Ana içeriğe atla

Kapitalizm ve Arzu: Deleuze ve Guattari ile Anti-Ödipus Üzerine Bir Söyleşi

[Anti-Ödipus'un Türkçe'ye çevrilmesi münasebetiyle, Deleuze ve Guattari ile yapılmış ikinci bir söyleşiyi daha aktarıyoruz. İyi okumalar]

Yazıdaki illüstrasyonlar Fernando Vicente'ye aittir.

Actuel: Kapitalizmi tanımlarken “kapitalist sistemin çılgınlığını, ve onun akılcılığının patalojik karakterini (tali ve sapkın bir akılcılığın değil, o makine çalıştığı sürece varolan onun hakiki akılcılığının patalojisini) dışa vurmayan en küçük bir işlemin, en ufak bir sınai ve mali mekanizmanın bile bulunmadığını” söylemiştiniz. Delice işleyen bu makinenin tehlikesinin olmadığını, zaten onun başından itibaren, başlangıcı itibariyle çılgınca olduğunu ve akılcılığının da bu çılgınlıktan çıktığını ilave etmiştiniz. Bununla, bu “anormal” toplumdan sonra gelen veya onun dışında bulunan “normal” bir toplum olduğunu mu kast ediyorsunuz ?

Gilles Deleuze: Biz “normal” ya da “anormal” gibi terimleri kullanmıyoruz. Her toplum aynı zamanda hem normal hem de anormaldir. Mekanizmaları itibariyle, dişli çarkları, bağlantı dizgeleri ve hatta akılcı olmayanı tanımlayışlarıyla zorunlu olarak akılcıdır. Bütün bu düzenekler ve sistemler şans ürünü olmayan, ama özsel olarak akılcı da olmayan, kodları veya aksiyomları ön gerektirirler. Tıpkı teoloji gibi – eğer günahı, pürü paklık kavrayışını, yeniden dirilişi kabul ederseniz, onun hakkındaki her şey akılcıdır. Akıl her zaman akıldışı tarafından kesilmiş ya da kat edilmiş bir bölgedir. Bu bölge akıldışına karşı bir sığınak değildir. Ve sadece akıldışı etkenler arasındaki belli bir tip ilişkiyle tanımlanır. Aklın altında hezeyan, sürükleniş yatar. Kapital veya kapitalizmin kendisi hariç, kapitalizm hakkındaki her şey akılcıdır. Bir hisse senedi borsası mükemmel manada akılcıdır. Onu anlayabilir, hakkında araştırma yapabilir ve nasıl işlediğini öğrenebilirsiniz. Ama yine de, tam bir çılgınlık ve hezeyandır. İşte biz akılcı olanın daima bir akıldışının akılcılığı olduğunu ifade ederken, bunu anlatmaya çalışıyoruz. Ki bu nokta, aynı zamanda hem çılgınca hem de iyi işleyen bir mekanizma olmasıyla Marks’a da enteresan gelmiş olmasına rağmen Kapital’de tartışılmamıştır. E, öyleyse bir toplumda akılcılık nedir? Toplumun bireylerinin o toplumun çerçevesi içinde tanımlanan çıkarlarını takip etme ve gerçekleştirme şeklidir. Fakat bunun altında arzuları, çıkar yatırımlarıyla karıştırılmaması gereken, çıkarların belirlenimleri ve dağıtımlarının dayandığı arzu yatırımlarını bulursunuz. O büyük akışı, bu toplumun hezeyanını teşkil eden libidinal bilinçaltı akışlarının her türlüsünü bulursunuz. Gerçek tarih arzunun tarihidir. Günümüzün kapitalisti ya da teknokratı bir köle taciri veya eski Çin İmparatorluğunun bir memuru gibi arzulamaz. Bir toplumda insanlar başkaları ve kendi kendileri için baskıyı arzuladıklarında, başkalarını taciz etmekten hoşlandıklarında, bunları yapma şansına ve hakkına sahip olduklarında, buradan libidinal arzu ve toplumsal alan arasındaki derin bağlantı sorunu ortaya çıkar. İnsanların baskıcı, ezici makineye yönelik “çıkarsız” bir sevgi besledikleri gerçeği ortaya çıkar. Nietzsche kölelerin bu nihai zaferi hakkında, hayata küsmüşlerin, bunalmışların, zayıfların kendi yaşam tarzlarını nasıl hepimize empoze ettikleriyle ilgili olarak güzel şeyler söyler.


Actuel: Bu söylediklerinizin çerçevesi içinde kapitalizme özgü olan nedir?

G.D: Herhalde, hezeyan ve çıkar, veyahut daha doğru bir ifadeyle, arzu ve akıl kapitalizmde tümüyle yeni bir şekilde, özellikle de “anormal” bir biçimde dağıtılmıştır. Sermaye ve para öyle bir hezeyan düzeyine ulaşmıştır ki, onun psikiyatri de ancak tek bir eşdeğeri olabilir : son evre tabir edilen durum. Hayli karmaşık bir mesele. İsterseniz şöyle söyleyeyim: başka toplumlarda da sömürü, skandallar ve gizli kapaklı işler vardır. Fakat orada bunlar, “kod” un parçası olarak mevcutturlar. Hatta oralarda bile gizli kodlar vardır. Oysa, kapitalizmde durum tümüyle farklıdır. Bir kere, en azından, ilke olarak ve koda göre gizli bir şey yoktur ( bu yüzden kapitalizm “demokratik”tir ve kendisini “alenileştirir”- hatta hukuksal anlamda bile). Gel gelelim, hiçbir şey kabul edilebilir değildir. Yasallığın(legality) kendisi kabul edilebilir değildir. Diğer rejimlerin tersine, kapitalizm hem açıktır (public) hem de kabul edilebilir değildir. Bu çok özel hezeyan, para rejiminden çıkar. Günümüzdeki skandal denen şeyleri bir düşünelim. Gazeteler sürekli yolsuzluk iddialarıyla ve bu iddialar karşısında kendisini savunan insanlarla ilgili haber ve yorumlarla dolu. Yine de, kapitalist rejimin yasallığı içinde yapılan araştırmalardan hemen hemen bir sonuç alınamadığı görülmektedir. Yasa dışı görünen bir çok iş kitabına uydurulmaktadır. Başbakanın vergi gelirleri, malvarlıkları, lobiciler, ekonomik ve mali sermaye mekanizmaları… Kısacası, ufak tefek gaflar dışında, her şey yasal, kitabına uygun. Dahası, her şey açık, ama aynı ölçüde kabul edilebilir değil. “Aklı başında” bir solun, ekonomik ve mali mekanizmaların bu bayağılaşması karşısında memnuniyet duyması gerekirdi. Çünkü gizli saklı bir şeyleri ortaya çıkartmakla meşgul olma ihtiyacı duymadan, zaten açıkta cereyan edenlerin yine açıkça kabul edilmesini sağlayacaktı. Bu durumun başka alanlarda da farklı olmadığını gösterecekti. Hastanelerdeki daha önceden benzeri görülmemiş saçmalıklar, çılgınlıklar ortada. Ama onlar sürekli olarak “ideoloji”den söz etmektedirler. Burada ideolojinin bir önemi yok. Önemli olan ideoloji, ideolojik/ekonomik ayrımı ya da karşıtlığı değildir. Sorun, iktidar organizasyonudur. Yani, arzunun ekonomik olan içindeki hali hazırdaki konumu, libidonun ekonomik olanı kuşatma, ekonomik olanı avlama ve baskının siyasal biçimlerini besleme tarzıdır.

