Ana içeriğe atla

Felsefenin Hazları - Brian Massumi

[Brian Massumi, Gilles Deleuze ve Felix Guattari'nin Kapitalizm ve Şizofreni üstbaşlığını taşıyan ortak yazarlık projelerinin iki kitabının(Anti-Odipus ve Bin Yayla) İngilizce'deki çevirmeni ve ayrıca Deleuze ve Guattari üzerine de çalışan bir felsefecidir. İlk olarak Anti-Odipus'u yayınlayan Bilim ve Sosyalizm Yayınları şimdi de Brian Massumi'nin Kapitalizm ve Şizofreni için yazdığı kaotik ve mühim bir inceleme olan "Kapitalizm ve Şizofreni İçin Kullanıcı Rehberi"ni, Fahrettin Ege'nin çevirisiyle yayınladı. Biz de bu muazzam bir haritalama ve kullanma çabası olan kitabın ilk bölümü olan "Felsefenin Hazları"nı yayınevi ve çevirmenin izniyle buradan paylaşıyoruz. Yayınevine ve çevirmene en içten teşekkürlerimizle...]

İki isim, iki kitap, iki yazar: Kapitalizm ve Şizofreni, Gilles Deleuze ve Félix Guattari’nin kaleme aldığı Anti-Ödipus (1972) ve Bin Yayla’nın (A Thousand Plateus) (1980) paylaştığı ortak alt başlıktır. İki cilt, tonda, içerikte ve kompozisyonda öylesine farklıdır ki, alt başlığın ikinci sözcüğünün harika bir tasviri gibidirler. Bu kitabın da o ölçüde olması umut edilmiştir.
Deleuze ve Guattari’nin ele aldığı “şizofreni” patolojik bir durum değildir. Onlara göre, klinik şizofrenin onu takatsiz bırakacak şekilde dünyadan sökülmesi, tahayyül edilmeyen yollara onu yerleştirmek için uygulanan baskıcı bir çabadır. Olumlu süreç olarak şizofreni ise yaratıcı bağlantıdır, geri çekilmekten ziyade genişlemedir. Onun ikiliği, bir çokluğa doğru intikaldir. Birinden diğerine (ve diğerine…). Bir isimden ya da kitaptan ya da yazardan diğerine (ve diğerine…). Başıboş olarak değil. Deneysel olarak. Fikirlerin intikali, ancak eğer her adımında fikirlerden eyleme uzanan bir intikal ise sonuç verici bir şekilde genişleyicidir. Şizofreni, kavramların pragmatik çoğalımı lehine yaşamın sınırlarının genişlemesidir.
Şizofreni, ondan “muzdarip” olanlar gibi, birçok isimle ilerler. “Felsefe” bunlardan bir tanesidir. Herhangi bir felsefe değil. Piç bir tanesi. Meşru felsefe, “despotun gölgesinde”[1] konuşan ve devletle tarihsel bir suç ortaklığında olan, saf aklın hizmetindeki “bürokratların” işidir. “Etkili bir şekilde zihinde işleyen… tam bir tinsel… mutlak devleti” icat ederler. Onlarınki, egemen bir yargının, “sağduyu” tarafından meşrulaştırılan sabit öznelliğin, kaya gibi katı bir özdeşliğin, “evrensel” hakikatin ve “beyaz” adamın adaletinin söylemidir. “Dolayısıyla onlardaki düşünsel çaba, hakim anlamlamaları ve yerleşik düzenin ihtiyaçlarını da içerecek şekilde, gerçek devletin amaçlarıyla uyumludur.”[2]
Gilles Deleuze işte bu felsefe okulu içinde yetişti. En erken kitaplarının başlıkları felsefe devlerinin biyografilerinin okunmasına yöneliktir. “Beni o dönemde yakalayan şey, felsefe tarihini bir tür arkadan-duhul olarak göz önüne almaktı, veya aynı anlama gelmek üzere, bu saf bir tasavvurdu. Kendimi bir yazara arkadan yaklaşıyormuşum gibi, ve tam da onun olacak ama öte yandan ucube olacak bir yavruyu ona veriyormuşum gibi imgeliyordum.”[3] Hegel hariç; mutant bir döle bile değmeyecek kadar bayağıdır. Kant’a ise “bir düşmana” yöneltilen samimi bir çalışma ithaf etmiştir.[4] Deleuze’ün devlerle flörtü yine de çok değerlidir. Birbirlerine sadece, devlet felsefesine karşıtlıkları yoluyla bağlı olan düşünürlerin yetim bir çizgisini keşfetmiştir (ki bu devlet felsefesi, kendi ölçütlerinde onlara ancak minör konumlar tahsis eder). Lucretius’tan Hume, Spinoza, Nietzsche ve Bergson’a “olumsuzluğun eleştirisi, neşenin yeşertilmesi, içsellikten nefret, kuvvetlerin ve ilişkilerin dışsallığı, gücün ifşası tarafından tesis edilen gizli bir bağ”[5] yürürlüktedir. Deleuze’ün kendi sesinden yazılmış ilk önemli metinleri, Différence et répétition (Fark ve Tekrar) (1968) ve The Logic of Sense (Anlamın Mantığı) (1969), bu “göçebe” düşünce çizgisini çağdaş teori ile çapraz döllemiştir. Mayıs 1968’in öğrenci-işçi ayaklanmasının heyecanı, ve bu durumun toplumda entelektüelin rolünün yeniden gözden geçirilmesini teşvik etmesi[6], Deleuze’ü bu yazarlarda hala aşikar olan “hantal akademik aygıtı”[7] reddetme noktasına getirmiştir. Yine de, onlar yoluyla hazırlamış olduğu “fark felsefesinin” birçok öğesi sürmekte olan ortaklığa nakledilmiştir, ve bunun son ürünü Bin Yayla’dır.

