Ana içeriğe atla

Değer ve Duygulanım (Antonio Negri)

Değer teorisi hakkında iki yüzyıldır var olan ve hala devam eden polemikler bağlamında, politik ekonomiciler her zaman değerin emekle olan ilişkisini koparmama konusunda başarılı olmuşlardır. Hatta kendilerini değeri emekten ayırmaya adamış olan marjinal akımlar ve neo-klasik ekoller bile, somut olarak politik ekonomi ile karşılaştıkları her durumda bu ikisi arasındaki ilişkiyi dikkate almak zorunda kalmışlardır. Neo-klasik teoride, piyasa, girişimcilik, finans ve parasal ilişkilere dair yapılan tüm analizler, emeğe yapılan her türlü göndermeyi yalanlar. Aslında, politik kararlarla yüz yüze kaldıklarında neo-klasik teorisyenlerin hiçbir şey söylememesi şaşırtıcı değildir. Emek-değer teorisi, disiplinin kurucuları tarafından gömüldüğü yerden yeniden çıkar ve neo-klasik teorisyenler donup kalırlar. Toplumsal bir ilişki olarak ekonomik ilişkinin içindeki çatışkının (ve nihai dolayımın) nerede tanımlandığı ekonomik teorinin ontolojisini açığa çıkarır. Klasik değer teorisinin egemen olduğu zamanlardan beri, geri döndürülemez olan şey, değer teorisini ekonomik düzen bağlamında geliştirme olasılığını, ya da ister bireysel ister kolektif anlamda olsun değeri somut emeğin bir ölçüsü olarak ele alma olasılığını içinde barındırıyor olmasıdır. Bu zorluğun ekonomik sonuçları kesinlikle önemlidir; ama aynı derece önemli olan, bu zorluğun antropolojik ve toplumsal ön varsayımlarıdır. Bu son iki bileşen, benim bu yazıda açmaya çalıştığım ve değer teorisini "aşağıdan': yaşamın temelinden kuran yaklaşımının odağını oluşturuyor.

Kapitalist modernleşmenin kurulduğu yüzyıllarda, yani Marx'ın kavramlarıyla manüfaktür üretimden büyük ölçekli sanayi üretimine geçildiği dönemde, sermaye birikimi döneminde az ya da çok bir işlev üstlenmiş olan emeği ölçme olanağı, iki nedenden dolayı giderek zorlaşmaktadır. Öncelikle, hem bireysel hem de kolektif anlamda gittikçe daha da nitelikli ve karmaşık hale gelen emek, basit ve hesaplanabilir niceliklere indirgenemez. İkinci olarak ise, giderek finans sermaye biçiminde açığa çıkan ve devlet kurallarının içine gömülmüş olan sermaye, gittikçe yapaylaşmakta, manipülatif bir nitelik kazanmakta ve dolayısıyla daha soyut hale gelmekte, ekonomik çevrimin farklı alanları (üretim, yeniden üretim, dolaşım ve gelir bölüşümü) arasında daha fazla dolayım ilişkisi kurmaktadır. Fakat tüm bunlar tarih öncesidir. Postmodern dönemdeki küresel piyasada, ölçme sorunu kendisine bir yer bulamaz. 

Postmodernliğe geçiş döneminde, anti-emperyalist ve sömürgecilik karşıtı mücadeleler aşamasında, emek-değer teorisi, makroekonomik anlamda uluslararası işbölümünün ve sömürgecilik sonrası sömürünün "eşitsiz değişim" teorisi olarak tekrar yükselişe geçti. Oysa üretici süreçlerin endüstriyel üretimin çokuluslaşması ve finansal küreselleşmenin içine gömülmüş olmasının ötesinde, bir yandan sibernetik teknolojik süreçler ve iletişim kanalları diğer yandan maddi olmayan ve bilimsel emeğe yapılan yatırımlar yoluyla giderek yoğunlaşması görünür hale gelir gelmez, bu yükselişin bir aldatmaca olduğu doğrulandı. Bu, uluslararası işbölümünün ve sömürgecilik sonrası sömürünün bitmek zorunda olduğu anlamına gelmez. Tam tersine, bunları derinleştirmek anlamına gelir. Fakat aynı zamanda bunlar özgünlüklerini (ve dolayısıyla somut örnekler anlamında değer teorisini yeniden canlandırma olanağını) kaybetmişlerdir, çünkü bu tür bir sömürü mekanizmasının kendisi küreselleşmiş ve metropolit alanları istila etmiştir. Ve sömürünün ölçümü kesinlikle zorlaşmıştır. 

Postmodern ekonomide ve küreselleşen alanlarda, meta üretimi komuta yoluyla meydana gelir, iş bölümü komuta ilişkilerinde verilidir ve emeğin ölçümünün eklemlenmesi küresel komutanın içinde çözülmüştür. Bunları söyledikten sonra, asıl benim burada üzerinde durmak istediğim konu olan "değer ve duygulanım" meselesi, "tabandan" değer sorununun yeniden ele alınması önerisinin ötesinde ortaya atılmamıştır. Aslında meselelere politik ekonominin bakış açısından, yani "yukarıdan" baktığımızda, "değer-duygulanım" teması makro ekonomi ile o kadar iç içedir ki neredeyse fiilen görünmezdir. Ekonomi, buradaki zorlukla yüzleşmek istemediği için sorunu göz ardı eder. Sayısız örnek arasından ikisini ele alalım. İlk örnek, kadınların, annelerin veya eşlerin geleneksel emeğidir. Politik ekonomi geleneğinde, geleneksel kadın emeğinin işçinin (erkeğin veya aile reisinin) dolaylı veya dolaysız ücreti dışında ele alınmasının hiçbir yolu olamaz veya daha yakın zamanlarda olduğu gibi nüfus kontrol teknikleri (ve nüfus kontrolüne dayalı ekonomik düzenleme içinde devletin-kolektif kapitalistin nihai çıkarları) dışında düşünülemez. Dolayısıyla değer emekten (kadın emeği, örneğin annelerin ve eşlerin emeği), başka bir deyişle duygulanımdan sıyrılarak algılanır. İkinci örnek, düşünce silsilesinin en aşırı ucunda yer alır. Bu düşünce, artık klasik ekonominin geleneksel paradigmaları ile değil, gerçekten postmodern bir tema olan ilgi ekonomisi (attention economy) ile ilgilidir. Bu terimle ekonomik hesaplamaya dair tahminlerde, iletişim hizmetlerini kullananlar arasındaki karşılıklı etkileşimin dikkate alınmasına referans yapılır. Yine bu örnekte, ekonomi öznelliğin üretimini içine almaya çalışsa bile sorunun özünü göz ardı eder. Dikkatini "izleyicilerin" hesaplanmasına verdiği için, öznelliğin üretimini bedenden ayrılmış bir ufukta baskılar, kontrol eder, yönetir. Burada tahakküm altına alınan emek (ilgi), değerden (özneden), yani duygulanımdan sıyrılmış emektir. 

Değer-duygulanım temasını tanımlamak için, politik ekonominin arkasında yatan bilmezlikten gelme olgusundan yola çıkmak zorundayız. Bu konuyu, aşağıda açıklayacağım görünür paradoks temelinde anlamamız gerekir: Emeğin ölçülmesi ne kadar etkisiz hale gelirse; emek gücünün yarattığı değer de üretimde o kadar belirleyici bir rol üstlenir; politik ekonomi emek gücünün yarattığı değeri ne kadar gizlerse, emek gücünün yarattığı değer de o kadar genişler ve giderek küresel bir düzleme, biyopolitik bir alana nüfuz eder. Bu paradoksun içinde emek, duygulanım haline gelir, daha iyi bir ifadeyle eğer duygulanımı "eyleme kudreti" (Spinoza) olarak tanımlarsak, emek kendi değerini duygulanımda bulur. Bu paradoks şu terimlerle yeniden formüle edilebilir: Değer teorisi özneyi daha az hesaba kattıkça (ölçme, dolayımın ve komutanın temeli olarak bu hesaba katmanın kendisiydi), emeğin değeri de gittikçe daha fazla duygulanımın içinde, yani sermaye ilişkisinde otonom bir duruşa sahip olan canlı emeğin içinde konumlanır ve hem tek tek hem de kolektif bedenin gözenekleri içinde kendini değerli kılma gücünü açığa çıkarır. 

Yapısöküm 

Yapısökümcü ve tarihsel bir tez olan ilk tezim, bugün emek gücünün artık kapitalist komuta ilişkilerinin ne içinde ne de dışında olmamasından dolayı, emeği ölçmenin, dolayısıyla onu düzenlemenin ve bir değer teorisine dönüştürmenin olanaksız olduğudur. Günümüzde bu durumun niçin geçerli olduğunu açıklamak için iki olgudan yararlanacağım. 