Actuel: Öyleyse, ideoloji bir göz aldanması, bir yanılsama mıdır?

G.D: Demek istediğim şey, bu değil. İdeolojinin bir göz aldanması, bir yanılsama olduğunu söylemekle, geleneksel tezi tekrarlamış oluruz. Bir yana ciddi şeyleri, ekonomiyi, altyapıyı ve diğer yana ideolojinin ait olduğu üstyapıyı koymaya devam ederiz. Böylece arzu olgusunu ideolojiyle sınırlamış oluruz. Arzunun altyapıda nasıl çalıştığını, onu nasıl kuşattığını ve böylece iktidarı, baskılama sistemini nasıl örgütlediğini en iyi şekilde gözlerden saklamış oluruz. Hayır, biz ideoloji konusunda belirttiğiniz gibi düşünmüyoruz. Biz ideolojinin olmadığını, dahası bu kavramın kendisinin bir yanılsama olduğunu düşünüyoruz. Zaten Komünist Partisi’nin ve ortodoks Marksizmin bu kavramı çok benimsemiş olmasının nedeni de budur. Onlara uygundur. Yeni bir baskıcı iktidar organizasyonu olan SSCB’de olup bitenleri gizlemek için bu kavrama çok ihtiyaç duymaktadırlar. İdeoloji diye bir şey yoktur; eğer iktidar organizasyonun arzu ve ekonomik altyapının birliği olduğu kabul edilirse, sadece iktidar organizasyonu vardır. İki örneğe bakalım. İlk olarak, eğitimi alalım. 1968 Mayıs’ının solcuları üniversite hocalarının burjuva özneler olarak halk önünde açık özeleştiri yapmalarını ısrarla talep edip, bu temayı sürekli işleyerek gereksiz yere çok zaman harcadılar. Bu aptalcaydı ve aslında akademisyenlerin mazoşist itkilerini besleyen bir talepti. Solcular, rekabetçi sınav sistemine karşı verilen mücadeleyi terk ederek, bunun yerine, kamusal alanda büyük bir anti-ideolojik itiraf adına polemiğe girişmeyi tercih ettiler. Tabii bu esnada, tutucu hocalar çok da zorlanmadan iktidarlarını yeniden örgütleyebilme şansını buldular. Doğası itibariyle eğitim sorunu ideolojik değildir. İktidar organizasyonu sorunudur. Ona ideolojik bir görüntü veren, eğitimsel iktidarın özgüllüğüdür. Fakat bu bir yanılsamadır. İlk okullardaki iktidar önemli bir şeydir. Çünkü zorunludur ve bütün çocuklar üzerinde etkili olur. İkinci örneğimiz Hıristiyanlıktır. Şüphesiz, Kilise bir ideoloji olarak görülmekten çok memnundur. Bunun tartışılmasının ekümenizmi teşvik edeceğini düşünür. Ancak Hıristiyanlık hiçbir zaman bir ideoloji olmamıştır. Roma İmparatorluğu’ndan ve Ortaçağlar’ dan bu yana çok değişik biçimler almış olan çok özgün ve özgül bir iktidar organizasyonudur. Ve bu organizasyon her zaman bir uluslar arası iktidar fikrini yaratabilecek kapasiteye sahipti. Bu olgu ideoloji denen şeyden çok daha önemlidir.

F.G: Aynı şey, geleneksel siyasal yapılar için de geçerlidir. Her zaman o eski aldatmacayı tekrar tekrar görüyoruz: Büyük bir meclis veya geniş bir çevrede yapılan büyük bir ideolojik tartışma veya sadece özel kurullara havale edilen organizasyon sorunları. Sonra siyasal tercihler nedeniyle öne çıkartılan ikincil sorunlar, ve nihayet somut ya da rasyonel hale gerilmeksizin ideolojik terimler içinde ifade edilen gerçek sorunlar. Yani, iktidar organizasyonuyla ilgili sorunlar. Bu organizasyon içinde gerçek bölünmeler ortaya çıkıyor: arzu ve iktidarı ele almanın, kuşatmaları (investments), Ödipus grubunu, “üst benlik” gruplarını, sapıklık olgusunu vb.ni işlemenin özel biçimleri oluşturuluyor. Ve sonra siyasal karşıtlıklar kuruluyor. İktidar organizasyonu şeması içinde karşıtını zaten seçmiş olduğu ve ondan nefret ettiği için bir birey başka birine karşı bir konum alıyor.

Actuel: Çözümlemeniz SSCB ve kapitalizm konusunda ikna edici, ama ya özel durumlarda ? Eğer her ideolojik karşıtlık, tanım itibariyle, arzu çatışmalarını maskeliyorsa, örneğin üç Troçkist grupçuğun ayrışmasını nasıl analiz edebilirsiniz? Eğer varsa, burada nasıl bir arzu çatışması görüyorsunuz? Aralarındaki siyasal kavgaya rağmen her grubun üyeleri için aynı işlevi yerine getirdiği görülüyor : bir hiyerarşi güvencesini temin etmek, küçük bir toplumsal çevre oluşturmak ve kesin hatlarla çizilmiş bir dünya tanımlaması sunmak. Fark görmüyorum.