Félix Guattari sahadaki bir psikanalisttir ve ömrü boyunca bir politik aktivist olmuştur. 50’lerin ortalarından itibaren, Lacancı analist Jean Oury tarafından kurulmuş deneysel psikiyatri kliniği La Borde’da çalışmıştır. Guattari’nin kendisi Lacan’ın ilk öğrencileri arasındaydı, ve her ne kadar Lacan’ın Freudcu Okuluyla ilişkisini kesmemişse de, La Borde’da uygulanan grup terapisi onu çok farklı bir yöne çekmiştir. La Borde’daki amaç, bir bütün olarak toplumdaki güç ilişkilerinin kolektif bir eleştirisini üretecek şekilde, herkesin deneyiminin tam olarak ifade edileceği interaktif bir grup lehine doktor-hasta hiyerarşisini yıkmaktı. “Merkezi perspektif… otomatik olarak rollere veya sterotiplere düşmeyen, ama deliliğin veya nevrozun en radikal ve temel yabancılaşmalarını açığa çıkaran metafiziksel türden temel ilişkilere açılan insan ilişkilerini desteklemek”[8] ve onları devrimci pratiğe yönlendirmektir. 1960’dan sonra, Guattari bu radikal “kurumsal psikoterapiyi”[9] geliştirmeye adanan grup projelerinde yer almıştır, ve sonra İngiltere’de R. D. Laing’in ve İtalya’da Franco Basaglia’nın öncüsü olduğu uluslararası antipsikiyatri hareketi ile gergin bir ittifaka girişmiştir.[10] Psikanalizin Lacancı okulları psikiyatri karşısında zemin kazandıkça, analist ile aktarım-bağımlı analiz-edilen arasındaki sözleşmeye dayalı Ödipal ilişki de, geleneksel devlet hastanelerine yerleştirilen hastanın yasal köleliği gibi Guattari’nin hedefi haline gelmişti. Daha önceden sol partiler karşısındaki duruşunu psikanalize karşı uyarlamıştır: karşıtlık içinde bir aşırı-karşıtlık. Onun hiyerarşi-karşıtı tutumu Mayıs 1968 olaylarını öngörmüş, ve onu bu olaylardan doğan toplumsal hareketlerin (feminizm ve gay-hakları da dahil) erken bir partizanı kılmıştı.[11] Deleuze’le ilk kitabı Anti-Ödipus onun kanılarına felsefi bir ağırlık kazandırmış, ve savaş-sonrası Fransa’nın entelektüel hislerinden birini, ve tek tek ve çeşitli kombinasyonlarda zamanın hakim entelektüel eğilimlerini (1968’de dünyayı sarsmış, kendiliğinden ortaya çıkan popüler ayaklanmaların temel anarşist doğasına rağmen) temsil eden devletten-memnun ya da öncü-parti türünden Marksizm biçimleri ile okullar-kuran psikanaliz eğilimleri karşısında bu hissin canlı polemiklerini yaratmıştır. “Anti-Ödipus’un en tutulur sonuçlarından biri, onun psikanaliz ile uçtaki-sol partiler arasındaki bağlantıya kısa devre yaptırmış olmasıydı,” ki Deleuze ve Guattari orada analitik yargının yeni güçlü bir bürokrasisinin potansiyelini görmüştür.[12]

Kitabın polemik üslubu ve yazarlarının dönemin politik olaylarının içinde olduğunu gösteren işaretler, onun modası geçmiş, geçici bir eser olarak görmezden gelinmesinin bir bahanesi olarak kullanılmıştır. Anti-Ödipus’un hacmi ise buna karşın, bir toplumun tesis edilmesindeki kolektif “sentezlerin” ayrıntılı analizlerine ve kültürel oluşumların yeni bir tipolojisinin icat edilmesine ayrılmıştır. Elinizdeki çalışma, onun terminolojisini Deleuze ve Guattari’nin önceki ve sonraki kitaplarına bağlayarak Anti-Ödipus’un işte bu olumlu ve dayanıklı katkılarını öne çıkarmaya çalışacaktır.  