İlk olgu: Emek gücü veya aslında emek gücünün kullanım değeri sermayenin dışındadır. Bu, klasik dönemde kurulan emek değer teorisi bağlamında geçerli olan durumdur. Emek gücü sermayenin dışında olduğu için, sermayenin içine alınmak zorunda kalmıştır. İlkel birikim süreci, dışarıda yaşayan emek gücünün kapitalist gelişme (kontrol) tarafından içerilmesine dayanır. Dolayısıyla emek gücünün değişim değeri, yine emek gücünün büyük oranda kapitalist üretim örgütlenmesinin dışında oluşturulmuş olan kullanım değerinden kaynaklanmaktaydı. Peki, bu dışarısı ne anlama geliyordu? Marx, bu soru hakkında çok fazla şey söylemiştir, Emek gücünden "değişen sermaye" olarak söz ettiğinde, aslında bağımsızlık ve öznelliğin bileşimini kastetmiştir. Bu bileşim, şu koşullar içinde örgütlenmiştir: (a) "küçük ölçekli dolaşımın" (toprakla ilişki, aile ekonomisi, "bağış" geleneği vb.) bağımsız varlığı; (b) "işçilerin elbirliği" ile çalışmasına veya başka bir deyişle emeğin kapitalist biçimde düzenlemesi ile iyileştirilse bile, ondan önce artı değer yaratan ya da en azından ona indirgenemeyecek olan elbirliği ile çalışma düzenine denk düşen değer yaratım sürecinin varlığı; (c) proletaryanın kolektif hareketi tarafından ihtiyaçlar ve istekler olarak sürekli yenilenen ve proletaryanın yürüttüğü mücadeleler tarafından üretilen (Marx'ın tanımıyla) "tarihsel ve ahlaki değerler" kümesinin varlığı. "Göreli ücret" ekseninde yürütülen mücadele (Rosa Luxemburg'un öznellik üretimi bağlamında Marksizme dair yaptığı kendine özgü yorumunda vurguladığı mücadele), "dışarının' neresi olduğunu açıklamaya elverişli oldukça güçlü mekanizmanın bir ifadesidir. Dolayısıyla kullanım değeri, göreli bir biçimde olsa bile esas olarak sermayenin dışında kök salmıştı. E. P. Thompson'ın çalışmasından 1970'li yıllarda İtalyan ve Avrupalı "işçici" yaklaşımların çalışmalarına kadar uzanan ve Güney Asyalı madun tarih yazarlarının son derece parlak çalışmalarını da içine dahil edebileceğimiz uzun bir tarih yazımı geleneği, yukarıda söz ettiğimiz durumu açıklar ve onu militan bir ifadeye dönüştürür. 

Uzun bir tarihsel dönem boyunca kapitalist gelişme, emek gücünün kullanım değerinin bağımsız belirlenimi (bu bağımsız belirlenim, görece olarak kapitalist komutanın "dışında" konumlanan bir belirlenimdir) konusunda güçlük çekmiştir. Dolayısıyla, bu dönemde proletaryanın yeniden üretimini sağlayan "zorunlu emeğin" fiyatı, doğal fakat her koşulda dışsal bir nicelik olarak sunulur ve bu nicelik işçi sınıfının üretken verimliliği ile onun toplumsal ve parasal olarak içerilmesi arasındaki ilişkiyi dolayımlayan bir niceliktir. 

Klasik değer teorisini devrimci bir amaç için kullanmayı hedefleyen gelenek içinde Marksist analizin özgünlüğü ise birikim sürecinin gelişimini sağlayan kapitalist komutanın bütünlüğüne oranla kullanım değerinin özünün emek gücüne (görece) dışsallığını göz önünde bulundurmasından kaynaklanır. Buna şu da eklenebilir: Marx'a göre, değeri ölçmek için kullanılan ölçü birimi, kapitalist üretim ve toplumun yeniden üretimi süreçlerinin dışında (veya en azından yanı sıra) biçimlendiriliyordu. 

İkinci olgu: Emek gücü ya da onun kullanım değeri kapitalist toplumun içindedir. Sermaye tüm gelişim süreci boyunca sürekli ve giderek artan biçimde emek gücünü kendi komutası altına almaya çalışmıştır; emek gücünün kapitalist toplumun dışında yeniden üretim koşullarını ortadan kaldırmış ve dolayısıyla emek gücünün kullanım değerini değişim değeri bağlamında tanımlamayı başarmıştır. Bu tanımlamayla beraber artık emek gücünün kullanım değeri, birikim aşamasında olduğu gibi görece değil, tam anlamıyla mutlaktır. “Arbeit match Frei” , Kullanım değerinin, baskıcı ve totaliter değişim değerine nasıl indirgendiğini veya nasıl onun tahakkümü altına sokulduğunu anlamak ve bu sürecin ABD'de 1930'lu, Avrupa'da 19SD'li ve Üçüncü Dünyada 197D'li yıllarda tamamlanmış olduğunu görmek için postmodern olmaya gerek yok. Birinci Dünyada olduğu kadar Üçüncü Dünyada da hala proletaryanın kullanım değerinin oluşumunda bağımsız biçimlerin varlığı kesinlikle söz konusudur. Fakat bu bağımsız biçimlerin yutulması yönündeki eğilim geri döndürülemez durumdadır. 

Postmodernite; sürekli, canlı ve hızlı bir eğilimi açıklar. Aslında günümüzle Marx'ın yaşadığı dönem üzerine düşünüldüğünde şu ayrım açıkça görülebilir. Günümüzde artık, kullanım değerinin, değişim değerinden kısmi olarak bile olsa bağımsız bir tanımından söz edilemez. 

Bu yüzden, kökenini klasik ve Marksist ekonomik yaklaşımlardan alan ve sermayenin diyalektik ilişkisinin temeli olarak bağımsız bir ölçü biriminin (bir "dışarının") varlığını öngören ekonomik hesaplama yönteminin devam etmesi için artık bir neden yoktur. Bunun ortadan kaybolduğu bir gerçektir ve ölçmeye dayalı değer teorisi, döngüsel ve totolojik bir nitelik kazanmıştır; artık, değerin zemini olarak sunulabilecek hiçbir dışsallık yoktur. Aslında 196D'lı yıllardan beri her kullanım değeri kapitalist üretim rejimi tarafından belirlenmektedir ve bunu görmek için ille de postmodern olmaya gerek yoktur. Birikim teorisinin içinde doğrudan kapitalist rejimin içine dahil edilmemiş olan her değer (yeniden üretimin toplumsal kapasitesi, elbirliğinin üretken katkısı, "küçük-ölçekli dolaşım", mücadeleler tarafından yaratılan yeni ihtiyaçlar ve istekler gibi) artık (küresel) kapitalist kontrol rejiminin içinde doğrudan işletilen ve harekete geçirilen değerlerdir. 

Dolayısıyla klasik terminolojiye bağlı kalan değer teorisi bir ölçme kriteri belirlemek zorunluluğu taşıyorsa, bugün bu ölçme kriterini sadece değişim değerinin küresel oluşumu içinde bulabilir. Bugün bu ölçme kriteri paradır. Fakat para kesinlikle kullanım değerinin üzerinde bir ölçü olmadığı gibi onun üzerinde bir ilişki de değildir; gelişmenin bu aşamasında kullanım değerinin mutlak ve basit ikamesidir. 

Sonuç olarak değer teorisi, politik ekonomi içindeki rasyonelleştirme işlevini tamamlamak zorundadır. Burada değer teorisinin temel olma işlevini kaybetmesinden söz etmiyorum. Bu, postmodernitenin sınırlarındaki kapitalist gelişmenin sonucudur. Küreselleşmenin ufkunda oluşan ve emperyal komuta tarafından düzenlenen parasal teorinin içinde başkalaşmıştır. "Dolar, dolardır." Para artık sermaye ve az ya da çok özneleştirilmiş emek gücü arasındaki bir değişim rejiminin ürünü değil, bir değişim rejiminin üretimidir. Değer teorisi hem parasal ölçüm aracı olarak hem de para düzeninin aracı olarak bayağılaştırılmıştır. Fakat üretimin değeri ortadan kalkmamıştır. Üretimin değeri, ölçme olmadığı zaman ölçülemez ve sınırsız bir hale gelir. Burada vurgulamak istediğim şey, artık ne sermayenin içinde ne de sermayenin dışında olan bir emek gücü paradoksudur. Birinci durumda, emek gücünün ölçme yoluyla kontrol edilmesine olanak tanıyan kriter, emek gücünün görece bağımsızlığıydı (bugün emek gücünün görece bağımsızlığından söz edemeyiz, emek gücü artık gerçek boyunduruk altına alınmıştır); ikinci durumda ölçme olmamasına rağmen emek gücünü komuta etmeye olanak tanıyan kriter, emek gücünün parasal rejim içine massedilmiş olmasıdır (Keynesçilik en damıtılmış kontrol tekniğidir). Oysa bu ikinci kriter aynı zamanda parasal kontrol bütünüyle soyut hale geldikçe ortadan kaybolmak zorundadır. Dolayısıyla bir kez daha postmodernite, yani kapitalist ekonominin küresel ve/veya emperyal sistemi içinde bulduğumuz emek gücünün, sermayeye göre bir yok-yerde konumlandığı sonucuna varmak durumundayız. 

Peki, Bu Yok-Yeri Nasıl Tanımlayabiliriz?