F.G: Mevcut bir gruba benzerliğin rastlantısal olduğunu kabul etmekle birlikte, bu gruplardan birisinin kendisini daha baştan Üçüncü Enternasyonal’in oluşturulduğu zamanki komünist solun katı konumlarına bağlılıkla tanımladığını tahayyül etmek güç değil. Fonolojik düzeye varıncaya değin ( belli sözcüklerin telaffuzu, o telaffuzlara eşlik eden jestler, örgütsel yapılar, solda sürdürülmesi gereken bağlaşmalarla ilgili anlayış tarzı vs.) tüm aksiyomların benimsenmesi… Bu evren, tıpkı aşina olduğu bir nesnenin yeri değiştirildiğinde güvenini yitiren, kavranılması güç ve güven tazeleme gereksinimi içindeki saplantılı tipin evreni gibi, belli bir Ödipalizasyon figürüne tekabül ediyor olabilir. Yinelenen figürlerle ve imgelerle bu özdeşleşme Stalinizmi karakterize eden (onun ideolojisi istisna tabii) belli bir tür etkililik elde etmek anlamına gelir. Diğer bakımdan, yöntemin genel çerçevesi içinde kalmaya devam edilirken, “Yoldaşlar, düşman aynı fakat koşullar değişti” şiarına adapte olunarak değişimi kabul edebilir hale gelinir. Böylece küçük grup daha açık hale gelir. Bu bir uzlaşmadır. Başlangıçtaki imgenin -yeni nosyonlar ilave edilerek muhafaza edilirken- üzeri çizilmiş olur. Toplantıların ve eğitim oturumlarının ve tabii dışsal müdahalelerin de sayısı artar. Zazie’nin dediği gibi, arzulayan irade yüzünden öğrenciler ve militanlar bir şekilde rahatsız, huzursuz olurlar.

Son çözümlemede, bütün bu küçük grupçuklar esas olarak aynı şeyleri söylerler. Ancak tarzları birbirlerinden çok farklıdır. Lider tanımları, propagandaya bakışları, disiplin ve militanlarının sadakat, namus, asketizm anlayışları kökten farklılıklar gösterir. Bütün bu kutuplaşmalar toplumsal makinenin arzu ekonomisi didik didik edilmeden nasıl araştırılabilir ? Anarşistlerden Maoistlere, yelpaze hem siyasal hem de analitik olarak hayli geniştir. Hatta grupçukların sınırlı alanı dışında bulunan ve neyi seçmeleri (solcu hareketi mi, sendikal hareketi mi, doğrudan ayaklanmayı mı, yoksa kayıtsızlığı mı ) gerektiğini bilmeyen insan kitlelerini bile bu yelpazeye dahil etmemiz gerekir. Bu küçük grupçukların öğüten, bastırıp sıkıştıran makineler gibi, arzuyu bastırıp ezmede oynadıkları rolü açıklamaya çalışmalıyız. Aslında, söz konusu olan bir ikilemdir : ya toplumsal sistem tarafından kırılıp parçalanma ya da daha önceden oluşturulmuş bu küçük kiliselerin yapılarına entegre olma. Bu bakımdan, 68 Mayıs’ı şaşırtıcı bir biçimde açığa çıkartıcı bir işlev görmüştür. Arzulayan iktidar öyle bir ivme kazandı ki, sonuçta bu küçük grupçukları dağıttı. Sonradan, diğer baskıcı gruplarla birlikte düzeni restore etme etkinliği içinde tekrar gruplaştılar : CGT (Komünist İşçiler Birliği), PC (Komünist Partisi), CRS (İsyan polisi) veyahut Edgar Faure. Bunun provakatif olduğunu söylemek istemiyorum. Elbette, militanlar polisle cesurca döğüştüler. Fakat mücadele alanını, çıkarlar alanını bir yana bırakıp da, onların yerine arzunun işlevini incelerseniz, belli küçük grupçukların gençliğe baskıcı bir ruhla yaklaştıklarını görürsünüz. Yeniden kanalize edilmek üzere özgürleştirilmiş arzuyu bünyelerinde içermeyi istemektedirler.

Actuel: Özgürleşmiş bir arzu ne demektir? Elbette bunun bireysel ya da küçük grup düzeyinde taşıdığı manayı tahmin edebiliyorum : sanatsal yaratım, veya camı çerçeveyi indirme, şunu bunu ateşe verme, hatta basit bir sefahat hali, ya da tembelliğe vurarak her şeye cehenneme kadar yolun var demek. Peki ya sonra ? Toplumsal bir grup ölçeğinde kolektif olarak özgürleşmiş arzu ne anlama geliyor? Somut örnekler verebilir misiniz? Ve bunun (eğer Foucault gibi terimi ret etmiyorsanız) “toplum bütünlüğü” bağlamında ifade ettiği şey nedir?

F.G: Arzuyu, onun en kritik ve en keskin evrelerinden birisinde, şizofrenin durumunda ele alıyoruz. Bu şizofren kilit altında tutulan, ilaçlarla ve toplumsal baskıyla geri püskürtülmüş olan bir şizofrenin ötesinde veya aşağısında bir şey üretebilen şizofrendir. Bize göre, bazı şizofrenler arzuyu özgürce deşifre ederek doğrudan ifade ederler. Fakat arzu ekonomisinin kolektif bir biçimi nasıl kavranabilir? Elbette lokal düzeyde değil. Kendisini, birer birer kurtarılmış bireyler toplamı gibi, baskıcı bir toplumun akışından korumuş küçük, özgürleşmiş bir topluluk tahayyül etmekte ciddi müşküllerim var. Tersine, eğer arzu yeniden üretim mekanizmaları da dahil bütünlüğü içinde toplumun dokusunu oluşturursa, o toplumda bir özgürleşme hareketi “kristalleşebilir”. 1968 Mayıs’nda, ilk kıvılcımlardan itibaren lokal çatışmalarla ayaklanma en sert biçimde, devrimci hareketle hiçbir ilgisi olmayan (doktorlar, avukatlar ve tüccar gibi) grupları da kapsayacak şekilde, tüm topluma yayıldı. Ateşle dolu bir ay sonrasında, haklar kazanıldı. Bu türden daha derin patlamalara doğru gitmekteyiz.

Actuel: Kısa kutlama, savaş, ve kırım dönemlerinin, ya da bir günlük devrimler döneminin ötesinde, tarihte çok etkili ve daha uzun sürmüş arzu özgürleşmeleri olmuş mudur? Veyahut, tarihte bir son olduğuna inanıyor musunuz? Yani, bin yıllık bir yabancılaşma döneminden sonra bir gün toplumsal evrimin aniden nihai bir devrimle kesintiye uğrayarak, arzuyu sonsuza kadar özgürleştireceğine inanıyor musunuz?

