzücü, kuşkusuz Kafka’nın en “Beckettvari” metinlerinden biridir: “Burada, ülkemde olduğumu ve bütün çabalarıma rağmen, konuştuğunuz dilden tek bir sözcük bile anlamadığımı belirtmeliyim…” (Œuvres Complètes V, s. 221).

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aksiyomatik Nedir? - Alberto Toscano

Aksiyomatik, Deleuze ve Guattari tarafından, Bin Yayla ’da çağdaş kapitalizmin evrensel tarih içindeki işleyişini ve genel semiyolojisini tanımlamak için kullanılan kavramdır. Bilim ve matematiksel küme teorisinden kök alan aksiyomatik, birlikte çalıştığı terimlerin tanımlarını sağlamaya ihtiyaç duymayan ama bunun yerine verilmiş bir alandaki emirler ile kısmi norm veya buyrukların (aksiyomların) eklenmesi ve çıkarılması yöntemini ifade eder. Aksiyomlar böylece doğaları belirlenmeye ihtiyaç duyulmayan öğeler ve ilişkiler üzerinde işler. Onlar, uygulanmalarının alanlarının özellik veya niteliklerine kayıtsızdırlar ve nesnelerine, tamamen işlevsellermiş gibi, tercihen asıl özlerinden niteliksel olarak farklılaşmışlar gibi muamele eder. Aksiyomlar sırayla, belirli ampirik veya maddi durumlara uygulanan teoremlere veya gerçekleşim modellerine eşlik etmektedir.  Eğer akışları (ve onların kesim ve kırılmalarını) Deleuze ve Guattari’nin transandantal mataryalizminin temel bileşeni olarak

Köksap Nedir? - Felicity J. Colman

Köksap, nesnelerin, mekânların ve insanların en farklı ve en özdeş olanları arasında meydana gelen bağıntıları tanımlar; insanları birbirine bağlayan tuhaf olay zincirleri gibi: “ayrılığın altı adımı” [1]  hissi, “daha önce de buradaydım sanki” duygusu ve bedenler düzenlemeleri. Deleuze ve Guattari’nin “köksap” [ rhizome ] kavramı, “rhizo”nun biçimleri kombine etmek anlamına gediği ve biyoloji terimi olan "rhizome"un, kendini yatay yumru-biçimli kökü boyunca yayabilen ve yeni bitkiler geliştirebilen bir bitki formunu betimlediği etimolojik anlamından çekip çıkartılır. Bu terimin Deleuze ve Guattari’deki kullanımında köksap, şebeke biçimli, ilişkisel ve çapraz bir düşünme sürecini ve bu haritanın sabit bir varlık olarak inşasını "takip etmeyen" bir var olma biçimini haritalayan bir kavramdır (D&G 1987: 12). Kökenleri ile tek tek temellerinin izini süren bedenler ile fikirlerin düzen verilmiş soyları "ağaç biçimli düşüncenin" formları görülür ve epistem

"Hüzün geriye kalandır. Biraz blues dinleyin benim için…

Sık sık ölümün bilgisine asla sahip olamayacağımızı, çünkü asla tecrübe edemeyeceğimizi hatırlatırdı Ulus. O nedenle ancak bir başkası aracılığıyla tecrübe edebiliriz ölümü, başkasının ölümüyle bilmeye çalışabiliriz. Herkes bir şeyler yitirdi Ulus'un aramızdan ayrılmasıyla. Kimi anlaşılmaz ama değerli bulduğu bir yazarı hatırladı, kimi bir özgürlük hayaletini, kimi bir güzel meleği, kimi kendini özür borçlu hissettiği bir dostunu. Bir başkasının ölümü, yitirilenin bilgisi, yitimin hatırlattıkları... Biz ise onu kaybettiğimiz gerçeğinin ağırlığı yavaş yavaş üzerimize çökerken, bırakın anlamayı, tecrübe ettiğimiz yitimi tarif etmeye çabalamaktan bile aciz hissediyoruz. Ulus bir başkası degildi bizim için, bedenimizin bir parçasıydı. Kendimizi eksilmiş, azalmış, kırılmış hissediyoruz. Yokluğu bizi suskunlaştırıyor... Suskunluğu kabullenebiliriz, sessiz kalmayı biliriz, derdimiz bu değil. Şu an sözümüz yok ama, nasıl olsa kendi geçmişimize her baktığımızda onu da göreceğiz.