[Bu metni, Multilingual'ın "Terimden Anlama" isimli derlemesinin içinde keşfettik. Özenli bir şekilde çevrilmiş fakat, bu çeviri Türkçe'ye değil, Öztürkçe denen garabet dile yapılmıştı. İçerdiği kavram isimleri literatürde (hem Guattari, hem de dilbilim sözlükçesinde), olağan günlük konuşmada kullanılagelen Türkçe'ye yeniden transfer edildi. Metin sadeleştirilerek, bir yerde küçük bir açıklayıcı not eklendi. Bunun dışında çeviri ve editoryal emek -ki aynı zamanda kitabın derleyenidir- sayın Mustafa Durak'a aittir. Kendisine bu nadide ve mühim metni Türkçe bir derlemede yayınladığı için teşekkür ederiz. -Kavram ve Duyum Ekibi.]
Yapısalcılık, hangi karmaşık durum olursa olsun onu yalın bir formüle –matematik, aksiyomatik ya da bilgisayarda işlenebilecek bir formüle- indirgemeyi amaç edinmiştir. Bugün bilgisayar çok karmaşık görünümleri çizebilmektedir. Bir görüntüyü formülle ifade edebilmektedir. Sorun, çizilen görüntünün “doğal” dünyada algıladığımızdan temel olarak ayrı olup olmadığıdır. Bilgisayarın ürettiği görüntü ikili bir ileti durumuna indirgenmiştir. Aktarma kanallarından geçebilen bir formül olmuştur. Ama aslında görüntünün başlangıçta sahip olduğu derinlik, sıcaklık, yeniden düzenle(n)me olasılığı vb. yitip gitmiştir. Ben, yapısalcı indirgemelerin zorunlu olarak bu tür indirgemeler olduklarını sanıyorum. Elde edilen de dünyanın bir tür teknokratik görüntüsüdür. Ve yolda özünden bir şeyler yitirmiştir. Öz derken arzuyla ilgili ne varsa onu anlıyorum.
Yapısalcılık, hangi karmaşık durum olursa olsun onu yalın bir formüle –matematik, aksiyomatik ya da bilgisayarda işlenebilecek bir formüle- indirgemeyi amaç edinmiştir. Bugün bilgisayar çok karmaşık görünümleri çizebilmektedir. Bir görüntüyü formülle ifade edebilmektedir. Sorun, çizilen görüntünün “doğal” dünyada algıladığımızdan temel olarak ayrı olup olmadığıdır. Bilgisayarın ürettiği görüntü ikili bir ileti durumuna indirgenmiştir. Aktarma kanallarından geçebilen bir formül olmuştur. Ama aslında görüntünün başlangıçta sahip olduğu derinlik, sıcaklık, yeniden düzenle(n)me olasılığı vb. yitip gitmiştir. Ben, yapısalcı indirgemelerin zorunlu olarak bu tür indirgemeler olduklarını sanıyorum. Elde edilen de dünyanın bir tür teknokratik görüntüsüdür. Ve yolda özünden bir şeyler yitirmiştir. Öz derken arzuyla ilgili ne varsa onu anlıyorum.
Dilbilimciler olayların analizinin yapılması ve ayırıcı
özelliklerin bulunmasıyla tüm dillerin yapısını hesaplamaya uygun anahtarlar
dizisini ortaya çıkarmaya çalıştılar. Ama yakalayabildikleri, dilin genel
özelliklerinden başka bir şey değildir. Dilin yaşamı, anlambilimsel (semantik)
ve edimsel düzlemde bu tip formülleştirmeye gelmez. Psikiyatri alanında semptom
ve sendromları sistemik tablolara yerleştirerek bilimsel tanımlar ürettiklerini
ileri sürenler oldu. Ama gerçekte olup bitenler hiçbir zaman bu tür
sınıflandırmaya bağlı kalamaz. Sürekli “sınır çizgileri”yle karşılaşılır.
Paranoyağın, histeriğin ve şizofrenin özellikleri birbirine benzer, ayırt etmek
zordur. Bir yapının analizini yapmak başka, şeylerin kendi hareketini, iktidar
ilişkilerini, politik durumları, arzunun yatırımlarını hesaplayan yapısalcı bir
felsefe ve yapısalcı bir yorum başka şeydir. Bunun kendiliğinden böyle olması
gerekirdi. Ama Freudyenler ve Marksistler bilinçdışı yapılar ve ekonomik
yapılardan söz ederken bazı kaydırmalar yapıyorlar. En küçük parçayı gösteren
(atomik) kesin formülü bulduklarını ve kendi görevlerinin bu yapı, bu formülle
ilgili bir parola ya da bir yorumla işi bitirmekten ibaret olduğu izlenimi
vermek istiyorlar. Kendini önemli, muktedir göstermenin bir yolu. Ben, tersine
yapıların, şeylerin orta yerinde değil de yanında var olduklarını düşünüyorum.