Bu tartışmaya başlamak için öncelikle kapitalist sömürünün küreselleşmesine dair analizde bir teorik kıta değişikliği tarif etmek gerekir. Şimdi, küreselleşmeden söz edildiğinde, aslında onun çifte anlamından söz ediliyor demektir. Yaygın anlamıyla küreselleşmeden piyasalar aracılığıyla üretici sistemin genişletilmesi olarak söz edilir; daha derin anlamıyla ise küreselleşme tüm toplumsal yaşamın kapitalist üretim içinde massedilmesidir. İlk anlam bağlamında emek gücü hareket halindedir, karşılıklı değiştirilebilir, maddi ve maddi olmayan bir araya toplanmadır (veya öznelliklerdir), emeğin üretici gücü hareketlilik (veya farklılık, parçalılık) mekanizmalarına göre düzenlenir; burada üretici güç dolaşımdan koparılır. İkinci anlam bağlamında ise emek gücü toplumsal fabrika olarak, nüfus, kültür, gelenek ve yenilik olarak ifade edilir, kısaca emek gücünün üretici gücü toplumsal yeniden üretim süreçlerinde sömürülür, "Biyo-politik" bağlamda, üretim yeniden üretimle aynı anda ortaya çıkar. (Biyo- politika kavramı, üretimi, dolaşımı ve onları düzenleyen politik mekanizmaları birleştiren bir toplumsal yeniden üretim bağlamı tanımlar.) Bu yüzden emek gücünün yok-yeri, olumsuz anlamda, sermayenin gerçekleşme biçimleri arasında var olan bölünmenin –klasik ekonomicilerin kabul ettiği birbirinden ayrı biçimlerin- çözülüşü ile tanımlanır. Yok-yer olumlu anlamda, hem emek gücünün hareketliliğinin yoğunluğu hem de biyo-politik bağlarının uyumu tarafından tanımlanabilir. 

Kuruluş 

Elimizde bir dizi iddia var: (1) emek değerin, kullanım değerinin bağımsızlığına dayalı ölçümü bugün geçersizdir; (2) tüm bir küresel çapta dayatılan kapitalist komuta düzeni, her türlü olanağı hatta parasal ölçme olanağını bile reddeder; ve (3) bugün emek gücünün değeri, yok-yerde konumlanır ve bu yok-yer ölçülemez ve sınırsız bir yerdir. Bununla kastettiğimiz, emek gücünün değerinin ölçmenin dışında ve ötesinde olduğudur. 
Şimdi, değer-duygulanım temasını göstermek için, bu tartışmaya girerken sunmuş olduğumuz pek çok temadan biri olan üretim ve yeniden üretim arasındaki ilişki üzerinde durmak ve analizin öngördüğü bulgulara göre bu temayı araştırmak isteriz: ilki tabandan ve ikincisi ölçülemez ve sınırsız yok-yer içinde kurulacak bir değer anlayışı. Bunu yapmak için, önümüzde duran basit yolun cazibesini reddetmeye hazır olmak gerekir. Kaçınılması gereken bu yol, Marksist kullanım değeri biçimlerini yeniden ortaya koymak ve onları yeni durumun bağlamına yerleştirmeye kalkışmaktır. Peki, kendilerini bu yaklaşımın içine yerleştiren filozoflar ve politikacılar nasıl bir yol izlerler? Onlar, genişleyen küreselleşme sürecinin karşısına nostaljik olarak yerleştirdikleri kurgusal bir kullanım değeri fikrini yeniden kurarlar; başka bir deyişle küreselleşmeye karşı hümanist bir direniş önerirler. Aslında onlar, kurdukları söylem içinde, modernitenin bütün değerlerini yeniden gündeme getirirler. Yine bu söylem içinde kullanım değeri, özdeşlik bağlamında şekillendirilir. (kullanım değerinin tam olarak hatırlanmadığı zamanlarda bile, el altından varlığı sona erer.) Bunun için bir örnek yeterli olabilir: küreselleşmeye karşı işçi sendikalarının direnişi. Bu direnişi kurmak için, yukarıdaki söylemi savunanlar bölgesellik ve emek gücünün kullanım değerinin özdeşliğini yeniden canlandırır. Böylece üretkenliğin geçirmiş olduğu dönüşümlere gözlerini kapatırlar, bu yüzden ölçülemez ve sınırsız yok-yerde açığa çıkan üretken etkinliğin yeni gücünü anlamakta yetersizdirler. Dolayısıyla bu yolu izleyemeyiz. Başka bir yol araştırmamız gerekir. Fakat bu yolu nerede ve nasıl bulacağız? Bu yolun "tabandan" gelen bir yol olduğunu söyledik. Buraya kadar aslında, üretimden toplumsal yeniden üretime, dolayısıyla değerden biyopolitik gerçekliğe yönelen Marksist ilişki temelinde akıl yürüttük. Bu ilişkide duygulanım da içerilmiş olmalıdır; duygulanım, kullanım değeri tanımının en alt sınırında harekete geçen bir güç olarak açığa çıkabilir. Oysa değer soyut anlamda hesaplamanın bütünlüğü içinde bir bileşen olarak varsayıldığı için, değer yaratan koşulların çıkarsandığı bu son nokta, önemli etkiler tarafından biçimlendirilmiştir. Şimdi bu çıkarsamadan kaçarak akıl yürütmek ve daha ziyade duygulanımdan değere giden tümdengelimci bir kuruluş çizgisi izlemek gerekiyor. 

Bu kuruluş hattının benimsenmesinin oldukça iyi sonuçları olmuştur ama elde edilen bulgular ne yazık ki duygulanımın gücünün radikalliğini ve şimdi postmodernite içinde bizi bekleyen etkilerinin genişliğini göstermeye yeterli değildir. Burada daha önce de belirtmiş olduğum gibi E.P. Thompson’dan, 1970'lerin Avrupa'daki "işçici" yaklaşımlara ve "madun" tarih yazarlarına uzanan tarih yazımı geleneklerine gönderme yapıyorum. Bu teorik çerçeveden bakıldığında, duygulanımın tabandan geldiği varsayılır. Üstelik duygulanım ilk aşamada bir değer üretimi olarak sunulur. Duygulanım bir değer üretimi olarak sunulduktan sonra ikinci aşamada, bir mücadele üretimi, bir anlam ve mücadelelerin ontolojik çökeltisi ve tortusu olarak ifade edilir. Dolayısıyla duygulanım, kendi karmaşıklığı içinde zenginleştirici bir tarihsel kuruluş dinamiği olarak ortaya çıkar. Ama duygulanıma dair bu açıklamalar hala yetersizdir. Bu bakış açısına göre, mücadelelerin dinamiği (ve bu mücadelelerin duygulanımsal yönü), aslında her durumda kapitalist komutanın hem teknik hem de politik anlamda yeniden yapılanmasını belirler. Duygulanımın gelişimi, onun dinamiğini tamamıyla döngüsel olarak -kısaca, diyalektik olarak- açığa çıkaran bir diyalektik yaklaşım ile yakından ilişkilidir. Burada kötü diyalektikten ayrı bir iyi diyalektik yoktur: Bütün diyalektikler kötüdür. Hiçbir diyalektik, tarihsel gerçeklikten ve bu gerçekliğin zenginliğinden özgürleşme yeteneğine sahip değildir. "Tabandan" kurulsa bile diyalektik, tarihsel süreçteki radikal yeniliği, tüm radikalliği içinde eyleme gücünün (duygulanım) genişlemesini açığa çıkarma konusunda yetersizdir. Bu yüzden, tabandan gelecek bir yeniden kuruluşa eklenmesi gereken şey yok-yer anlayışıdır. Sadece yok-yere dayalı bir radikal bakış açısı, tüm şekilleriyle modernitenin diyalektiğinden ve hatta duygulanımın diyalektik kuruculuğunu tabandan geliştirmeye çalışan girişimlerden bile özgürleştirebilir. Peki, tabandan kuruculuk yaklaşımını yok-yer anlayışına eklemekle ve duygulanımdan değere giden yolda her tür diyalektik yaklaşımı parçalamakla neyi kastediyorum? 

İlk hipotezim şu: Duygulanım hem bireysel hem de evrensel bir eyleme gücü olarak ele alınabilir. Bireyseldir, çünkü gücünü kendinden, kendi yapısından ve kuruluşunun sürekli yeniden yapılanmasından almayan her türlü ölçümün ötesine geçen bir eylemi ifade eder. 

Evrenseldir, çünkü duygulanım özneler arasında genel bir ortaklık kurar. Bu ortaklığın içinde duygulanımın yok-yeri vardır, çünkü bu ortaklık bir isim değil, bir güçtür; duygulanım bir kısıtlamanın veya bir baskının ortaklığı değil, bir arzunun ortaklığıdır. Dolayısıyla burada duygulanım, kullanım değerinden başka hiçbir şeye sahip değildir, çünkü bir ölçüt değil bir güçtür ve sınırlara değil sadece kendi genişlemesinin önündeki engellere çarpar. 