F.G: Ne biri ne öbürü. Ne tarihte nihai bir son, ne de geçici bir aşırılık. Her uygarlık ve her devrin kendi hedefleri olmuştur. Bunların zorunlu olarak ikna edici veya zorunlu olarak özgürleştirici olması gerekmiyordu. Aşırılığa ya da kutlama momentlerine gelince, bunların artık pek itibarı yok. Bir sorumluluk duygusuna sahip militan devrimciler vardır. Bunlar, “devrimin ilk evresinde” aşırılığı onaylamakla birlikte , organizasyon, işlevsellik gibi daha ciddi şeyleri içeren ikinci bir evrenin de bulunduğunu ilave ederler. Arzu basit kutlama momentlerinde özgürleştirilmez. Les Temps Modernes’nin Maoculara adanmış sayısında, Victor ile Foucault arasındaki tartışmaya bakınız. Victor aşırılığı onaylar. Ama sadece “ilk evrede”. Ötekine, yani ciddi işe gelince, Victor yeni bir Devlet aygıtının, yeni normların, halk adaletine dayanan mahkemelerin, kitleler arasındaki ihtilâfları çözmeye muktedir, onlara dışsal bir dava sürecinin, yani üçüncü bir tarafın gerekliliğine inanıyor. Tabii, burada o bildiğimiz eski şemayı karşımızda buluyoruz. Sentezler yapmak, partiyi bir embriyonik Devlet aygıtı olarak oluşturabilmek için sözde avant-gardlığı kitlelerden ayrı tutarlar. Victor, iyi eğitim görmüş, uyumlu işçi sınıfından insanları buralarda istihdam edeceklerini söylüyor. Zaten nüfusun geri kalanı da güvenilmemesi gereken lümpen proletaryadır (arzunun hep o eski mahkumiyeti). Bu ayrımlaştırmalar sadece bürokratik bir kast sistemine hizmet etmek amacıyla arzuyu tuzağa düşürmek anlamını taşır. Foucault bu üçüncü tarafı ret eder. Halk adaleti diye bir şey varsa, kaynağının burası olamayacağını söyler. Onun bir mahkemeden çıkamayacağını vurgular. Sonra da, “avant-garde/ proletarya/ proleter olmayan plebler “ ayrımının özgün olarak burjuvazi tarafından arzu olgusunu ezmek ve onu marjinalleştirmek için kitlelere empoze edilen bir ayrım olduğunu belirtir. Bütün mesele Devlet aygıtı meselesidir. Arzuyu özgürleştirmek için Devlet aygıtına dayanmayı gerekli görmek acayip. İyileştirilmiş ya da daha iyi bir adalet istemek, iyi yargıçlar, iyi polisler, iyi patronlar, temizlikçi bir Fransa istemek gibi bir şey. Ve sonra bize soruluyor : bir Devlet aygıtı olmaksızın yalıtılmış mücadeleleri nasıl birleştireceksiniz? Devlet aygıtı olmadan makine nasıl çalışır? Devrimin bir savaş makinesine ihtiyacı vardır. Ama bu kesinlikle bir Devlet aygıtı değildir. Yine devrim kitlelerin arzularını analiz edecek bir analitik güce de ihtiyacı duyar. Ancak bu kesinlikle dışsal bir sentez mekanizması değildir. Özgürleşmiş arzu özel bireysel fantezi açmazından kaçan bir şeydir. Arzuyu uyarlamak, toplumsallaştırmak, disipline etmek gibi bir sorunu yoktur. Bununla birlikte, toplumsal gövde içindeki sürecinin kesintiye uğramamasını ve böylece kolektif bir biçimde ifadesini temin edecek şekilde ona kanca atar. En önemli şey, otoriter bir birlik değil, ama bir tür sonsuz akın ve yayılmadır: okullardaki, fabrikalardaki, hapishanelerdeki, bakımevlerindeki arzular. Bir yönetme, yönlendirme ve bütünleştirme sorunu değil, aynı salınım düzleminde kanca atmaktır. Anarşinin iktidarsız kendiliğindenliği ve bir parti örgütünün bürokratik ve hiyerarşik kodlaması gibi iki alternatif arasında sıkışıp kaldığımız sürece, arzunun özgürleşmesi gerçekleşmez.

Actuel: Kapitalizmin başlangıçta toplumsal arzuları varsayabildiğini düşünüyorsunuz ?

G.D: Elbette, kapitalizm her zaman devasa bir arzu-makinesiydi ve hâlâ da öyledir. Paranın akışı, üretim araçlarının akışı, emek gücünün akışı, yeni pazarların akışı. Yani akış halindeki arzular. Kapitalizmin, onun altyapısının ve ekonomisinin arzu olgusundan ne kadar ayrılamaz olduğunu ve ne ölçüde arzunun kesişme noktalarında bulunduğunu fark etmek için onun doğumuna katkı yapan olguları incelemeniz gerekir. Aynısı, faşizm için de geçerlidir. O da baskı ve ölüm arzularını içeren “toplumsal arzuları” varsayar. Hitler ve faşist makine insanların arzularını harekete geçirmiştir. Sormak istediğiniz şey, kapitalizmin başlangıcında devrimci olup olmadığı, sanayi devriminin toplumsal bir devrimi beraberinde getirip getirmemiş olduğuysa, yanıtım hayır olacaktır. Hayır, sanmıyorum. Doğuşundan itibaren kapitalizm vahşi bir baskıyla beraberdir. Başlangıcıyla birlikte, iktidar organizasyonuna ve Devlet aygıtını oluşturmuştu. Kapitalizm önceki toplumsal kodların ve iktidarların çözülmesine neden olur mu? Elbette. Ancak, önceki rejimlerin çatlakları içinde, Devlet aygıtları da dahil, iktidar çarklarını kurmuştur. Aslında her zaman bu böyledir. Bir toplumsal formasyon zuhur etmeden önce onun sömürü ve baskı araçları hali hazırda orada mevcuttur. O an için çarklar amaçsızca, boşa dönüp duruyor olsalar da, her zaman hedefi üzerinde hızla ve tam kapasiteyle çalışmaya hazırdır. İlk kapitalistler önceki sistemin çatlaklarından aşağı düşecek işçilerin üzerine çullanmak, üşüşmek için bekleyen yırtıcı kuşlar gibiydiler. İşte, ilkel birikim denen şey tam da budur.