Birçok Fransız entelektüeli için Mayıs-sonrası hiperaktivizm, yerini 70’lerin ortasındaki çöküntüye, sonra dine bir geri dönüşe (Tel Quel) ya da politik muhafazakarlığa (Nouveaux Philosophes) bırakmıştır. Deleuze ve Guattari asla vazgeçmediler. Ne de basitçe eski polemikleri canlandırdılar. Yedi yıldan fazla bir sürede yazılmış Bin Yayla (1980), bir eleştiri olmaktan daha çok, şizofrenik ya da “göçebe” düşünce içinde süreduran kurucu bir deneyimdir.

“Devlet felsefesi,” Platon’dan beri Batı metafiziğini yönlendiren temsili düşüncenin diğer adıdır, ama son çeyrek yüzyılda Jacques Derrida, Michel Foucault ve genel olarak yapısalcılık-sonrası teorinin elinde en azından kısa süreliğine bir gerilemeden muzdarip olmuştur. Deleuze’ün tanımladığı üzere[13], devlet felsefesi çifte bir özdeşlik üzerinde kurulmuştur: düşünen özne, ve bu öznenin yaratıp kendi sözde nitelikleri olan aynılık ve sabitliği tahsis ettiği kavramlar. Bu öznenin, ona ait kavramların, ve kavramların tatbik edildiği “dışsal” nesnelerin ortak içsel bir özü vardır: özdeşlik temelinde kendine-benzerlik. Temsili düşünce analojiktir; onun işi, bu simetrik yapılandırılmış araziler arasında bir mütekabiliyet tesis etmektir. Yargı yetisi, üç terimden her birinin sahiden de kendisi olduğunu temin ederek analojinin polis gücü olarak hizmet görür, ve böylece doğru mütekabiliyetler elde edilir. Onun ereği düşüncede hakikat, eylemde adalettir. Bunlar için kullandığı silahlar sınırlayıcı paylaştırım (her bir terimin, diğerlerinden tezat-ayrışması vasıtasıyla, sahip olduğu dışlayıcı mülkiyet kümesinin belirlenmesi: logos, yasa) ve hiyerarşik sıralamadır (bir terimin kendine-benzerliğinin yetkinlik derecesinin, yüksek bir standart, İnsan, Tanrı, veya Altın [değer, ahlak] ile ilişkili olarak ölçülmesi). Modus operandi olumsuzlamadır: x = x = y-değil. Özdeşlik, benzerlik, hakikat, adalet, ve olumsuzlama. Düzen için akılcı temellendirme. Yerleşik düzen elbette: filozoflar geleneksel olarak devletin memurları olmuşlardır. Felsefe ile devlet arasındaki gizli anlaşma en aşikar bir şekilde on dokuzuncu yüzyılın hemen ilk on yılında, Avrupa ve A.B.D. boyunca yüksek eğitimin modeli haline gelecek Berlin Üniversitesi’nin kuruluşu ile canlandırılmıştır. Onun Wilhelm von Humboldt tarafından ortaya koyulan hedefi (Fichte ve Schleiermacher’in önerileri temel alınmıştır) “her şeyi temel ilkeden türetmek” (hakikat), “her şeyi ideal olana bağlamak” (adalet) ve “bu ilkeyi ve bu ideali tek bir İdea’da birleştirmek” (devlet) ile elde edilecek olan, “ulusun tinsel ve ahlaki olarak terbiyesi” idi. Son ürün, “bilgi ve toplumun tam bir meşru öznesi”[14] olacaktı─devletin üstün zihninde ahlaki olarak birörnek haline getirilen, analojik olarak organize edilmiş küçük bir devlet olarak her zihin. Prusyalı zihin-kaynaşması.[15] Üniversite ile hükümet arasında bugünün çok iyi bilinen pratik işbirliğinden (araştırmalar için gitgide büyüyen askeri finansman) bile çok daha sinsi bir şey, temsili düşüncenin biçiminin, ve toplumsal sistemin her düzeyinde daimi olarak yeniden-üretilen ve her düzeye yayılan “doğru tinsel mutlak devletin” (milliyetçilik ve iyi yurttaşlık) yaygınlaştırılmasında onun felsefi rolüydü. Onun kurum-temelli yaygınlaştırılmasından yine çok daha sinsi bir şey, devlet-biçiminin doğrudan merkezi bir telkine başvurmadan kendisini yaygınlaştırma yeteneğidir (liberalizm ve iyi yurttaşlık). Yine daha sinsi bir şey, şimdiki vaziyet üzerinde hüküm süren süreçtir; ki şimdiki durumda, devlet-biçimiyle alay edercesine ulusal ve kişisel özdeşliğin ahlaki ve felsefi temelleri parçalanmıştır─ama sanki onlar yollarına devam etmemişken, dünya dönmeye devam ediyor (yeni-muhafazakarlık ve kinik doymazlık).