Bir güç olarak duygulanımın bu ilk tanımı diğer tanımların önünü açar. Aslında ikinci olarak şunu söyleyebilirdik: Tekillik ve ortaklık(veya evrensellik) arasındaki ilişki statik değil, dinamik bir ilişki olsaydı ve biz bu ilişkide evrenselleştirilmiş tekil ile tekilleştirilmiş "ortak olan" arasında sürekli bir hareket gözlemlemiş olsaydık, duygulanımı bir dönüşüm gücü, kendini değerli kılmanın kudreti olarak tanımlayabilirdik. Kendini değerli kılma, ortak olanla ilişkisinde varlığın kendisinde ısrar eder, dolayısıyla sınırlara değil, sadece kendi yayılımının önündeki engellere çarpan bir ortaklığı beraberinde getirir. Fakat bu süreç biçimsel bir süreç değil, daha ziyade maddi bir süreçtir ve biyopolitik koşulda gerçekleştirilir. Üçüncü olarak, duygulanımın gücünün tekilliği ve evrenselliği içinde yine duygulanımın eylemi tarafından aşılan her engel, duygulanımın kendi eyleminin büyük gücünü belirler. Bu anlamda, duygulanımdan el koyma gücü olarak söz ediyoruz. Burada sürecin hem kendisi hem de gücü ontolojiktir. Eylemin ve dönüşümün koşullarına kısmen el konulmuştur ve eylemin ve dönüşümün gücünü zenginleştirmeye yönelmiştir. Dördüncü olarak, eyleme gücü olarak duygulanım tanımlarını, daha ileri bir tanıma ulaşmak üzere bir araya getirebilirdik: yayılmacı bir güç olarak duygulanım. Diğer bir deyişle duygulanım, özgürleşmenin, ontolojik açılmanın ve her yere sızmanın bir gücüdür. Aslında bu tanım totolojik bir tanım olarak görünebilir. Eğer duygulanım değeri tabandan kuruyorsa, onu ortak alanını ritmine göre dönüştürüyorsa ve değerin kendisini gerçekleştirmesinin koşullarına el koyuyorsa, duygulanımın yayılmacı bir güç olduğu aşikârdır. Oysa bu tanım totolojik değildir. Tam tersine, yok-yerin olumlu anlamında, ölçmenin ötesinde bir güç olarak duygulanımın karşı konulamazlığında ve onun mutlak anti-diyalektik özelliğinde ısrar ettiğimizde, bu tanımın yeni bir kavram ortaya attığını görebiliriz. (Felsefe tarihinde gezen bir kişi, duygulanıma dair yukarıda yapılan ilk üç tanımın Spinozacı tanımlar olduğunu, dördüncüsünün ise Nietzscheci bir tanım olduğunu görebilir.) Her durumda, duygulanımın çok yönlü yayılımı, postmodern darbe veya etkiyi de alt edecek şekilde, olumsuzlama üzerine kurulu aşkın değerlenmenin ötesine geçer. 

Politik Ekonomiye Dönüş

Değer, her türlü ölçümün, hem kullanım değerinin 'doğal" ölçümünün hem de parasal ölçümün dışına çıktığından, postmodern politik ekonomi değer için başka bir yerler aramaya girişmiştir: geleneksel ticari değişim yöntemlerinin alanı ve iletişimsel ilişkiler alanı gibi. 

Dolayısıyla piyasanın geleneksel yöntemleri ve iletişimsel değişim ilişkileri, ölçümün dışında kurulan fakat biyopolitik denetime duyarlı olan üretici bağların (ve dolayısıyla duygulanımsal akışların) yeri olabilir. Bu yüzden postmodern politik ekonomiye göre değer, duygulanımla olan ilişkisi içinde biçimlenir ve bu duygulanım temel üretici özelliktir. Sonuç olarak politik ekonomi, duygulanımı kontrol etmeye, bu kontrolü mistikleştirmeye ve gücünü sınırlamaya çalışır. Politik ekonomi her durumda üretici gücü kontrol altına almak zorundadır ve bu yüzden kendisini, yeni değerlenme biçimleri (ve bunu üreten yeni özneler) üzerinde, yeni sömürü biçimleri dayatmak için örgütlemek durumundadır. Burada şunu kabul etmemiz gerekir ki, politik ekonomi kendini oluşturan kavramlar sistemini yeniden biçimlendirerek, ileri doğru muazzam bir sıçrama gerçekleştirmiş ve kendisini tanımlayan egemenlik durumunu olumsuzlamadan yeni diller kullanma yoluyla bu egemenliği yeniden üreterek kendisini sermayenin klasik diyalektiğinin dışında göstermeye çalışmıştır. Emek gücünün nesnelliğe dayalı ölçümünün olanaksızlığını kabul eder (buradaki nesnellik kullanım değeri söz konusu olduğunda deneyüstü ve para söz konusu olduğunda aşkınsaldır). Bu yüzden politik ekonomi kendi teorisini, öznellik üretimi veya aslında üretken öznellik tarafından sınırlanan alan üzerinde kurar. Günümüzde politik ekonominin, değeri gerçek ve uygun bir kavramsal devrim kuran bir arzu yatırımı olgusu olarak ele alması gizli bir yönelimdir. (Yine felsefe tarihine ki neredeyse her zaman bir mistikleştirme disiplinidir, aşina olan birisi, bugün Adam Smith'in Theory of Moral Sentiments adlı eserinin The Wealth of Nations adlı eserinden, Marx'ın ilk dönem yazılarının Kapitalden, Mauss'un Sociology of the Gift adlı eserinin Max Weber’in Economy and Society adlı eserinden niçin üstün tutulduğunu görebilir). Her durumda politik ekonomideki bu devrim, üretken gerçekliği toplumsal yeniden üretimin üstyapısı ve iletişim işaretlerinin dolaşımının ifadesi olarak kuran duygulanımların bağlamını egemenlik altına almaya girişmesini içermesi açısından anlamlıdır. Duygulanım ölçülemez olduğu için bu yeni üretken gerçekliğin ölçümü olanaksız olsa bile, yine de üretken içeriği ve çok zengin olan üretken öznelliği anlamında duygulanım kontrol altına alınmalıdır. Politik ekonomi bir deontoloji  bilimi olmuştur. Başka bir deyişle, ilişkilere ve iletişime dayalı politik ekonominin projesi, ölçülemez olan üretken gerçekliği kontrol etmektir. Oysa sorun politik ekonominin tahmin ettiğinden çok daha zordur. Neredeyse hepimiz, ölçülemezliğin sadece "ölçü dışılık" anlamına gelmediğini, aynı zamanda ve öncelikle "ölçü ötesilik" anlamına geldiğini vurguladık. Belki de postmodernitenin temel çelişkisi, sadece bu fark üzerine oturmakta. Duygulanım ve onun üretken etkileri, tam merkezi bir durumdadır. Politik ekonomi, şunu der: Ölçü dışı olanın ölçülemeyeceğini ve dolayısıyla ekonominin diyalektik olmayan bir teorik bilime dönüştüğünü kabul edeceğiz. Fakat bu durum, politik ekonominin ölçü dışı olanı kontrol etmeyeceği anlamına gelmez. Dolayısıyla düzen, başka bir deyişle yaşamın ve değişim ilişkilerinin üretim tarzlarından oluşan yapı, politik ekonomiye duygulanım-değerin ölçülemezliğini kontrol altına alma olanağı sunmalıdır. Politik ekonominin bu projesi, kesinlikle muazzam ve büyüleyici bir girişimdir! 

Yine de politik ekonomiden kaçan ve onu kendi hilelerinin içinde donduran bir başka şey daha vardır: ölçümü ötesi olan değer-duygulanım. Bu engellenemez. Ulvi olan normalleşmiştir. 

Yeniden Analize Başlamak

Gündemde olan, bir arzu ekonomisidir. Bu sadece felsefi olarak değil, politik ekonominin eleştirisi anlamında da doğru bir ifadedir. Diğer bir deyişle, sadece model olarak alınmadığı sürece Marx tarafından önerilen bakış açısı da bunu doğrular: ezilenlerin isyanını kuran ve devrimci bir yeniden yapılanmayı tahayyül eden bakış açısı, tabandan gelen ve devrimci gerçekliğin yok-yerini kuran bir bakış açısı. Değer-duygulanım, içinde isyanı barındıran ve üretken özneler tarafından biyopolitik içeriğe yeniden el konulmasını öngören devrimci bir politik ekonominin önünü açar. Ne yapmak istiyoruz ve ne yapabiliriz? Bu sorulara bilimsel olarak yanıt vermek sadece ölçü dışı değil, aynı zamanda ölçü ötesidir. 

Oysa olaylar duygulanımla yüklü olduğu zaman bile duygulanımın, ortak olanın, insanlar arasındaki diyalogun ve her türlü toplumsal mücadelenin içinde olduğunu söylemek paradoksal olarak çok kolaydır. Oluş ve duygulanım arasındaki uzaklık bu kadardır. Aslında, üretken yaşamımız bir yana, toplumsal yaşamımız bile eylemin güçsüzlüğü yaratamamanın incinmişliği ve hayal etme yetimizin hadım edilmişliği tarafından bastırılmıştır. 