Actuel: Ben farklı düşünüyorum. Bana göre, yükselen burjuvazi Aydınlanma devri boyunca kendi devrimin tahayyül edip, hazırlamaktaydı. Burjuvazi eski rejimi sarsması, ona “şiddetli bir son” hazırlamış olması dolayısıyla kendi kendisini devrimci bir sınıf olarak görmekteydi. Köylülük arasında ve kırsal kesimde yer alan paralel hareketler şu veya bu şekilde adlandırılabilirler, ancak burjuva devrimi burjuvazi tarafından yapılmıştır (burada devrim ve burjuva terimleri birbirlerinden ayrı düşünülemez). Bu yüzden, burjuvaziyi 19. ve 20. yüzyılların sosyalist ütopyalarının bakış açısından yargılamak anakronik bir girişimdir.

G.D: Bu sözünü ettiğiniz şey de, Marksizmin belli bir türü tarafından üretilmiş bildik bir şemaya dayanıyor. Buna göre, tarihin belli bir noktasında, burjuvazi devrimciydi. Zaten tarihin bir burjuva devrimi aracılığıyla kapitalist bir evreden geçmesi de zorunluydu. Tabii bu Stalinist bir görüş açısıdır. Ciddiye alınmaması gerekir. Bir toplumsal formasyon kendi kendisini tükettiğinde, her yana sızmaya başlar. Her türlü şey kendi kendisinin kodunu çözer. Bir “yurtsuzlaştırma” olgusu olan feodal Avrupa’daki köylü göçleri gibi her türden kontrol edilemeyen akış deveran eder. Burjuvazi ekonomik ve siyasal yeni bir kod empoze ettiğinden, onun devrimci olduğu sanılır. Bu doğru değildir. Daniel Guerin 1789 Devrimi hakkında hayli önemli şeyler söyledi. Burjuvazi gerçek düşmanın kim olduğu konusunda hiçbir zaman bir yanılsama içinde olmamıştır. Onun gerçek düşmanı önceki sistem değildi, önceki sistemin kontrolünden kaçmış olanlardı. Ve burjuvazinin çabası kontrolü ve yönetimi yeniden sağlamaktı. Burjuvazi iktidarını eski sistemin çözülmesine borçluydu. Bu yeni iktidarını sadece diğer devrimcileri düşman görerek egzersiz edebilmiştir. Burjuvazi hiçbir zaman devrimci olmamıştır. O devrim yapmamıştır. Devrim onun için yapılmıştır. Halkın arzusunun devasa boyutlardaki kabarışı onun tarafından çarpıtılmış, kanalize edilmiş ve bastırılmıştır. Sonuç olarak halk Valmy’de kendi ölümüne yürümüştür.

Actuel: Verdun’da da kendi ölümlerine yürümüşlerdi.

F.G: Aynen öyle. Bizi ilgilendiren şey de bu zaten. Bu püskürmeler, bu kalkışmalar, bu coşkular nereden kaynaklanmaktadır? Bunlar toplumsal bir akılcılıkla, ortaya çıktıkları, iktidar tarafından yeniden yönlendirildikleri, ele geçirildikleri momentle açıklanamaz. Bir devrimci durum basit olarak belli bir momentteki çıkarların analiziyle açıklanamaz. 1903’te Rus Sosyal Demokrat Partisi bağlaşıklar, proletarya örgütü ve öncülük rolünü tartışıyordu. Devrim için hazırlanırlarken, 1905 olaylarıyla sarsıldılar. Ve hareket halindeki bir trene atlamak zorunda kalmışlardı. O zaman anlaşılmaz bir durum tarafından yaratılmış arzunun geniş bir ölçekte kristalleşmesi söz konusuydu. 1917 için de aynı şey geçerlidir. Bu kez yine siyasetçiler giden trene atlamışlardı. Fakat bu kez onun kontrolünü sağlayabilmişlerdi. Yine de gerçekten kitlelerin çıkarlarını ve arzularını gerçekleştirmelerine olanak verebilecek sovyet tarzı bir örgüt isteyen veya ona olan ihtiyacı dile getiren devrimci bir eğilim mevcut değildi. Bunun yerine, siyasal örgütler denen ve Enternasyonal’in 7. Kongresinde Dimitrov tarafından geliştirilmiş olan modele göre işleyen (halk cepheleri ve sekter geri çekilmeler arasında gidip gelen) ve her zaman aynı baskıcı sonuçları doğuran makineler devreye sokulmuştu. Biz bunu 1936’da, 1945’te ve 1968’de tekrar gördük. Bu kitlesel makineler, aksiyomlarıyla, devrimci enerjiyi özgürleştirmeyi ret ettiler. Bu siyaseti kabaca her hangi bir cumhurbaşkanının veya bir kilise görevlisinin siyasetiyle karşılaştırmak mümkün – tabii ellerine kızıl bir bayrak tutuşturmak şartıyla. Ve bizce bu, arzu karşısında, egoyu, bireyi ya da aileyi tahayyül etmenin derin bir biçimi karşısında belli bir konum alışa tekabül eder. Buradan basit bir ikilem de doğar: ya kolektif arzu ve devrimci örgütün kaynaşmasını kolaylaştıran yeni tipte bir yapı bulacağız; ya da hali hazırdaki durumu devam ettirip, bir baskıdan diğerine, Hitler ve Mussolini’yi bir şaka gibi önümüze çıkartan faşizme gideceğiz.

Actuel: Öyleyse, hep ihanete uğrayan insanlığı ve toplumsal hayvanlar olarak insan varlığını oluşturduğunu gördüğümüz derin ve temel arzunun doğası nedir? Niçin kendisini her zaman egemen makinenin, aslında aralarında özsel bir fark olmayan, muhalif siyasal partiler gibi, antinomik makinelerinde gerçekleştirir? Bu arzunun sonuçsuz pür bir patlamaya veyahut daimi bir ihanete mahkum olduğu anlamına mı gelir? Son bir soru: Tarihin bir noktasında, özgürleşmiş arzunun kolektif ve sürekli bir şey olarak varolması mümkün müdür? Eğer mümkünse, nasıl?