Hélène Cixous ve Luce Irigaray gibi yapısökümden-etkilenmiş feministler, “fallogosentrisizm” adı altında devlet-felsefesine saldırmışlardır (kaya gibi katı özdeşliğin en imtiyazlı modeline elbette). Bin Yayla’nin girişinde Deleuze ve Guattari bunu düşüncenin “ağaçsı” modeli olarak tarif eder (uzanan dalları altında çağdaş Platon’ların kendi işlevlerini ifa ettiği mağrur ve dik ağaç).
“Göçebe düşünce,” kendisini düzenli içselliğin tasavvuruna yerleştirmez; dışsallığın bir öğesi içinde serbestçe yol alır. Özdeşlikte istirahat etmez; farkı sürer. Temsilin üç arazisi, özne, kavram, ve varlık arasındaki yapay ayrıma riayet etmez; kısıtlayıcı analojinin yerine hiçbir bağı bilmeyen bir iletkenlik koyar. Yarattığı kavramlar yasa koyucu bir öznenin ebedi biçimini yansıtmaz, ama iletişime geçirilebilmeye muktedir bir kuvvet tarafından tanımlanırlar, öyle ki, bu kuvvetle ilişkili bir özneye sahip oldukları söylenebildiğinde bu sadece ikincildir. Dünyayı yansıtmaktan ziyade, şeylerin değişken bir durumuna dahil olmuşlardır. Bir kavram bir brikettir. Aklın adliyesini inşa etmek için kullanılabilir. Veya pencereden aşağı fırlatılabilir. Briketin öznesi nedir? Onu fırlatan kol mu? Kola bağlı gövde mi? Bedendeki beyin mi? Beden ile beyni böylesi bir kavşağa getirmiş durum mu? Hepsi ve yukarıdakilerden hiçbiri. Nesnesi nedir? Pencere mi? Bina mı? Binanın koruduğu yasalar mı? Yasalarda katılaşmış sınıfsal veya başka türden güç ilişkileri mi? Hepsi ve yukarıdakilerden hiçbiri: “Bizi ilgilendirense durumlardır.”[16] Çünkü serbest kullanımında kavram, geçici bir kavşaktaki bir durumlar kümesidir. O bir vektördür: verili bir hızda, verili bir yönde, uzamda hareket eden bir kuvvetin uygulanma noktası. Kavramın kendisinden başka bir öznesi ya da nesnesi yoktur. O bir edimdir. Göçebe düşünce, temsilin kapalı eşitliği (x = x = y-değil, Ben = Ben = sen-değil) yerine açık bir eşitlik koyar: … + y + z + a + … (… + kol + briket + pencere + …). Dünyayı ayrık öğeler olarak analiz etmekten, onların çokluğunu düşünümün Bir[ine] (=İki[sine]) indirgemekten, ve onları mevkilerine göre sıralamaktan ziyade, farklı durumların bir kümesini tahrip edici bir darbede toparlar. Heterojenliklerini silmeden ve gelecekteki bir yeniden-düzenlemenin potansiyeline mani olmadan, öğelerin bir çokluğunu sentezler. Göçebe düşüncenin modus operandi[si] olumlamadır, aşikar nesnesi olumsuzken bile. Kuvvet, güç ile karıştırılmamalıdır. Güç, kuvvetin ehlileştirilmesidir. Vahşi durumlarında kuvvet, sınırları kırmak ve yeni ufuklar açmak için dışarıdan gelir. Güç ise duvarlar örer.

Göçebe düşüncenin uzamı, devlet uzamından niteliksel olarak farklıdır. Yeryüzüne karşı hava. Devlet uzamı “çizgilidir” veya hatlıdır. Hareket kendi içinde, yerçekimi vasıtasıyla yanal düzlemde dizginlenmiştir, ve sabit ve fark edilebilir noktalar arasında yolaklar kurulması amacıyla bu düzlemin düzeni tarafından sınırlandırılmıştır. Göçebe düzlemi ise “pürüzsüzdür” ya da açık uçludur. Birisi herhangi bir noktadan kalkıp bir diğerine gidebilir. Onun dağıtım tarzı nomos[dur]: birisini kapalı bir uzamda sabitlemenin logos[una] (kaleyi korumak) karşıt olarak, onu açık bir uzamda düzenlemek (sokağın başını tutmak).

Kapitalizm ve Şizofreni, düşüncenin pürüzsüz bir uzamını inşa etme çabasıdır. Böylesi bir girişimin ilk örneği değildir. Spinoza göçebe düşünceyi “etik” olarak adlandırır. Nietzsche ona “şen bilim” der. Artaud ise “taçlı anarşi.” Maurice Blanchot’a göre o “edebiyatın uzamıdır.” Foucault’ya göre “dışarının düşüncesi.”[17] Deleuze ve Guattari aynı zamanda “pragmatik” ve “şizoanaliz” terimlerini kullanır, ve Bin Yayla’nın girişinde rezil bir ağacın köklerini boğan rizom bir şebekeyi tarif ederler. Kitabın önemli noktalarından birisi şudur ki, göçebe düşünce felsefe ile sınırlandırılamaz. Daha doğrusu, birçok farklı biçimle gelen şey felsefenin bir türüdür. Sinemacılar ve ressamlar, kendi ortamlarının potansiyellerini araştırdıkları ve herkesin geçtiği yollardan saptıklarınca felsefi düşünürlerdir.[18]Mutlak biçimsel bir düzeyde, pürüzsüz yüzeylerin en pürüzsüzünü yaratanlar matematik ve müziktir. Aslında, Deleuze ve Guattari olasılıkla felsefenin kısılmış bir biçimi olarak müzikten ziyade, içeriğiyle birlikte felsefenin müziğine meyledeceklerdir.