Peki, bu durum nerden kaynaklanır? Düşmandan. Düşman için değerin ölçümü imkânsızsa, değeri yaratan için değeri ölçen kişinin varlığı gerçek dışıdır. Duygulanım temel alındığında, düşman ortadan kaldırılmalıdır. Oysa duygulanım (üretim, değer, öznellik) yıkılamaz. 

Duygulanımsal Emek 

Emeğimizdeki ve toplumsal pratiklerimizdeki duygulanımların üretimine odaklanmak, söylemsel bağlamda, örneğin arzu veya kullanım değeri üretimine dayalı anti-kapitalist projeler için kullanışlı bir zemin sunar: Duygulanımsal emek, kendinde emektir, komünalliğin ve kolektif öznelliklerin doğrudan kuruluşudur. Bu yüzden duygulanım ve değerin üretim döngüsü pek çok açıdan, kapitalist değerlenme süreçlerine alternatif öznelliklerin kuruluşu için otonom bir döngü olarak görülmek zorundadır. Marx ve Freud'u bir araya getiren teorik yaklaşımlar, duygulanımsal emeği arzu üretimi gibi kavramları kullanarak kavramışlardır ve daha da önemlisi geleneksel olarak kadın işi olarak tanımlanmış olan işleri analiz eden feminist araştırmacılar, duygulanımsal emeği aile ve bakım işi gibi terimleri kullanarak anlamışlardır. Bu analizlerin her biri, emek pratiklerimiz tarafından işletilen süreçlerin, kolektif öznellikler, toplumsallık ve nihai olarak toplumun kendisini ürettiğini ortaya çıkarır. 

Günümüzde duygulanımsal emeğin bu şekilde ele alınması, duygulanımsal emeğin, kapitalist ekonomi içindeki değişen rolü bağlamına oturtulmalıdır ve bu makalenin öncelikli vurgusu da budur. Diğer bir deyişle, duygulanımsal emek hiçbir zaman tamamıyla kapitalist ekonominin dışında yer almamış olmasına rağmen, son yirmi beş yıl içinde yaşanan ekonomik postmodernleşme süreci duygulanımsal emeğe, onu sadece sermayenin doğrudan üretkenliğinin içinde değil, aynı zamanda emek biçimlerinin hiyerarşik olarak en üst biçiminin içinde konumlandıran bir rol yüklemiştir. Duygulanımsal emek, "maddi olmayan emek" diye adlandıracağım emeğin bir yüzüdür. "Maddi olmayan emek" küresel kapitalist ekonomi içindeki diğer emek biçimlerine göre baskın olan emektir. Sermayenin duygulanımsal emeği bir araya getirerek yücelttiğini ve duygulanımsal emeğin sermaye açısından en yüksek değer üreten emek biçimi olduğunu söylemek, duygulanımsal emeğin bozulduğu ve dolayısıyla artık anti-kapitalist projenin işine yaramayacağı anlamına gelmez. Tam tersine, kapitalist postmodernleşme zincirinin en güçlü halkalarından biri olarak duygulanımsal emeğin yıkıcı potansiyeli ve otonom kuruculuk anlamında sahip olduğu güç çok büyüktür. Bu bağlamda, Michel Foucault'nun kullandığı anlamda biyo-iktidar kavramına referans vererek, emeğin biyo-politik potansiyelini kabul edebiliriz. Bundan sonra önümüzde üç aşamalı bir analiz var: ilki, maddi olmayan emeği günümüzün kapitalist postmodernleşme döneminin içine yerleştirmek; ikincisi, duygulanımsal emeği maddi olmayan emeğin diğer biçimlerine göre konumlandırmak; ve son olarak biyo-iktidar anlamında duygulanımsal emeğin potansiyelini incelemek. 

Postmodernleşme 

Ortaçağdan beri, gelişmiş kapitalist ülkelerin birbirinde farklı ve birbirini takip eden üç farklı uğraktan geçtiğini ve bunların her birinin ekonomideki öncelikli sektör tarafından belirlendiğini kabul eden ekonomik paradigmalar günümüzde genel kabul görmektedir. İlk paradigmada, tarım ve hammadde elde edilmesi ekonomiye hâkim olmuştur; ikinci paradigmada endüstriyel üretim ve dayanıklı malların imalatına yönelik manüfaktür öncelikli bir konuma sahiptir; günümüzdeki paradigma ise hizmet ve enformasyon sektörü ekonomik üretimin merkezindedir. Dolayısıyla, üretimde baskın olan sektöre göre birinci aşamadan ikinciye ve üçüncüye geçilmiştir. Ekonomik modernleşme, ilk ekonomik yaklaşımdan ikinciye, yanı tarımdan endüstriye geçişin ifadesidir. Modernleşme endüstrileşme demektir. İkinci yaklaşımdan üçüncüye geçişi, yani endüstriyel üretimden hizmet ve enformasyon üretimine geçişi ekonomik postmodernleşme süreci ya da daha iyi ifade etmek gerekirse enformatikleşme süreci olarak adlandırabiliriz. Modernleşme ve endüstrileşme, toplumsal alanın bütün bileşenlerini dönüştürdü ve yeniden tanımladı. Tarım, endüstrileşerek modernleştiği zaman çiftlikler birer fabrikaya dönüştü ve kelimenin tam anlamıyla tarım üretimi fabrika üretiminin teknolojisi, disiplin ilişkileri ve ücret ilişkileri ile biçimlendi. Daha genel olarak, toplumun kendisi, insan ilişkilerine ve insan doğasına kadar adım adım endüstrileştirildi. Toplum bir fabrikaya dönüştü. Yirminci yüzyılın başlarında, Robert Musil tarım dünyasından toplumsal fabrikaya geçiş sürecinde insanlığın geçirdiği dönüşümü çok güzel anlatır: "Bir zamanlar insanlar kendilerini bekleyen koşulların içinde doğallıkla büyüyorlardı ve bu, insanın kendisi olmasının çok önemli bir yoluydu. Oysa günümüzde, şeylerin yeniden örgütlenmesi ile birlikte her şey içinde yetiştiği topraktan koparılıyor; hatta ruhun üretimi bile kaygı verici hale geliyor, tıpkı geleneksel el sanatlarının yerini makine ve fabrika ile birlikte ilerleyen bir tür zekâya bırakmasının kaygı verici olması gibi," İnsanlık ve onun ruhu, ekonomik üretim süreçlerinin içinde üretilir. İnsan olma süreçleri ve insanın doğasının kendisi, modernleşmenin niteliksel değişimi içinde temelden dönüştürülmüştür.

Oysa günümüzde modernleşme sona ermek zorundadır. Başka bir deyişle, endüstriyel üretim, diğer ekonomik biçimler ve toplumsal olgular üzerindeki egemenliğini artık genişletemez. Bu değişimin en önemli göstergesi, istihdamdaki niceliksel değişimlerdir. Modernleşme süreci, tarım ve madencilik sektörlerinde, yani birincil sektörde çalışan emeğin endüstri sektörüne yani ikinci sektöre göç etmesiyle tanımlanır. Postmodernleşme ve enformatikleşme süreçleri ise, endüstriyel üretimde çalışan emeğin hizmet sektörüne (üçüncü sektöre) kayması ile ayırt edilir. Bu süreç, egemen kapitalist ülkelerde, özellikle ABD'de 197O'li yılların ilk yarısında başlayan bir değişimin ifadesidir. Hizmet sektörü, yani üçüncü sektör sağlık, eğitim, finans, ulaşım, eğlence ve reklamcılık gibi çok geniş bir alanı içerir. Bu sektördeki işler büyük oranda hareketli olmayı ve esnek iş becerilerini gerektirir. Daha da önemlisi bu tür işler genelde bilgi, enformasyon, iletişim ve duygulanımı merkeze alan bir niteliğe sahiptirler. Bu anlamıyla, post-endüstriyel ekonomiyi bilgi ekonomisi olarak adlandırabiliriz. 

Modernleşme sürecinin tamamlanmış olması ve küresel ekonominin günümüzde enformasyon ekonomisine yönelen bir postmodernleşme sürecine girmesi, endüstriyel üretimin terk edileceği ve öneminin ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Bu durum dünyanın en gelişmiş bölgeleri için bile böyledir. Tıpkı endüstri devriminin, tarımı dönüştürmesi ve daha üretken kılması gibi, enformasyon devrimi de enformasyon ağlarını endüstriyel üretim süreçlerine entegre ederek endüstriyel üretimi dönüştürecek, yeniden tanımlayacak ve yenileyecektir. Burada yeni yönetimin emri “manüfaktür üretimini bir hizmet üretimi gibi örgütlemektir. Aslında, endüstriyel üretim dönüştürüldüğü için endüstriyel üretimle hizmet üretimi arasındaki fark gittikçe bulanıklaşmaktadır. Nasıl ki modernleşme süreci ile bütün üretim alanları endüstrileştiyse, postmodernleşme süreci ile de bütün üretim alanları hizmet üretimine dönüşmekte ve enformatikleşmekte. 