G.D: Eğer bu sorunun yanıtını bilseydik, üzerinde tartışmamıza gerek kalmazdı. Gidip gereğini yapardık. Her neyse.. Felix’in dediği gibi, devrimci örgütün bir Devlet aygıtı değil, bir savaş makinesi örgütü olması gerekir. Dışsal bir sentez yapma gayesindeki bir örgüt değil, analizci bir örgüt olması gerekir. Her toplumsal sistemde kaçış hatları olduğu gibi, bu hatları tıkayan, kesen hatlar da bulunur. Veyahut (aynı şey olmamakla beraber) onları ortaya çıkmaya hazırlanan yeni bir sisteme entegre eden, onun içinde yönlendiren, durduran embriyonik aygıtlar vardır. Ben şahsen haçlıların bu perspektiften analiz edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Fakat kapitalizmin her bakımdan çok özel bir karakteri var. Onun güçlüklere yo açan kaçış hatları, aynı zamanda, onun işleyiş koşullarıdır. Kapitalizm her akışın (zenginliğin akışı, emek akışı, dil akışı, sanatsal akış vs) kodunun genelleşmiş bir ölçekte çözülmesi üzerinde kurulur. Kendisi kod yaratmamıştır. Ekonomisinin temeli olarak akışın çözülen kodlarının bir tür muhasebesini, bir aksiyomunu yaratmıştır. Kaçış noktalarını düğümler ve yoluna devam eder. Daima kendi sınırlarını genişletir, ve kendisini her zaman sınırlarında bulunan yeni kaçış yolarını tıkaması, onları bir kez daha geri itmesi gereken bir durum içinde bulur. Temel sorunlarından hiçbirisini çözmemiştir. Hatta bir ülkedeki parasal artış konusunda bile, ancak bir yıllık bir süre için öngörüde bulunabilir. Kendi sınırlarını sürekli aşar ve hep daha uzaklara doğru gider. Üretimi, toplumsal yaşamı, demografisi, Üçüncü Dünya’daki periferisi , iç bölgeleri vs bakımından kendi kendisini alarm veren durumlar içine sokar. Her yanından gedik verir. Sistemin sürekli yer değiştiren sınırlarından sızıntılar eksik olmaz. Ve hiç kuşkusuz, devrimci kaçış (Jackson’nın “ kaçmayı bırakmadım ama kaçarken de hep bir silah aradım” derken sözünü ettiği aktif kaçış), diğer kaçış türleriyle (şizo kaçış, uyuşturucu yoluyla kaçış) aynı şey değildir. Marjinal grupların karşı karşıya olduğu sorun, bütün bu kaçış hatlarının devrimci bir düzlemde birbiriyle bağlantısını sağlamaktır. Öte yandan, kapitalizmde bu kaçış hatları yeni bir karakter kazanırlar. Yeni bir tür devrimci potansiyel oluştururlar. Gördüğünüz gibi, umut var.

Actuel: Biraz önce haçlılardan söz ettiniz. Sizce bu olgu, kolektif şizofreninin Batı’daki ilk dışavurumlarından bir tanesi midir?

F.G: Haçlı hareketi gerçekten de sıradışı bir şizofrenik hareketti. İnsanların çok müşkül durumda oldukları, büyük bölünmeler içinde hayatlarından bezmiş bir halde yaşadıkları bir dönemde her yanda kendiliğinden vaizler zuhur etmiş, etraflarına binlerce insan toplamışlar, içinden geçtikleri köyleri viraneye çevirmişlerdi. Ancak bu gelişmeden sonradır ki, çok ürkmüş olan papalık devreye girme gereği duymuş, bu başı boş hareketi Kutsal Topraklara doğru yönlendirmiştir. Bu stratejinin iki avantajı olmuştur : başıboş dolaşan bu çeteler baştan savılmıştı. Ve Yakın Doğu’da Türkler tarafından tehdit edilen Hıristiyan ileri karakollarına destek olunmuştu. Tabii, her zaman işe yaradığı söylenemez. Venedik Haçlıları İstanbul’da yara aldı. Çocuk Haçlılar Güney Fransa’ya doğru yöneldiler, ve böylece halkın onlara duyduğu sempatiyi hızla yitirdiler. Bütün köyler bu “haçlı” çocuklar tarafından ele geçirilip, yakıldı. Sonunda düzenli ordular gelip bunları kuşattılar. Kimileri öldürüldü, kimisi köle olarak satıldı.

Actuel: Hippi kolonileri, fabrikalardan ve ofislerden kaçan yol-üstü toplulukları gibi çağdaş hareketlerle bu haçlılar arasında bir koşutluk görüyor musunuz? Bu hareketleri de koordine edecek bir papa var mı? Bir İsa- devrimine ne dersiniz?

F.G: Hıristiyanlığın müdahalesi anlaşılmayacak bir şey değildir. Zaten bunun – Avrupa ve Fransa’da o denli olmasa da- özellikle ABD’de bir ölçüde bir gerçeklik haline gelmiş olduğu söylenebilir. Doğacı hareketin altında da gizil bir müdahale görebilirsiniz. Onlara göre, üretimden vazgeçip, kentsel alanların dışında küçük bir toplum kurabiliriz. Sanki böylece kapitalist sistemin kuşatmasından, damgasından kurtulmak mümkünmüş gibi.

Actuel: Bizimki gibi bir ülkede kiliseye ne rol atfedilebilir? Kilise 18.yüzyıla kadar Batı uygarlığında iktidarın merkezindeydi. Ulusal devlet ortaya çıkana kadar toplumsal makineyi yapılaştırmıştı. Teknokrasi bugün onu eski işlevinden yoksun bıraktı. Dümensiz bir gemi gibi akıntıyla sürüklenip gittiği görülüyor. Bugün kilisenin Katolikliğin ilerici akımlarının baskısı altında, belli siyasal örgütlerden daha az itirafçı olup olmadığı sorulabilir.

F.G: Ya ekümenizm? Kilisenin ayakları üzerinde durma, yere basma şekli değil mi? Kilise hiçbir zaman güçlü olmamıştır. Bir kilise teknokrasisi mevcutken, kilise ve teknokrasiyi karşıtlaştırmak için bir neden yoktur. Hıristiyanlık ve pozitivizm tarihsel olarak her zaman iyi ortaklar olmuşlardır. Pozitif bililerin gelişmesinin arkasında Hıristiyan bir motor vardı. Tabii ki psikiyatrın rahibin yerini aldığı söylenemez. Polis için de bu söylenemez. Her zaman baskı için kullanılacak birileri vardır. Bugün Hıristiyanlıkta köhnemiş olan onun iktidar organizasyonu değil, ideolojisidir.

Actuel: Kitabınızdaki başka bir konu hakkında konuşalım: psikiyatri eleştirisi. Fransa’nın halen lokal düzeyde psikiyatrinin gözetimi altında olduğu söylenebilir mi? Bu etki hangi noktalara kadar genişleyebilir?