Yapısal yaklaşım da öbürleri gibi bir uygulamadır. Belki de, ne en zengini, ne
de en etkilisi.
Anlam ile anlamlandırmayı gökten inmiş ya da şeylerin kendi
yapısından kaynaklanan bir şey olarak değil de birbirleriyle karşılaştırılmış
semiyotik sistemlerin eklemlenmesinden ileri gelen bir şey olarak
yeniden tanımlamak gerek. Böyle bir eklemlenişten bağımsız tutulacak anlam
yoktur. Bedenin semiyotikleri belirli bir anlam tipi üretir, iktidarın
semiyotikleri başka bir tip. Bedenin semiyotikleri, mevcut mekanizmaların, yani
iktidarın gösteren düzeninden ayrıdır ve de simgesel olmayan semiyotikleri
devreye sokar, iktidarın semiyotikleri başka bir gösterge tipi üretirler. Bütün
bu anlam tipleri birbirleriyle kesişirler. Ama bunların evrensel
anlamlandırmalar olduklarını söyleyemeyiz.
Burada arzu konusunda iki tip politik anlayış olduğu
söylenebilir. Bunlar tek anlamlı bir yoruma, bir yorumbilime gidebilecek
anahtarları yakalamaya çalışan biçimci akıl ile evrenselliğin tekillikte
aranması gerektiği ve bu tekilliğin şu anda katlandığımızdan çok daha akılcı
politik ve mikropolitik bir düzenlemenin gerçek dayanağı olabileceği
düşüncesinden yola çıkan, görünüşte çılgın akıl.
Bir Kadının Yaşam
Çizgileri
Bir kadın. Kendi doğumundan üç ay önce. Anne karnında iken
annesinin salyalı kusmaları. Altı aylıkken besin alerjisi, üç yaşında yaygın
egzama. Altı yaşında sıkıntıdan kaynaklanan bunalımlar. Otuz yaşında, ona özgü
olmayan dölyatağı yangısı. kırk yaşında kendine kıyma girişimi. Birbirinden
apayrı bu semiyotik bileşenler bu klinik tablonun her aşamasıyla bağlantılı
görünmektedir.
Salyalı kusmada sıkıntı ifadesi yerelleşmiş bir özneden
kaynaklanmaktadır. Hastalık bir kişiden öbürüne geçiyor. (Böyle bir durumun
prototipi şudur: “anne-bana içerse, çocuklar da kadeh tokuşturur”.) Burada
simgesel bir işleyişten ileri gelen semiyotik bir düzenlenişe tanık olmaktayız.
bu simgesel semiyotikler apayrı bir söyleyeni ve dinleyeni devreye sokmuyor.
Söz en önde yer almıyor. İleti, dilsel zincirlenişten değil de beden, gürültü,
mimik, duruş vb.’den geçiyor.
Altı aylık. Besin alerjisi: bu alerjideki çeşitli simgesel
semiyotik bileşenleriyle salyalı kusmalar arasındaki ayrımı tanımlamak zor.
Ancak bana bir açık var gibi geliyor: bunların önemi, alerjiyle artmış.
Gerçekten de çocuğun doğuşundan bu yana gürültüler, sıcak, soğuk, ışık izlenimleri,
çarpmalar, başkasının yüzüyle ilişki, bütün bunlar bir dünyanın koordinatlarını
oluşturmaya başladılar. Bilinmesi gereken, niye bu yeni dünya, çocuğun derisine
yapışıp kalıyor? Çocuk niye bu dünyaya girmeyi, onunla bağlılaşmayı reddediyor?