Enformatikleşme ve hizmet sektörünün genişlemesi olgusunun en çok egemen kapitalist ülkelerde belirgin hale gelmiş olması, çağdaş küresel ekonomiyi -sanki egemen ülkeler bugün enformasyona dayalı hizmet ekonomisine sahip olanlar, endüstriyel üretim yapan ülkeler de onlara bağımlı ardılları ve tarım üretimine dayalı ülkeler de en alt aşamadaymışçasına- gelişme aşamaları bağlamında anlamamıza yol açmamalı. 

Tahakküm altına alınan ülkeler için, modernleşmenin tıkanması, öncelikle endüstrileşmenin artık ekonomik gelişmenin ve rekabetin anahtarı olmadığı anlamına gelir, Sahra-altı Afrika gibi en korkunç şekilde tahakküm altına alınmış kimi bölgeler, sermaye hareketlerinden, yüksek teknolojiden, hatta kalkınma yanılsamasından bile dıştalanmış ve kendilerini açlık sınırlarında bulmuştur. (Postmodernleşmenin nasıl hem bu dışlamayı dayatıp hem de bu bölgeleri tahakküm altına alabildiğini kavramamız gerekir.) Küresel hiyerarşi içinde orta düzeyde bir konuma sahip olmak için yürütülen rekabet, büyük oranda endüstrileşmeye değil, üretimin enformatikleşmesine dayalıdır. Hindistan, Brezilya ve Rusya gibi farklı ekonomilere sahip olan büyük ülkeler, farklı üretim süreçlerini eşzamanlı olarak destekleyebilirler, yani enformasyon temelli hizmet üretimini, modern endüstri üretimini ve geleneksel el sanatlarını, tarım ve madencilik üretimini aynı anda gerçekleştirebilirler. Bu ülkelerde söz konusu üretim süreçleri arasında sıralı bir tarihsel ilerleme söz konusu değildir; bu farklı üretim süreçleri birbirine eklemlenebilir ve aynı anda varolabilirler; enformasyona dayalı üretimden önce modern üretim aşamasından geçmek zorunlu değildir, geleneksel el sanatları doğrudan bilgisayarlı üretime geçebilir, yalıtılmış balıkçı köylerinde cep telefonları kullanıma girebilir. Bütün üretim biçimleri, dünya piyasasının ağları içinde ve enformasyona dayalı hizmet üretiminin egemenliği altında varolabilir. 

Maddi Olmayan Emek 

Enformasyon ekonomisine geçiş, emeğin niteliğinde ve emek süreçlerinin doğasında zorunlu bir değişimi beraberinde getirir. Ekonomik paradigmadaki geçişin, en dolaysız sosyolojik ve antropolojik göndermesi budur. Enformasyon, iletişim, bilgi ve duygulanım, üretim süreçlerinde temel bir rol üstlenmeye başlar. Fabrika emeğine dayalı otomobil endüstrisindeki değişim ya da Fordist modelden Toyotist modele geçiş, pek çok kişi tarafından bu dönüşümün ilk boyutu olarak kabul görür, Bu modeller arasındaki ilk yapısal değişim, meta üretimi ve tüketimi arasında bir iletişim sisteminin kurulmasını, yani fabrika ile piyasa arasında bir enformasyon akışı sağlanmasını kapsar. Fordist model, üretim ve tüketim arasında görece "sağır" bir ilişki kurmuştur. Fordist modelde, standart metaların kitlesel üretimi, yeterli talep olduğu varsayımı üzerinden hesaplanabiliyordu, bu yüzden piyasanın sesine "kulak vermek" gerekmiyordu. Tüketimden üretime akan bilgi, üretim miktarında değişiklik yapmak için piyasadaki değişimler yeterli oluyordu, ama bu ikisi arasındaki iletişim sınırlı (planlamanın bölümlenmiş ve sabitlenmiş kanalları nedeniyle) ve yavaştı (kitlesel üretim teknolojileri ve işleyişinin katılığı nedeniyle). Toyotizm, üretim ve tüketim arasındaki Fordist iletişim yapısının tersyüz edilmesine dayanır. Bu modele göre ideal olarak, üretimin planlanması piyasa ile sürekli ve doğrudan bir iletişim içinde olacaktır. Hâlihazırda piyasada var olan talebe göre, fabrikalar sıfır stok bulunduracaklar ve mallar talep edildikçe, yani tam zamanında üretim ilkesine göre üretilecek. Dolayısıyla bu model, sadece daha hızlı bir bilgi akışını gerektirmekle kalmaz aynı zamanda ilişkiyi de ters yüz eder. En azından teoride, üretim kararının alınması, piyasanın kararından sonra ve ona bir yanıt olarak ortaya çıkar. Bu endüstriyel üretim anlayışı, üretim alanında öncelikle iletişim ve enformasyonun merkezi rolüne vurgu yapar. Enformatikleştirilmiş endüstriyel üretim süreçlerinde, işlevsel eylem ile iletişimsel eylemin sıkı sıkıya birbirinin içine geçtiği söylenebilir. (Jürgen Habermas'ın işlevsel eylem ile iletişimsel eylem arasında yaptığı ayrımın, Hannah Arendt'in emek, iş ve eylem arasında yaptığı ayrım gibi, bu süreçler tarafından nasıl parçalandığına dair düşünmek yararlı ve ilginç olabilirdi.) Yine de bu iletişimsel eylemin, zayıf bir iletişim nosyonu olduğu ve sadece piyasa bilgilerinin akışını sağladığı söylenebilir. 

Ekonomideki hizmet sektörleri, üretken iletişimin daha zengin bir modelini sunar. Gerçekte pek çok hizmet sektörü, sürekli bir enformasyon ve bilgi akışına bağlıdır. Hizmet üretimi, maddi ve sabit meta üretmediği için, bu üretim türünde içerilen emeği maddi olmayan emek, yani bilgi, hizmet ve iletişim gibi maddi olmayan metaları üreten emek olarak tanımlayabiliriz. Maddi olmayan emek bir yanıyla bilgisayarın işlemesine benzetilebilir. Giderek artan bilgisayar kullanımı, bütün toplumsal pratiklerin ve ilişkilerin yanı sıra, emek pratiklerinin ve ilişkilerinin yeniden tanımlanmasına yol açmıştır. Bilgisayar teknolojilerine yatkın ve alışkın olmak, egemen kapitalist ülkelerde iş bulmak için gerekli olan birincil nitelik haline gelmiştir. Hatta doğrudan bilgisayar kullanımı gerektirmeyen işlerde bile sembollerin ve enformasyonun bilgisayar sistemine göre işlenmesi gittikçe yaygınlaşmaktadır. Bilgisayarın yenilikçi boyutu, kendi işleyişini sürekli olarak değiştirebilmesidir. 

