Ana içeriğe atla

"Halk"a karşı "Çokluk": Hobbes ve Spinoza

Paolo Virno
"Çokluk" kavramının çağdaş kamu alanına dair her özenli analizi için, daha tanıdık "halk" kavramına karşıt olarak, çok daha önemli bir araç olduğunu ileri sürüyorum. Unutulmamalıdır ki, "halk" ve "çokluk" kavramları arasındaki seçim, on yedinci yüzyıldaki pratik çekişmelerin (merkezi modern devletlerin kuruluşu, dini savaşlar vb.) ve teorik-felsefi tartışmaların merkezinde yer alıyordu. Yoğun çarpışmaların ateşinde şekillenen bu iki kavram, modern çağın politik-toplumsal kategorilerinin tanımlanmasında başat bir rol oynadı. Üstünlük sağlayan kavram "halk" kavramıydı. "Çokluk" ise yenilgiye uğramış olan kavram, kaybeden terim oldu. Birleştirici hayat biçimlerinin ve yakın zamanda kurulmuş büyük devletlerin tanımlanmasında, çokluk yerine artık halktan söz ediliyordu. Fakat bugün, uzun bir dönemin sonunda, eski tartışmanın bir kez daha açılıp açılmadığını, artık modern çağın politika teorisi radikal bir krize doğru ilerlediği için, bugün, daha önceleri mağlup olmuş bu kavramın sıra dışı bir canlılık gösterip göstermediği, böylelikle etkileyici intikamını alıp almadığını sormamız gerekir.

Bu iki kutupluluğun, halkın ve çokluğun, herkesçe kabul edilen babaları Hobbes ve Spinoza'dır. Spinoza'ya göre multitudo (çokluk) tam anlamıyla kamu sahnesinde, kolektif eylemlerde, komünal ilişkilerin idaresinde, merkezcil bir hareket etme biçimi içinde buharlaşmadan, Bir'le bir bütün oluşturmadan varlığını sürdüren bir çoğulluğa işaret eder. Çokluk, çok olarak ya da yarık içinde kalmış değil, kalıcı bir biçim. Spinoza'ya göre, multitudo medeni özgürlüklerin üzerinde yükseldiği zeminin kendisidir (Tractatus Politicus). Hobbes çokluktan -ve ben burada, gereken özeni gösterdikten sonra, pek de bilimsel olmayan tutuklu bir sözcüğü kullanıyorum- nefret eder; ona öfke duyar. Tam da çok olarak görünen çok'un politik çoğullukta, "yüce imparatorluğun", başka bir deyişle, devlet olarak beliren politik karar alma tekelinin en büyük tehlikesini görür. Bir kavramın önemini anlamak için en iyi yol -burada çokluk kavramı için- bu kavramı onunla inatla savaşmış birinin gözünden incelemektir. Bir kavramın tüm içerimlerini ve nüanslarını anlayan kişi, bu kavramı teorik ve pratik ufuktan (deneyim ve bilgi sınırlarından) çıkarmak isteyen kişidir. 

Hobbes'un nefret edilen çokluğu tasvir etme şeklinin kısa bir açıklamasını vermeden önce, burada izlenen amacın tam olarak belirlenmesi iyi olur. Çokluk kategorisinin (tam olarak can düşmanı Hobbes tarafından ele alındığı biçimde) günümüzün birtakım toplumsal davranışlarının açıklanmasında yardımcı olacağını göstermek istiyorum. "Halk" ve devlet (ulus-devlet, merkezi devlet vb.) yüzyıllarından sonra, modern çağın başlangıcında yürürlükten kaldırılan karşıt kutup, nihayet kendini gösterebilmek için geri döner. Çokluk, toplumsal, politik ve felsefi teorinin son çığlığı olarak görülebilir mi? Belki de. Bütün kayda değer fenomenler dizisi -dilbilimsel oyunlar, yaşam biçimleri, etik eğilimler, günümüz dünyasındaki üretimin göze çarpan özellikleri- eğer çok'un varlık tarzından kaynaklandığı görülemezse sadece yüzeysel olarak kavranabilir ya da hiçbir surette kavranamaz olarak kalır. Bu varlık biçimini incelemek için, daha çok kavramsal orkestrasyonun çeşitli türlerine başvurulmalıdır: antropoloji, dil felsefesi, politik ekonomi eleştirisi, etik. Bakış açısı sık sık değiştirilerek çokluk-kıtasının çevresinde dolaşılmalıdır. 