Deleuze, Kapitalizm ve Şizofreni’nin bir plağın dinlenilmesi gibi okunmasını tavsiye eder.[19] Bir plağa, almanız ya da bırakmanız gereken kapalı bir kitap olarak yaklaşmazsınız. Sizi her zaman soğukta bırakacak kesilmeler vardır. Dolayısıyla oraları atlarsınız. Başka kesilmeleri ise defalarca dinleyebilirsiniz. Sizi takip ederler. Günlük işlerinize devam ederken soluğunuzun altında onları mırıldanırken kendinizi bulursunuz. Kapitalizm ve Şizofreni açık bir sistem olarak tasarlanmıştır.[20] Son sözü söylemeye niyetlenmez. Yazarlarının umudu ise aksine, okurlarının günlük yaşamlarının melodilerine yeni notalar ekleyerek, bu öğelerin onların belirli bir kısmında kalacağıdır.

Metnin her bir dilimi, ya da Kapitalizm ve Şizofreni’nin ikinci cildinin diliyle her bir “yayla”sı, disipliner yapıların bir çeşitlemesinden çekilip çıkarılan parçalı briketlerin bir orkestrasyonudur. Vektörlerinin kavsini tarif eden bir bükülmeyi onlara veren eski mevkilerinin izlerini taşırlar. Vektörlerin geçici bir kavşakta yakınsaması gerekir, ama hareketli parçaların açık bir dengesi olarak sürdürülen, içinde her birinin kendi yörüngesine sahip olduğu bir tanesinde. “Yayla” sözcüğü Gregory Bateson’un Balinez kültürü üzerine olan bir denemesinden gelir, ki burada Batı’nın orgazmik yöneliminden oldukça farklı bir libidinal ekonomi keşfeder.[21] Deleuze ve Guattari’ye göre bir yaylaya, koşullar, bir istirahat durumuna önayak olan bir zirvede otomatik olarak sefahate ermeyecek bir yoğunluk noktasına bir etkinliği getirmek için birleştiğinde varılır. Enerjilerin yükselişi, bağlantıya girmiş herhangi bir sayıda güzergahın varolabileceği yoğun durumların bir örgüsünü yaratarak, başka etkinliklerin içinde yeniden etkinleştirilebilen veya onlara zerk edilebilen kendi dinamizminin bir tür kalıcı imgesini bırakmak için yeterince sürdürülür. Deleuze ve Guattari’nin yazma usulündeki her dilim, düşüncede bu türden bir yoğun durumu inşa etmek için kavramsal briketleri böylesi bir tarzda birleştirir. Birleştirmenin yapıldığı tarz, onların “tutarlılık” olarak adlandırdıkları şeyin bir örneğidir─homojenlik anlamına gelecek şekilde değil, ama ayrık öğelerin bir arada tutulması olarak (“üslup” olarak da bilinir).[22] Bu anlamda, dinamik bir-arada-tutma ya da kompozisyon tarzı olarak bir üslup, sadece yazı ile sınırlı değildir. Sinemacıların, ressamların ve müzisyenlerin üslupları vardır, matematikçilerin de vardır, kayaların üslupları vardır, ve aletlerin de, ve teknolojilerin, ve tarihi dönemlerin, hatta─özellikle de─anlık olayların. Bin Yayla’nın her bölümü bir tarih taşır, çünkü her biri başka zamanlarda başka ortamlarda varolmuş bir dinamizmi yeniden tesis etmeye çalışır. Tarih, belirli bir dinamizmin maddede en saf somutlaşmasını bulduğu, diğer tarzların katılımından en çok bağımsız olduğu ve en yüksek yoğunluk derecesine ulaştığı noktaya tekabül eder. Bir parlamadan fazla sürmeyen şeye; çünkü dünya uzlaşmaz yoğunluklara nadiren yer verir, çünkü daha genel olarak, ölmeyi reddeden eski tarzların entropik bir çöplüğüdür.      

Okur, her bir kesiti onun pürüzsüz yüzeyinin kompozisyonundan doğan yaylaya doğru takip etmeye, ve bir yayladan sonrakine ister istemez hareket etmeye davet edilir. Ama bu, zirveleri görmezden gelmek kadar iyidir. Özellikle hoşunuza giden bir kavramı alır ve onunla onun bir sonraki belirimine sıçrarsınız. Geri dönmeye meylederler. Bazıları bunu tekrarlayıcı olarak adlandırabilir. Deleuze ve Guattari nakarat der.

Okur bilhassa, bir dinamizmi kitabın dışına taşımaya ve onu harici bir ortamda, örneğin resimde ve politikada somutlaştırmaya davet edilir. Deleuze ve Guattari diğer disiplinlerden araklamaktan zevk alırlar ve aldıklarını geri öderlerken çok daha mutludurlar. Deleuze’ün bir kavram için bulduğu imge bir briket değil ama bir “alet çantasıdır”[23] Kendi felsefe tarzını “pragmatik” olarak adlandırır, çünkü amacı, dahil olduğunuz veya olmadığınız bir inanç sistemine ya da bir önermeler mimarisine eklenen kavramların değil, ama bir kaldırma enerjisini sarmalayan istemli bir eldeki manivelanın tarzıyla, bir potansiyeli sıkıştıran kavramların icadıdır.