Yapay zekânın en basit biçimleri bile, bilgisayarın kullanıcısı ve çevresi ile karşılıklı bir ilişkiye girmesi temeline dayanarak işleyişini yaygınlaştırmasının ve mükemmelleştirmesinin önünü açıyor. Bilgisayar kullanılsın ya da kullanılmasın, ekonomik üretim alanlarının pek çoğu, bilgisayardakine benzer sürekli ve karşılıklı ilişki tarafından karakterize edilmektedir. Daha önceki zamanlarda, fabrikanın içinde veya dışında işçiler nasıl bir makine gibi hareket edeceklerini öğrenmişlerdi. Bugün ise, genel toplumsal bilgi düzeyi, daha önce hiç olmadığı kadar üretimin doğrudan bir gücü haline geldiği için, bizler de giderek daha çok bilgisayar gibi düşünüyoruz ve iletişim teknolojilerinin etkileşimli (interaktif) modeli, iş yapma pratiklerimizde gün geçtikçe daha çok merkezi bir rol üstleniyor. Etkileşimli ve sibernetik makineler, bedenimize ve zihnimize takılan yeni bir proteze, bedenimizi ve zihnimizi yeniden tanımlayan bir objektife dönüşüyor. Robert Reich, bu tür maddi olmayan emeği "sembolik-analitik hizmetler" olarak adlandırır ve "problem çözme, problem tanımlama ve strateji belirleme" görevlerini içerdiğini söyler. Bu emek türü, en yüksek değeri yaratır ve en yüksek karşılığı talep eder, bu yüzden yeni küresel ekonominin içinde rekabetin anahtarı bu emektir. Reich, yaratıcı sembollerin kullanımıyla ilgili bilgi temelli bu işlerin yaygınlaşmasının, diğer yandan veri girişi ve sözcük işleme gibi sıradan sembollerin kullanımına dayalı düşük beceri gerektiren ve düşük değer yaratan işlerin de yaygınlaşmasını beraberinde getirdiğini belirtir. İşte bu noktada, maddi olmayan emek süreçlerinde temel işbölümü ortaya çıkar. Bilgisayar modeli, önemli olmasına rağmen hizmet üretiminde iletişimsel ve maddi olmayan emeğe nitelik veren tek boyut olarak ele alınamaz. Maddi olmayan emeğin diğer boyutu, insani iletişime ve etkileşime dayalı duygulanımsal emektir. Maddi olmayan emeğin bu boyutu, Reich gibi ekonomistler tarafından pek ele alınmasa bile, bana çok daha önemli görünüyor. Örneğin, sağlık hizmetleri esas olarak koruyucu ve duygulanımsal emeğe dayanır. Eğlence ve kültür endüstrisi, duygu yaratımına ve manipülasyonuna odaklanır. Fast food çalışanlarından, finans hizmeti verenlere kadar insani iletişimin ve etkileşimin geçerli olduğu hizmet sektöründe, kullanılma düzeyi ne olursa olsun duygulanımsal emeğin belirli bir payı vardır. Bu emek, bedensel ve duygulanımsal olsa bile, ürettiği ürünün elle tutulup gözle görülemez olması anlamında maddi değildir. Bu emek örneğin iyi olma hissi, rahatlama duygusu, doyum, haz, heyecan, tutku ve hatta toplumsallık ve ait olma duygusu bile üretir. "Kişiye özel" hizmet veya anında ayağınıza gelen hizmet kategorileri, bu tür emeği tanımlamak için sıklıkla kullanılır, ama bu emek türünün önemi onun kişiye özel olmasının yanı sıra asıl olarak duygulanım yaratması ve onu manipüle etmesidir. Duygulanımsal üretim, değişim ve iletişim genellikle insan ilişkisini, bir başkasının fiilen varlığını gerektirir, oysa bu ilişki aktüel de olabilir virtüel de. Örneğin, eğlence endüstrisindeki duygulanım üretiminde, insan ilişkisi ve bir başkasının varlığı ilkesel olarak virtüeldir, fakat bunun böyle olması daha az gerçek olduğu anlamına gelmez. Maddi olmayan emeğin bu ikinci boyutu, yani onun duygulanımsal boyutu, bilgisayar tarafından tanımlanan zekâ ve iletişim modelinin ötesindedir. Duygulanımsal emek, "kadın emeğini" analiz eden ve bu emeğe "bedensel emek biçimi" adını veren feminist çalışmalara bakılarak daha iyi anlaşılır. Bakım işi, tamamıyla bedensel ve bedenle ilgili bir iştir, ama ürettiği duygulanım maddi değildir. Duygulanımsal emek, toplumsal ağlar, cemaat biçimleri ve biyo-iktidar üretir. Burada bir kez daha, ekonomik üretimin araçsal eylemi, insan ilişkilerinin iletişimsel eylemi birleştirilmiştir. Ama bu sefer iletişim zayıf değildir ve üretim insan etkileşiminin karmaşık düzeyine yükseltilmiştir. Endüstrinin bilgisayarlaştırıldığı ilk aşamada, iletişimsel eylemin, insan ilişkilerinin ve kültürün araçsallaştırıldığı, maddeleştirildiği ve değerinin ekonomik etkileşim düzeyine "düşürüldüğü" söylense bile, ikinci aşamada üretimin iletişimsel, duygulanımsal, araçsallıktan çıkarılmış ve insan ilişkileri düzeyine "yükseltilmiş" olduğu söylenebilir. Burada söz edilen insan ilişkileri elbette ki tamamıyla sermayeye içkin ve onun tarafından tahakküm altına alınmış olan insan ilişkileridir. (Burada ekonomi ve kültür arasındaki bölünme parçalanmaya başlar.) Kültür ve iletişim ağları içinde duygulanımın üretimi ve yeniden üretiminde, kolektif öznellikler ve toplumsallık üretilir. Üstelik bu öznellikler ve toplumsallık sermaye tarafından doğrudan sömürülse bile. İşte burası, duygulanımsal emeğin muazzam potansiyelini gerçekleştirebileceğimiz yerdir. Duygulanımsal emeğin yeni bir emek türü olduğunu ve yeni bir değer biçimi ürettiğini söylemiyorum. Özellikle feminist analizler, bakım işinin ve annelik etkinliklerinin toplumsal değerini uzun zamandır dile getiriyorlar. Yeni olan, duygulanımsal maddi olmayan emeğin sermaye için doğrudan üretken hale gelmiş olması ve ekonominin pek çok sektöründe yaygın biçimde kullanılarak genelleşmesidir. Aslında, maddi olmayan emeğin bir bileşeni olarak duygulanımsal emek, çağdaş enformasyon ekonomisinin içinde en yüksek değere sahip egemen bir konuma ulaşmıştır. Musil'in belirttiği gibi, ruh üretiminin söz konusu olduğu yerde, artık ne toprağa ve organik gelişmeye ne de fabrikaya ve makinelerin gelişmesine bakabiliriz. Gözlerimizi, bugün baskın olan ekonomik biçimlere, yani sibernetik ve duygulanımın bir kombinasyonundan oluşan üretime çevirebiliriz. Bu duygulanımsal emek, potansiyel olarak yeni bir iş hiyerarşisi kurabilecek olan bilgisayar programcıları ve hemşireler gibi işçilerin belli bir kesiminin emeğine atfedilemez. Aksine, çok farklı biçimlere bürünen maddi olmayan emek (enformasyonel, duygulanımsal, iletişimsel ve kültürel) işgücünün tamamına, emek süreçlerinin bir bileşeni olarak bütün işlere yayılmış durumdadır. Yine de maddi emeğin alanında, uluslararası işbölümü, cinsiyete veya etnik kökene dayalı işbölümü gibi sayısız bölünme söz konusudur. Reich'in belirttiği gibi, ABD hükümeti, yüksek değer yaratan maddi olmayan emeği elinden geldiği kadar ülke içinde tutmaya ve düşük değer yaratan emeği diğer bölgelere ihraç etmeye çalışmaktadır. Maddi olmayan emeğin içindeki işbölümünü açıklamak çok önemli bir iştir ve şunu söylemeliyim ki bunu yapmak, özellikle duygulanımsal emeği göz önünde bulundurduğumuzda emeğin alışkın olduğumuz işbölümünü açıklamaktan çok daha zordur. Kısaca, enformasyon ekonomisinin tepesinde oturmuş olan hizmet sektörünü harekete geçiren üç tür maddi olmayan emek ayrımı yapabiliriz. İlki, enformatikleştirilen ve iletişim teknolojileri ile bütünleştirilen endüstriyel üretimde içerilen maddi olmayan emek türüdür ve bu emek türü endüstriyel üretimin kendisini dönüştürmüştür. Manüfaktür üretim, bir hizmet gibi algılanmakta ve dayanıklı mallar üreten maddi emek, maddi olmayan emekle iç içe geçmekte ve giderek maddi olmayan emeğe dönüşmektedir. İkincisi, bir yandan yaratıcılığın ve zekânın manipülasyonuna dayalı işler, diğer yandan sıradan bilgi işlemeye dayalı işler olarak kendi içinde bölünmüş olan analitik ve sembolik görevleri yerine getiren maddi olmayan emektir. Son olarak maddi olmayan emeğin üçüncü türü, duygulanımın manipülasyonunu ve üretimini içeren ve insan ilişkisi gerektiren (aktüel veya virtüel) maddi olmayan emektir. Emeğin bu üç türü, küresel ekonominin enformatikleştirilmesini ve post-modernleşmesini tetikleyen emek türleridir. 

Biyo-iktidar 

Biyo-iktidarı, duygulanımsal emeğin potansiyeli olarak anlıyorum. Biyo-iktidar, yaşamı yaratan güçtür; kolektif öznelliklerin, toplumsallığın ve toplumun kendisinin üretimidir. Duygulanım ve duygulanımı üreten ağlar, toplumsal kuruluş süreçlerini açıklar. Duygulanımsal emeğin yarattığı şey, bir yaşam biçimi Foucault, biyo-iktidarı sadece yukarıdan aşağıya kurulan bir bağlamda tartışmaya açmıştır. Biyo-iktidar, patria potestas, çocuklarının ve emrinde çalışanların yaşam ve ölümleri üzerinde babanın sahip olduğu haktır. Daha da önemlisi, biyo-iktidar nüfus yaratmak, idare etmek ve kontrol altında tutmak için ortaya çıkan yönetimselliğin iktidarı, yani yaşamı yönetmek için kurulan iktidardır. Foucault'nun kavramı üzerine yapılan pek çok çalışma, biyo-iktidar "çıplak yaşamın", yani farklı toplumsal biçimlerinde koparılmış yaşamın üzerinde egemenlik kuran bir ilke olarak sunmaktadır. Her durumda, iktidarda söz konusu olan yaşamın kendisidir. Politik olarak çağdaş biyo-iktidar aşamasına geçiş, ekonomik olarak için maddi olmayan emeğin egemen konuma geldiği kapitalist post-modernleşmeye geçiş aşamasına karşılık gelir. 