F.G: Psikiyatrik hastaneler özsel olarak devlete dayanırlar. Yani bürokratik kurumlardır. Psikiyatrlar da memur ya da bürokrattırlar. Uzun bir süre Devlet bir zor siyasetini tatbik etmekle yetinmişti. Hemen hemen bir yüzyıl boyunca başka bir şey yapmamıştı. Devletin endişe belirtileri ancak Kurtuluş sonrasında ortaya çıkmıştır. Bundan sonradır ki, psikiyatrik devrim gerçekleşmiş, hastaneler açılmış, ücretsiz tedavi, kurumsal psikoterapi başlamıştır. Bütün bunlar büyük ütopyacı “lokalleşmiş” tıbbi bakım siyasetinin oluşturulması için güdüleyici bir rol oynamıştır. Bu siyasete göre, kapatılan hasta sayısı azaltılacak, psikiyatr timleri, dağ bayır dolaşan misyonerler gibi halkın arasına gönderilecekti. Ancak bu reform insanlara yeterince inandırıcı gelmediğinden, onu uygulayacak irade de mevcut olmadığından rafa kaldırıldı. Bugün –en azından- resmi ziyaretler için açık tutulan birkaç model servisle, nispeten azgelişmiş bölgelerde, kıyıda köşede kalmış bir hastane halen mevcut olabilir. Şimdilerde, boyutları itibariyle üniversite kriziyle kıyaslanabilir olan, büyük bir krize, ( donanım, personel eğitimi, terapi vs gibi) her düzeyde bir felakete doğru gitmekteyiz.

Çocukların kurumsal gözetlenmesi alanında büyük başarılar var. Bu kurumlarda inisiyatif Devlet yapısından ve finansmanından kurtulmuş, çocuk koruma ajansları, ebeveyn dernekleri gibi değişik derneklere geçmiştir. Bu tür kuruluşlar çoğaltılmış ve sosyal güvenlik şemsiyesi altına alınmıştır. Çocuk henüz erken yaşta bir psikiyatrlar ağı içine alınıyor ve ömür boyu izlenebiliyor. Bu tür çözümler yetişkin psikiyatrisi alanında da uygulanabilir. Mevcut açmaz karşısında, Devlet bu kurumları ulusal olmaktan çıkartacak, yerlerine 1901 yasasıyla yönetilen ve siyasal iktidar ve muhafazakâr aile grupları tarafından manipüle edilmesi çok muhtemel olan kurumları ikame etmeye çalışacaktır. Eğer hali hazırdaki kriz, sahip olduğu devrimci potansiyeli açığa çıkartmazsa, Fransa’nın psikiyatrik olarak gözetlenmesine doğru gideceğiz demektir. En tutucu ideolojiyi her yana yayılıyor. En Ödipal kavramlar en yavan halleriyle ortalıkta dolaşıyor. Çocukların koğuşunda, çocuklar müdüre “amca”, hemşireye de “anne” diyorlar. Hatta oyun gruplarının “maternel” bir ilkeyi, atölyelerin ise “paternel” bir ilkeyi izlediklerini bile duydum. Hastane açtığı için gözetleme psikiyatrisi ilerici görünür. Eğer bunlar çevrenin gözetlenmesini ima ediyorlarsa, dünün kapalı akıl hastanelerini yitirmiş olduğumuza üzüleceğiz. Aynı psikanaliz gibi. Kapalı duvarların dışında çalışır, ama baskıcı bir aygıt haline geldiğinde çok kötü ve çok tehlikelidir.

G.D: Şu vakayı dinleyiniz. Bir kadın konsültasyon için içeri girip, müsekkin kullandığını ifade ediyor. Bir bardak su rica ediyor. Sonra da şöyle diyor:“ Biliyor musunuz, ben kültürlü bir kadınım. Üniversite bitirdim. Okumayı severim ama aniden ağlamanın önüne geçemiyorum. Şimdi bütün zamanım ağlamakla geçiyor. Metroya tahammül edemiyorum… Ve sonra bir şey okurken hemen ağlamaya başlıyorum… TV seyrediyorum. Vietnam’dan görüntüleri görüyorum. Dayanamıyorum… “ Doktor çok şey söylemiyor. Kadın devam ediyor : Bir müddet Direniş Hareketi’nde çalıştım. Bir posta kutusu işlevi gördüm.” Doktor açıklamasını ister. “ Elbette. Özür dilerim, anlamıyorsunuz, öyle değil mi? Bir kafeye girer ve sorardım : Rene için bir şey var mı? Sonra onlar da bana göndermem için bir mektup verirlerdi.” Doktor ‘Rene’ yi duyduğunda uyanır ve sorar : “Niçin Rene dediniz?” İlk kez bir soru sormuştu. Bu noktaya kadar kadın metrodan, Vietnam’dan, Hiroşima’dan söz etmekteydi. Bunların onu nasıl etkilediğini, etkisini bütün vücudunda hissettiğini, ve kendisinde nasıl ağlama ihtiyacı doğurduğunu dile getirmekteydi. Ama doktor sadece şunu dedi: “ Bir dakika, bir dakika, ‘Rene’ dediniz. ‘Rene’ sizin için ne ifade ediyor? “ ‘Rene’ ismi aslında birinin yeniden doğuşunu (re-né) ima eder. Rönesans (Renaissance), Resistance (Direniş). Ancak bu sonuncusu doktor için bir anlam ifade etmiyor. Sadece bir evrensel şemaya, bir arketipe uygun düştüğü için Rönesans üzerinde duruyor. “Siz yeniden doğmak istiyorsunuz” diyor. Doktor dayanaklarını bulmuştur artık. Sonunda izlere ulaşmıştır. Ve kadını anne ve babası üzerine konuşmaya yönlendirir.

Kitabımızın özsel konusu budur ve çok somuttur. Psikiyatrlar ve psikanalizciler hezeyan hiç dikkat etmemişlerdir. Sadece hezeyan halindeki birini dinlemeyi yeterli görürler. Onu endişelendiren Ruslardır, Çinlilerdir. Ağzım kurudu. Metroda eşcinsel bir ilişkiye maruz kaldım. Her yerde mikroplar ve spermatozalar var. Franco’nun hatası. Yahudilerin hatası. Maoistlerin yüzünden. Hezeyanları bütün bir toplumsal alanı kapsar.
Niçin bu onun cinselliğiyle ilgili olmasın, bir Çinliyle, Beyaz veya Siyahi biriyle ilişkisine delalet etmesin ki? Veyahut, uygarlıklara, Haçlılara, metroya?.. Psikiyatrlar ve psikanalizciler bunları hiç duymazlar. Konumları savunulamaz olduğu ölçüde, savunmadadırlar. Prefabrike ifadelerle bilinçaltının içeriğini ezmeye çalışırlar. “Hep Çinliden söz ediyorsun. Ya baban- baban Çinli değildi, öyle değil mi? Öyleyse, sevgilin Çinli değil mi? “ Angela Davis davasında yargıcın yaptığı türden baskıcı bir iş. O davada yargıç “ bu kızın davranışları sadece aşık olmuş olmasıyla açıklanabilir” diyerek kestirip atmıştı. Ama tersine, Angela Davis’in libidosu devrimci ve toplumsal bir libido değilse, neydi? Devrimci olduğu için aşık değil miydi?