Bunlardan bahsettikten sonra, "çok"un varlık tarzı denen bu şeye kesin zekâlı bir muhalifin gözüyle, Hobbes'un tasvir ettiği şekilde kısaca bakalım. Hobbes'a göre nihai politik çatışma, çoklukla halk arasında gerçekleşri. Modern kamusal ya birini ya da ötekini ağırlık merkezi olarak alabilir. Her zaman tehditkâr olan iç savaş mantıksal formuna bu alternatifte sahiptir. Hobbes'a göre halk kavramı devletin varoluşuna sıkı sıkıya bağlıdır; dahası, bu kavram devletin bir yankısı, bir yansımasıdır: Eğer devlet varsa, o zaman halk da vardır. Devletin yokluğunda, halk da yoktur. Çokluk korkusunun uzunca ve geniş olarak açığa vurulduğu De Cive'de şunu okuruz: "Halk kendisine tek bir eylem atfedilebilecek, tek iradeye sahip, tek olan şeydir (De Cive, bölüm XII, kısım vii).

Hobbes'a göre çokluk "doğa durumu"nun, yani "politik bedene geçiş"ten önceki durumun ayrılmaz bir
parçasıdır. Fakat uzak tarih, tıpkı kendini geçerli kılmak için geri dönen "bastırılmış deneyim" gibi, zaman zaman devlet egemenliğini sarsan krizlerde tekrar ortaya çıkabilir. Devletten önce "çok" vardı: Devletin kuruşundan sonra, tek bir amaçla donatılmış Tek-halk ortaya çıktı. Hobbes'a göre çokluk politik birlikten kaçınır, otoriteye direnir, süreklilik arz eden anlaşmaların tarafı olmaz, asla yasal kişinin statüsüne ulaşamaz, çünkü hiçbir zaman kendi doğal haklarını egemene devretmez. Çokluk bu "devretme" işini gerçek varlık tarzı (çoğul karakteri aracılığıyla) ve davranış tarzı sayesinde engeller. Büyük bir yazar olarak Hobbes çokluğun nasıl devlet-karşıtı olduğunu, bununla birlikte tam olarak bu sebepten dolayı nasıl halk-karşıtı olduğunu hayranlık uyandırıcı bir incelikle vurgular: "Vatandaşları Siteye karşı kışkırtan Halk, başka bir deyişle Halk'a karşı Çokluk (a.g.y). İki kavram arasındaki karşıtlık bugün bir alana taşınır: Eğer halk varsa çokluk yoktur; eğer çokluk varsa halk yoktur. Hobbes'a ve devlet egemenliğinin on yedinci yüzyıldaki savunucularına göre, çokluk tamamen olumsuz bir sınır kavramıdır; başka bir deyişle devletsizlii destekleme riski taşımaktadır; bazen de "büyük makineyi" kilitleyebilecek bir enkazdır. Çokluk, işte böylesi olumsuz bir kavramdır: politik karar alma tekeli olarak devlet ile virtüel olarak çeliştiği ölçüde halk haline gelmeye yanaşmayan bir kavramdır; kısaca, "doğa durumu"nun uygar toplumda kusulmasıdır. 