Deleuze ve Guattari’ye ait bir kitaba yaklaşmanın en iyi yolu, onu bir mücadele olarak okumaktır: içinde bağlantıya girmiş herhangi bir sayıdaki, en çok sayıdaki güzergahın varolabileceği yüksek durumların bir örgüsünü yaratarak, size ve etrafınızdakilere kendi yaşamlarınızı inşa etme imkanı veren sahipsiz uzamları bir yoğunluk yaylasına (başka manzaralara yeniden zerk edilebilecek kendi dinamizminin kalıcı imgelerini bırakabilen bir yoğunluk yaylasına) açmak. Bazıları bunu gelişigüzel olarak adlandırır. Deleuze ve Guattari devrim der.

Soru şu değildir: Doğru mu? Ama şudur: Çalışıyor mu? Hangi yeni düşünceleri düşünebilme olanağı yaratmaktadır? Hangi yeni hissetmeleri hissedebilme olanağı yaratmaktadır? Bedene hangi duyumsamaları (sensations) ve algılamaları (perceptions) açmaktadır?

Projesinin önemli bir parçası, okurları Deleuze ve Guattari’nin kendi yazdıklarına intikal ettirmek olacağı için bu kitap bir giriştir. Bir özet mahiyetindeki ama tamamlanmış bir açıklama ya da güvenilir bir eleştiri anlamında bir giriş değildir. Buradaki güzergah oldukça seçicidir. Bazı anahtar Deleuze-Guattarici terimler hiç mi hiç belirmeyecekler. Geçerken kullandıkları bazı sözcükler ise anahtar terimler olacaklar. Akıntı, onlardan olduğu kadar “orijinallerden” de sapacak.
Bir sonraki adım, Kapitalizm ve Şizofreni’yi yazarlarının tavsiye ettiği tarzda yürürlüğe koyma çabasıdır. Tam bir plak gibi değil gerçi: çeşitlemeleriyle. Belki de (kendimi övüyorum) bir canavar yaratmış olacaktır.

Kitap ilerledikçe Deleuze ve Guattari’den sapmalar çok daha belirgin olacak. Birçok pasaj taşıdığı tonda açık ve açıklayıcıdır, birçok başkası farklı ve özeldir (idiosyncratic). Bu sonrakiler, okuru açıklayıcı pasajların otoritesine hatalı olarak yönlendirecek güveni parçalamak için yeterli olmalıdır.
“Bilgece aygıt” mümkün olduğunca notlara sıkıştırılmaya çalışıldı. Metnin bedenindeki gelişmelerin “orijinal” Deleuze ve Guattari’ye nasıl bağlandığını merak eden okurlar ipuçları için bu notlara dönebilir. Birçok konu dışı söz yine oraya taşınmıştır,[24] taşkınlığın, ya da daha başlarken bir metni kaçmaktan alıkoymanın nasıl da güç olduğunun kanıtı.
   