Psikiyatrlara ve psikanalizcilere şunu söylüyoruz: hezeyanın ne olduğu konusunda bir fikriniz yok. Onu tamamen yanlış bir şekilde ele alıyorsunuz. Kitabımızın anlamı şudur : çok sayıda insanın bütün bir kuşağın her derde deva şemalarıyla (Ödip, imgesel, simgesel iğdiş edilme vb) beslendiği o psikanalitik makinenin artık çalışmadığını düşündüğü bir aşamaya geldik. Söz konusu şemalar her ruhsal bozukluğun toplumsal, siyasal ve kültürel içeriğini sistematik olarak yok etmektedirler.

Actuel: Kapitalizm ve şizofreniyi ilişkilendirmek kitabınızın temelini teşkil ediyor. Diğer toplumlarda da şizofreni vakaları var mı?

F.G: Özgün olarak bir kaçış, bir dışarı sızma olarak kavranılan şizofreni kapitalist sistemden ayrılamaz. Nev-i şahsına münhasır bir hastalık. Öteki toplumlarda kaçışın ve marjinalliğin farklı görünümleri vardır. İlkel denen toplumlardaki a -sosyal birey kapatılmaz; hapishane ve akıl hastanesi nispeten yeni nosyonlardır. Onlar köyün kıyısına itilir, sürülür ve (komşu köye entegre olmazlarsa) orada ölürlerdi. Bundan başka, her sistem kendi hastalıklarını da beraberinde getirir: İlkel denen toplumların histerisi; büyük İmparatorluklarda paranoid-depresifler… Kapitalist ekonomi kod çözerek, yurtsuzlaştırarak işler. Kendisine özgü aşırı hastalıkları var. Örneğin, kendi kodlarını çözen ve kendilerini son sınıra kadar yurtsuzlaştıran şizofrenler. Tabii bu sistemin aşırı sonuçları ve devrimcileri de var.


* Gilles Deleuze, Desert Islands and other texts 1953-1974, Semiotext(e), New York: 2004
Kaynak: 
http://www.kamilpark.com/?p=59

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aksiyomatik Nedir? - Alberto Toscano

Aksiyomatik, Deleuze ve Guattari tarafından, Bin Yayla ’da çağdaş kapitalizmin evrensel tarih içindeki işleyişini ve genel semiyolojisini tanımlamak için kullanılan kavramdır. Bilim ve matematiksel küme teorisinden kök alan aksiyomatik, birlikte çalıştığı terimlerin tanımlarını sağlamaya ihtiyaç duymayan ama bunun yerine verilmiş bir alandaki emirler ile kısmi norm veya buyrukların (aksiyomların) eklenmesi ve çıkarılması yöntemini ifade eder. Aksiyomlar böylece doğaları belirlenmeye ihtiyaç duyulmayan öğeler ve ilişkiler üzerinde işler. Onlar, uygulanmalarının alanlarının özellik veya niteliklerine kayıtsızdırlar ve nesnelerine, tamamen işlevsellermiş gibi, tercihen asıl özlerinden niteliksel olarak farklılaşmışlar gibi muamele eder. Aksiyomlar sırayla, belirli ampirik veya maddi durumlara uygulanan teoremlere veya gerçekleşim modellerine eşlik etmektedir.  Eğer akışları (ve onların kesim ve kırılmalarını) Deleuze ve Guattari’nin transandantal mataryalizminin temel bileşeni olarak

Köksap Nedir? - Felicity J. Colman

Köksap, nesnelerin, mekânların ve insanların en farklı ve en özdeş olanları arasında meydana gelen bağıntıları tanımlar; insanları birbirine bağlayan tuhaf olay zincirleri gibi: “ayrılığın altı adımı” [1]  hissi, “daha önce de buradaydım sanki” duygusu ve bedenler düzenlemeleri. Deleuze ve Guattari’nin “köksap” [ rhizome ] kavramı, “rhizo”nun biçimleri kombine etmek anlamına gediği ve biyoloji terimi olan "rhizome"un, kendini yatay yumru-biçimli kökü boyunca yayabilen ve yeni bitkiler geliştirebilen bir bitki formunu betimlediği etimolojik anlamından çekip çıkartılır. Bu terimin Deleuze ve Guattari’deki kullanımında köksap, şebeke biçimli, ilişkisel ve çapraz bir düşünme sürecini ve bu haritanın sabit bir varlık olarak inşasını "takip etmeyen" bir var olma biçimini haritalayan bir kavramdır (D&G 1987: 12). Kökenleri ile tek tek temellerinin izini süren bedenler ile fikirlerin düzen verilmiş soyları "ağaç biçimli düşüncenin" formları görülür ve epistem

"Hüzün geriye kalandır. Biraz blues dinleyin benim için…

Sık sık ölümün bilgisine asla sahip olamayacağımızı, çünkü asla tecrübe edemeyeceğimizi hatırlatırdı Ulus. O nedenle ancak bir başkası aracılığıyla tecrübe edebiliriz ölümü, başkasının ölümüyle bilmeye çalışabiliriz. Herkes bir şeyler yitirdi Ulus'un aramızdan ayrılmasıyla. Kimi anlaşılmaz ama değerli bulduğu bir yazarı hatırladı, kimi bir özgürlük hayaletini, kimi bir güzel meleği, kimi kendini özür borçlu hissettiği bir dostunu. Bir başkasının ölümü, yitirilenin bilgisi, yitimin hatırlattıkları... Biz ise onu kaybettiğimiz gerçeğinin ağırlığı yavaş yavaş üzerimize çökerken, bırakın anlamayı, tecrübe ettiğimiz yitimi tarif etmeye çabalamaktan bile aciz hissediyoruz. Ulus bir başkası degildi bizim için, bedenimizin bir parçasıydı. Kendimizi eksilmiş, azalmış, kırılmış hissediyoruz. Yokluğu bizi suskunlaştırıyor... Suskunluğu kabullenebiliriz, sessiz kalmayı biliriz, derdimiz bu değil. Şu an sözümüz yok ama, nasıl olsa kendi geçmişimize her baktığımızda onu da göreceğiz.