Burada, yani değer yaratımında ve sermaye üretiminde, merkezi olan şey yaşamın üretimidir, yani nüfusun yaratılması, idare edilmesi ve kontrol altına alınmasıdır. Bu Foucaultcu biyo-iktidar görüşü, ne yazık ki biyo-iktidarı sadece yukarıdan, hükmetmenin ayrıcalıklı gücü olarak konumlandırır. Oysa diğer taraftan, yani biyo-politik üretime içerilmiş olan emeğin tarafından baktığımızda, biyo-iktidarın aşağıdan nasıl kurulduğunu da fark etmeye başlarız, Biyo-iktidar yaklaşımını emek cephesine uyarladığımızda, göreceğimiz ilk olgu, emeğin biyo-politik üretiminin, emeğin cinsiyete dayalı işbölümüdür. Aslında, feminist teoriler, biyo-iktidarın aşağıdan üretimine dair geniş kapsamlı analizleri zaten yapmışlardır. Günümüzde eko-feminizm yaklaşımı, örneğin biyo-politika kavramını, ulusötesi şirketler tarafından öncelikle tahakküm altına alınmış bölgelerdeki toplumlara ve çevreye dayatılan çok farklı biyoteknoloji biçimleri ile hayata geçirilen politikalara gönderme yapmak için kullanırlar. Biyo-iktidarın bu şekilde yorumlanması, Foucaultcu yaklaşımdan oldukça farklıdır, Kapitalist ekonomik gelişmenin araçları olarak sunulan Yeşil Devrim ve diğer teknolojik programlar, gerçekte doğal çevrenin tahrip edilmesi ve kadınları tahakküm altına almaya yönelik yeni mekanizmalarla kol kola yürütülmektedir. Bu iki sonuç, gerçekten benzersizdir. Bu feminist yazarlara göre kadının birincil geleneksel rolü, ekolojik ve biyolojik iyileştirmeler yoluyla yeniden üretim işlevlerini yerine getirmektir. Buradan bakıldığında kadın ve doğa, birlikte tahakküm altına alınır, ama bu ikisi aynı zamanda biyo-politik teknolojilerin saldırısı karşısında yaşamı üretmek ve yeniden üretmek için ortaklaşa bir ilişki içinde birlikte çalışırlar. Hayatta kalmak: Politika, yaşamın kendisi olmuştur ve yukarıdan kurulan bir biyo-iktidar biçimine dayalı mücadele anlayışı yerini aşağıdan kurulan bir biyo-iktidara dayalı mücadeleye bırakmıştır. 

ABD'deki pek çok feminist yazar, yaşamın üretimi ve yeniden üretiminde kadın emeğinin birincil rolünü çok farklı bağlamlarda analiz etmişlerdir. Özellikle, anneliğe özgü bir iş olan bakım işi (doğum yapmanın biyolojik olarak kendisine özgü özelliklerinden ayrılan annelik işi), biyo-politik üretimin analiz edilmesi için son derece zengin bir zemin sunar. Bu anlamıyla biyo-politik üretim, öncelikle yaşamın üretilmesini, yani doğurganlık işi değil duygulanım üretiminde ve yeniden üretiminde yaşamın üretilmesini kapsayan emeğin içindedir. Bu noktada, tıpkı ekonomi ve kültür arasındaki ayrımın ortadan kalkması gibi, üretim ve yeniden üretim arasındaki ayrımın da nasıl ortadan kalktığını görebiliriz. Emek, doğrudan duygulanımlar üzerinde işler; öznellik üretir, toplumu ve yaşamı üretir. Bu bağlamda, duygulanımsal emek, ontolojiktir. Bir yaşam biçimi kuran canlı emeğin ifadesidir ve bu yüzden potansiyel olarak biyo-politik üretimin kendisidir. Ama şunu hemen eklemeliyiz, içlerinde barındırdıkları riskleri kabul etmeden bu yaklaşımları onaylayamayız. 

Öncelikle, kadın ve doğanın özdeşleştirilmesi, cinsiyet farkını doğallaştırmak ve mutlaklaştırmak riskini taşır ve doğaya dair kendiliğindenci bir tanımlama yapılır. İkinci olarak, annelik işinin kutsanması, cinsiyete dayalı işbölümünün ve ödipal bağımlılığa ve özneleşmeye dayalı aile yapısının meşrulaştırılmasına yol açar. Annelik işini analiz eden bu feminist yaklaşımlarda bile, duygulanımsal emeğin potansiyelinin, yeniden üretimin patriyarkal yapılardan ve ailenin kara deliğinden sökülüp çıkarılmasının ne kadar zor olabileceği aşikârdır. Yine de bu tehlikeler, üzerinde düşünülmesi gereken tehlikelerdir ama emeğin potansiyelini aşağıdan bir biyo-iktidar olarak kabul etmenin önemini geçersiz kılmazlar. Bu biyo-politik bağlam, duygulanım ve değer arasındaki üretken ilişkinin araştırılması için bir zemin sunar. Burada bulacağımız şey, sadece "duygulanımsal olarak gerekli emeğin" direnişi değil, gerekli duygulanımsal emeğin gizilgücüdür. Bir yandan, yaşamı üreten ve yeniden üreten duygulanımsal emek kapitalist birikimin ve patriyarkal düzenin devamı için zorunlu bir temel haline gelmiştir. Diğer yandan ise, duygulanımların, öznelliklerini ve yaşam biçimlerinin üretimi, otonom değerlenme döngülerinin yaratılması ve özgürleşmenin gerçekleşmesi için muazzam bir potansiyel sunmaktadır. 

Antonio Negri, 
"Value and Affect"
Çev: Münevver Çelik
Boundary 226, s.z, Yaz 1999, s. 73-100.

*Conatus Sayı: 4 - "Değer Teorisi ve Sınıf Mücadelesi" sayısı, sayfa: 89-102

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aksiyomatik Nedir? - Alberto Toscano

Aksiyomatik, Deleuze ve Guattari tarafından, Bin Yayla ’da çağdaş kapitalizmin evrensel tarih içindeki işleyişini ve genel semiyolojisini tanımlamak için kullanılan kavramdır. Bilim ve matematiksel küme teorisinden kök alan aksiyomatik, birlikte çalıştığı terimlerin tanımlarını sağlamaya ihtiyaç duymayan ama bunun yerine verilmiş bir alandaki emirler ile kısmi norm veya buyrukların (aksiyomların) eklenmesi ve çıkarılması yöntemini ifade eder. Aksiyomlar böylece doğaları belirlenmeye ihtiyaç duyulmayan öğeler ve ilişkiler üzerinde işler. Onlar, uygulanmalarının alanlarının özellik veya niteliklerine kayıtsızdırlar ve nesnelerine, tamamen işlevsellermiş gibi, tercihen asıl özlerinden niteliksel olarak farklılaşmışlar gibi muamele eder. Aksiyomlar sırayla, belirli ampirik veya maddi durumlara uygulanan teoremlere veya gerçekleşim modellerine eşlik etmektedir.  Eğer akışları (ve onların kesim ve kırılmalarını) Deleuze ve Guattari’nin transandantal mataryalizminin temel bileşeni olarak

Köksap Nedir? - Felicity J. Colman

Köksap, nesnelerin, mekânların ve insanların en farklı ve en özdeş olanları arasında meydana gelen bağıntıları tanımlar; insanları birbirine bağlayan tuhaf olay zincirleri gibi: “ayrılığın altı adımı” [1]  hissi, “daha önce de buradaydım sanki” duygusu ve bedenler düzenlemeleri. Deleuze ve Guattari’nin “köksap” [ rhizome ] kavramı, “rhizo”nun biçimleri kombine etmek anlamına gediği ve biyoloji terimi olan "rhizome"un, kendini yatay yumru-biçimli kökü boyunca yayabilen ve yeni bitkiler geliştirebilen bir bitki formunu betimlediği etimolojik anlamından çekip çıkartılır. Bu terimin Deleuze ve Guattari’deki kullanımında köksap, şebeke biçimli, ilişkisel ve çapraz bir düşünme sürecini ve bu haritanın sabit bir varlık olarak inşasını "takip etmeyen" bir var olma biçimini haritalayan bir kavramdır (D&G 1987: 12). Kökenleri ile tek tek temellerinin izini süren bedenler ile fikirlerin düzen verilmiş soyları "ağaç biçimli düşüncenin" formları görülür ve epistem

"Hüzün geriye kalandır. Biraz blues dinleyin benim için…

Sık sık ölümün bilgisine asla sahip olamayacağımızı, çünkü asla tecrübe edemeyeceğimizi hatırlatırdı Ulus. O nedenle ancak bir başkası aracılığıyla tecrübe edebiliriz ölümü, başkasının ölümüyle bilmeye çalışabiliriz. Herkes bir şeyler yitirdi Ulus'un aramızdan ayrılmasıyla. Kimi anlaşılmaz ama değerli bulduğu bir yazarı hatırladı, kimi bir özgürlük hayaletini, kimi bir güzel meleği, kimi kendini özür borçlu hissettiği bir dostunu. Bir başkasının ölümü, yitirilenin bilgisi, yitimin hatırlattıkları... Biz ise onu kaybettiğimiz gerçeğinin ağırlığı yavaş yavaş üzerimize çökerken, bırakın anlamayı, tecrübe ettiğimiz yitimi tarif etmeye çabalamaktan bile aciz hissediyoruz. Ulus bir başkası degildi bizim için, bedenimizin bir parçasıydı. Kendimizi eksilmiş, azalmış, kırılmış hissediyoruz. Yokluğu bizi suskunlaştırıyor... Suskunluğu kabullenebiliriz, sessiz kalmayı biliriz, derdimiz bu değil. Şu an sözümüz yok ama, nasıl olsa kendi geçmişimize her baktığımızda onu da göreceğiz.