[1] DESPOTUN GÖLGESİ: Gilles Deleuze, "Nomad Thought," s.148 [173].
[2] Deleuze ve Parnet, Dialogues, s. 20 [13\ (çeviri değiştirildi). FELSEFE ile DEVLET'in ilişkisi için aynı zamanda bkz. A ThousandPlateaus, s. 374-80 [464-70\. Deleuze, Différence et répétition'da AKILCI FELSEFE[nin] geniş bir eleştirisini geliştirir: aynı zamanda bkz. "L'Image de la pensée" s. 169-217
[3] UCUBE YAVRU: Deleuze, "I Have Nothing to Admit," s. 12 (çeviri değiştirildi); Pourparlers, s. 13.
[4] HEGEL: "Her şeyden daha fazla nefret ettiğim şey Hegelcilik ve Diyalektikti (a.g.e.). "Düşman" olarak KANT (a.g.e.). Bu konu için alıntılanan metin, Deleuze, Kant's Critical Philosophy.
[5] GİZLİ BAĞ: a.g.e.
[6] TOPLUMDA ENTELEKTÜELLER: Bkz. Deleuze'ün Foucault ile tartışması, "Intellectuals and Power," s. 205-17 [3-101]
[7] AKADEMİK AYGIT: Deleuze, "I Have Nothing to Admit," s. 113 [14].
[8] DELİLİĞİ AÇIĞA ÇIKARTMAK: Félix Guattari, "Sur les rapports infirmiers-médecinsT (1955), Psychan¬alyse et transversalité, s. 11.
[9] KURUMSAL PSİKOTERAPİ: Guattari, Psychanalyse et transversalité, s. 40, 173n, 288-89. Guattari'nin editörü olduğu Recherches dergisi, kurumsal analiz hareketinin sözcüsüydü. Recherches’in 21. sayısı (Mart- Nisan 1976), La Borde'un kolektif olarak kaleme alınmış bir tarihidir.
[10] ANTİ-PSİKİYATRİ: İlişkiler gergindi çünkü Guattari, Laing'in katılımcı çözümünün genişletilmiş bir Ödipal aileyi yeniden tesis ettiğine inanmış (Guattari, "Mary Barnes, or Oedipus in Anti-Psychiatry," Molecular Revolution, s. 56-58 [La Révolution moléculaire (1977), s. 132-34]), ve Basaglia'nın zihinsel hastalık ile toplumsal yabancılaşmayı birbirine uyarladıktan sonra delilik için her türlü kurumu görmezden gelişini eleştirmişti (.Psychanalyse et transversalité, s. 264). Okurlar, The Molecular Revolution'un çevirisine dikkatle yaklaşmalıdır: Guattari'nin özgül terminolojisi özensizce çevrilmiş veya tahrif edilmiştir.)
[11] GAY-HAKLARI HAREKETİ: 1973'de Guattari, Recherches’in (sayı: 12) homoseksüellik sayısını yayınlayarak, "toplumsal edebe tecavüz" etmeyi denemiş ve cezalandırılmıştır. Tüm kopyaların imha edilmesine hükmedilmiş (La Révolution moléculaire, s. 11 On), ama bu sayı sonradan Trois milliards de pervers ismiyle yeniden basılmıştır.
[12] AKLIN SOL BÜROKRASİSİ: La Révolution moléculaire (Recherches), s. 144. Solun dogmatik "grupçuklar" içine saçılışı ve kişilik kültlerine dayalı Lacancı okulların amip benzeri çoğalışı, bürokratizmin hücumunu müzmin kılmış ama bu karışımın nüfuzunu yanlış temsil etmiştir. Guattari'nin kendisi politik yaşamına ellili yılların başında iki ayrı Troçkist fraksiyona üyeliğindeki hızlı kalkışmalarla başlamıştır (Psychanalyse et transversalité, s. 268-71).
[13] DEVLET FELSEFESİ: Différence et répétition, s. 49-55, 337-49.
[14] YASAL ÖZNE: Lyotard, The Postmodern Condition, s. 32-33.
[15] PRUSYALI ZİHİN KAYNAŞMASI: Jürgen Habermas'ın "konsensüs" fikri, bunun yenilenmiş, geç-modern bir sürümü olarak görülebilir.
[16] DURUMLAR: Deleuze, Pourparlers, s. 39-40.
[17] DIŞARININ DÜŞÜNCESİ: Deleuze'ün sıkça alın¬tıladığı, Foucault'nun Blanchot üzerine olan makalesine bakınız: "The Thought from Outside."
[18] PÜRÜZSÜZ UZAM ve ÇİZGİLİ UZAM terimlerini aslında Pierre Boulez icat etmiştir: bkz. A Thousand Plateaus, s. 477-78 [596-97].
[19] BİR PLAĞIN DİNLENİLMESİ: Dialogues, s. 3
[20] AÇIK SİSTEM: Deleuze, Pourparlers, s. 48.
[21] YAYLA: Bkz. A Thousand Plateaus, s. 158 [196]
[22] Edebiyatta ÜSLUP için bkz. Deleuze, Proust and Signs, s. 142-50 [193-203]
[23] ALET ÇANTASI: Deleuze ve Foucault, "Intellectuals and Power," s. 208 [5].
[24] Dünyanın yaratılışına dair, bkz. Alışkanlık, aşağıda 44. not. Öte yandan: açık içeriğine rağmen, bir UCUBE YAVRU üretmek amacıyla bir yazara arkadan yaklaşma olarak Deleuze'e ait felsefi imge anti-falliktir. Devlet-biçimli Fallogosentrik kimlikten uzakta yazma mücadelesi için fizyolojik erkekteki arzuyu ifade eder. Buradaki amaç, birinin Kendiliğinin bir diğerinin ilgisinin nesnesine dayatılması değildir (ataerkil yargının sadizmi). Bir yazarın kimliğini, sonradan gelenlerin kendilerininmiş gibi yeniden-üretmesi beklentisiyle, onu birine aitmiş gibi yeniden-üretmek de değildir (bir evlat edinme dizisi olarak şakirtliğin boğucu Ödipal normalliği: muallimden oğul sahibi olmak amacıyla onun oğlu olmak; metafiziksel kardeşliğin erkek-anneliği). Yaklaşım, erkekler arasındaki bağın ve kuşakların karşısındadır. Fikir, tanımlanabilir kimlikler—akademik türler—olarak iki yazarın gözden yittiği bir karşılaşma lehine, resmi olarak kabul gören entelektüel misyoner pozisyonundan (yüz yüze) kaçınmaktır. Amaç, karşılıklı bir mutasyon süreci içinde Bir ve İki[yi], Bir ve Öteki[yi] —kimliğin biçimini— yok etmektir. Kendine-benzerliğin dayatılmasına dair ataerkil imtiyazın icrasının reddi, erkek cinsiyetti bedenler tarafından erkek yaratıcılığının önceliğini kesmek, fallusun merkeziliğini yok etmek için bir girişimdir. Erkekler bir ucubenin babası olmak için buluşurlarsa, fallus, erkek kimliğinin teminatı olarak "doğal" işlevini bundan böyle ifa edemez. Deleuze'ün imgesi, "sapma[nın]" lafzi anlamı (Freud'un Ödipus kompleksine taktığı isim olan, bilinçdışına giden "kraliyet yolundan" sapmak) içinde fallik işlevi sapkınlaştırma arzusunu ifade eder. Bu kavşakların (sadist başkaldırının hadım edilmesi ile konformist yeniden-üretim arasındaki seçeneğin) üzerinden atlama ve daha az kullanılan patikalara dümen kırma arzusunu ifade eder-normalde ataerkil haritanın işaretlediği bölgeleri kapsar ama buralara kesinlikle sınırlandırılamaz. "Anti-Oedipus," çok biçimli olarak, yaratıcılığın hazzım yeniden talep etmeye dair "doğadışı" bir arzudur.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aksiyomatik Nedir? - Alberto Toscano