Paolo Virno, Çokluğun Grameri, çev. Volkan Kocagül, Münevver Çelik, Otonom Yayıncılık, Nisan 2013, s. 25-28

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aksiyomatik Nedir? - Alberto Toscano

Aksiyomatik, Deleuze ve Guattari tarafından, Bin Yayla ’da çağdaş kapitalizmin evrensel tarih içindeki işleyişini ve genel semiyolojisini tanımlamak için kullanılan kavramdır. Bilim ve matematiksel küme teorisinden kök alan aksiyomatik, birlikte çalıştığı terimlerin tanımlarını sağlamaya ihtiyaç duymayan ama bunun yerine verilmiş bir alandaki emirler ile kısmi norm veya buyrukların (aksiyomların) eklenmesi ve çıkarılması yöntemini ifade eder. Aksiyomlar böylece doğaları belirlenmeye ihtiyaç duyulmayan öğeler ve ilişkiler üzerinde işler. Onlar, uygulanmalarının alanlarının özellik veya niteliklerine kayıtsızdırlar ve nesnelerine, tamamen işlevsellermiş gibi, tercihen asıl özlerinden niteliksel olarak farklılaşmışlar gibi muamele eder. Aksiyomlar sırayla, belirli ampirik veya maddi durumlara uygulanan teoremlere veya gerçekleşim modellerine eşlik etmektedir.  Eğer akışları (ve onların kesim ve kırılmalarını) Deleuze ve Guattari’nin transandantal mataryalizminin temel bileşeni olarak

Köksap Nedir? - Felicity J. Colman

Köksap, nesnelerin, mekânların ve insanların en farklı ve en özdeş olanları arasında meydana gelen bağıntıları tanımlar; insanları birbirine bağlayan tuhaf olay zincirleri gibi: “ayrılığın altı adımı” [1]  hissi, “daha önce de buradaydım sanki” duygusu ve bedenler düzenlemeleri. Deleuze ve Guattari’nin “köksap” [ rhizome ] kavramı, “rhizo”nun biçimleri kombine etmek anlamına gediği ve biyoloji terimi olan "rhizome"un, kendini yatay yumru-biçimli kökü boyunca yayabilen ve yeni bitkiler geliştirebilen bir bitki formunu betimlediği etimolojik anlamından çekip çıkartılır. Bu terimin Deleuze ve Guattari’deki kullanımında köksap, şebeke biçimli, ilişkisel ve çapraz bir düşünme sürecini ve bu haritanın sabit bir varlık olarak inşasını "takip etmeyen" bir var olma biçimini haritalayan bir kavramdır (D&G 1987: 12). Kökenleri ile tek tek temellerinin izini süren bedenler ile fikirlerin düzen verilmiş soyları "ağaç biçimli düşüncenin" formları görülür ve epistem

"Hüzün geriye kalandır. Biraz blues dinleyin benim için…

Sık sık ölümün bilgisine asla sahip olamayacağımızı, çünkü asla tecrübe edemeyeceğimizi hatırlatırdı Ulus. O nedenle ancak bir başkası aracılığıyla tecrübe edebiliriz ölümü, başkasının ölümüyle bilmeye çalışabiliriz. Herkes bir şeyler yitirdi Ulus'un aramızdan ayrılmasıyla. Kimi anlaşılmaz ama değerli bulduğu bir yazarı hatırladı, kimi bir özgürlük hayaletini, kimi bir güzel meleği, kimi kendini özür borçlu hissettiği bir dostunu. Bir başkasının ölümü, yitirilenin bilgisi, yitimin hatırlattıkları... Biz ise onu kaybettiğimiz gerçeğinin ağırlığı yavaş yavaş üzerimize çökerken, bırakın anlamayı, tecrübe ettiğimiz yitimi tarif etmeye çabalamaktan bile aciz hissediyoruz. Ulus bir başkası degildi bizim için, bedenimizin bir parçasıydı. Kendimizi eksilmiş, azalmış, kırılmış hissediyoruz. Yokluğu bizi suskunlaştırıyor... Suskunluğu kabullenebiliriz, sessiz kalmayı biliriz, derdimiz bu değil. Şu an sözümüz yok ama, nasıl olsa kendi geçmişimize her baktığımızda onu da göreceğiz.