Aksiyomatik, Deleuze ve Guattari tarafından, Bin Yayla ’da çağdaş kapitalizmin evrensel tarih içindeki işleyişini ve genel semiyolojisini tanımlamak için kullanılan kavramdır. Bilim ve matematiksel küme teorisinden kök alan aksiyomatik, birlikte çalıştığı terimlerin tanımlarını sağlamaya ihtiyaç duymayan ama bunun yerine verilmiş bir alandaki emirler ile kısmi norm veya buyrukların (aksiyomların) eklenmesi ve çıkarılması yöntemini ifade eder. Aksiyomlar böylece doğaları belirlenmeye ihtiyaç duyulmayan öğeler ve ilişkiler üzerinde işler. Onlar, uygulanmalarının alanlarının özellik veya niteliklerine kayıtsızdırlar ve nesnelerine, tamamen işlevsellermiş gibi, tercihen asıl özlerinden niteliksel olarak farklılaşmışlar gibi muamele eder. Aksiyomlar sırayla, belirli ampirik veya maddi durumlara uygulanan teoremlere veya gerçekleşim modellerine eşlik etmektedir.  Eğer akışları (ve onların kesim ve kırılmalarını) Deleuze ve Guattari’nin transandantal mataryalizminin temel bileşeni olarak

Köksap Nedir? - Felicity J. Colman

Köksap, nesnelerin, mekânların ve insanların en farklı ve en özdeş olanları arasında meydana gelen bağıntıları tanımlar; insanları birbirine bağlayan tuhaf olay zincirleri gibi: “ayrılığın altı adımı” [1]  hissi, “daha önce de buradaydım sanki” duygusu ve bedenler düzenlemeleri. Deleuze ve Guattari’nin “köksap” [ rhizome ] kavramı, “rhizo”nun biçimleri kombine etmek anlamına gediği ve biyoloji terimi olan "rhizome"un, kendini yatay yumru-biçimli kökü boyunca yayabilen ve yeni bitkiler geliştirebilen bir bitki formunu betimlediği etimolojik anlamından çekip çıkartılır. Bu terimin Deleuze ve Guattari’deki kullanımında köksap, şebeke biçimli, ilişkisel ve çapraz bir düşünme sürecini ve bu haritanın sabit bir varlık olarak inşasını "takip etmeyen" bir var olma biçimini haritalayan bir kavramdır (D&G 1987: 12). Kökenleri ile tek tek temellerinin izini süren bedenler ile fikirlerin düzen verilmiş soyları "ağaç biçimli düşüncenin" formları görülür ve epistem

"Hüzün geriye kalandır. Biraz blues dinleyin benim için…

Sık sık ölümün bilgisine asla sahip olamayacağımızı, çünkü asla tecrübe edemeyeceğimizi hatırlatırdı Ulus. O nedenle ancak bir başkası aracılığıyla tecrübe edebiliriz ölümü, başkasının ölümüyle bilmeye çalışabiliriz. Herkes bir şeyler yitirdi Ulus'un aramızdan ayrılmasıyla. Kimi anlaşılmaz ama değerli bulduğu bir yazarı hatırladı, kimi bir özgürlük hayaletini, kimi bir güzel meleği, kimi kendini özür borçlu hissettiği bir dostunu. Bir başkasının ölümü, yitirilenin bilgisi, yitimin hatırlattıkları... Biz ise onu kaybettiğimiz gerçeğinin ağırlığı yavaş yavaş üzerimize çökerken, bırakın anlamayı, tecrübe ettiğimiz yitimi tarif etmeye çabalamaktan bile aciz hissediyoruz. Ulus bir başkası degildi bizim için, bedenimizin bir parçasıydı. Kendimizi eksilmiş, azalmış, kırılmış hissediyoruz. Yokluğu bizi suskunlaştırıyor... Suskunluğu kabullenebiliriz, sessiz kalmayı biliriz, derdimiz bu değil. Şu an sözümüz yok ama, nasıl olsa kendi geçmişimize her baktığımızda onu da göreceğiz.