Altı yaşında. Derslerle ilgili sıkıntılar. Bunlar açıkça
çeşitli dillerin devreye girmesinin sonucudur. Öğretmenin dili, büyüklerin
dili. İlkokuldan başlayarak birçok yazgı kristalleşmiştir. Bir çocuğun zihinsel
yörüngesi büyük ölçüde kendi ortamınca belirlenir. IQ’yu hesap etmeye gerek
yok. okul mekanizması çocukları yaman biçimde modellendirir, seçer. Burada
gösteren semiyotikler söz konusudur. Okulla birlikte toplumun yasalarına
giriyoruz. Küçük toplumsal iktidarler dizisi, aile, okul, yerel iktidarlar
geçidi başlıyor ve giderek Devlet gücüne varılıyor. Yalnızca yapılara, gösteren
zincirlerine, komplekslere bakıp çocuğun ailedeki, dışarıyla ilişkilerindeki
günlük yaşamıyla ilgilenmeyen terapist, gerçeklik düzleminde ve arzunun
ekonomisi düzleminde olup bitenin özünü kaçıracaktır.
Yirmi yaşında. Sıkıntıdan kaynaklanan bunalımlar. Belki
yaşamın yalnızca belirli bir devresinde görülen şizofrenik sendromlar söz
konusu. bugün bazı psikanalistler üç dört yaşından başlayarak şizofreniyi
bulguladıklarını ileri sürüyorlar. Ama bu tür bunalımlar ergenlikten önce nasıl
ortaya çıkar? ergenlikle ilgili semiyotik bileşenler (dünya ile yeni tip
ilişki, bilinmeyen karşısında endişe, çevrenin baskısı vb.) bu tür sendromlarla
ortaya konulunca analiz, iktidarı oluşturanlara )lise, meslek okulu, spor
kulüpleri, boş zamanları değerlendirme vb.) doğru kaymak zorundadır. Burada
toplumun başka bir düzlemi, yetişkinin arzusu üzerine, onu dünyadan koparmakla
ve onu kendine kapatmakla korkutuyor.
Otuz yaşında. Kendisine özgü olmayan döl yatağı yangısı.
Kuşkusuz şimdi evlilik sorunu öne çıkıyor.
Kırk yaşında. Kendine kıyma girişimi. Dinsel iktidar ile,
sağlıkla, polis vb. ile ilgili iktidarların biçimlenişi sıralanıyor. Bunlar
iktidar oluşumunun bilinmeyen bölgeleridir. Analistin kayıtsız kalamayacağı yön
göstericilerdir. Örenğin egzama konusunda alerji yapan şeyleri araştıran bir
uzmanın davranışına öykünmekle yetinemeyiz. Zaten bu, sorun ettiğimiz önceden
yapılandırılmış sistemleştirmeye dayalı yorum politikasıdır. Çok önemli bir
mikropolitik sorunu bulunduğunda, özgül bileşenler analizi salt biçim sorunu
değildir. Her şeyden önce, incelenen ya da ilgilenilen nesne kadar, bu analizi
güdüleyen şeylerin arzusunu da ilgilendiren bir mikropolitik kavramı içinde yer
alabilecek şeylerin politiğiyle de ilgilidir.
Yapısal biçimciliğin, indirgemeci niteliği, görünen
(yüzeysel) ve derin yapılar arasında kurduğu ilişkiye önem verir. Bu, özellikle
dildeki ikili eklemlenme (bir yandan sesbirim, yazısal birim, simgeler gibi
anlamı olmayan semiyotikler sistemi, öbür yanda anlam taşıyıcı (anlambirim vd.)
söylemler zinciri, onun sorunuyla ilgilidir. Sanki biçimsel düzey,
anlamlandırmaları denetliyormuş, doğurtuyormuş, üretiyormuş gibi yapılıyor
–nasıl olduğu bilinmeden. Ne var ki bu anlamlar gökten düşmüyor. Üretimci bir
söz-dizimden ya da üretici bir anlambilimden kendiliklerinden ortaya
çıkmıyorlar. Bunlar, kendilerini dalgalı iktidar ilişkileri içinde üreten
iktidar oluşumlarından ayrı tutulamaz. Burada ne evrensel, ne de kendiliğinden
işleyen hiçbir şey yoktur.
Çeşitli
Kodlama Sistemleri
Dilbilimci ve göstergebilimcilerin tanımladıkları anlamda
gösterge ile işleyen ya da işlemeyen çeşitli kodlama sistemlerinin
durumunu aydınlatmak için, gösterge mekanizmaları adını verebileceğim şeylerin pratik
işleyişini belirlemek amacıyla bir dizi ayrım önereceğim. Bu arada şunu
belirtmeliyim: gerçekte bu sistemlerin birçoğunun karmaşıklığı, karmaşık
göstergeler söz konusu.
Öncelikle gösterge kodlamaları ile doğal
kodlamaları birbirine karıştırmaktan kaçınmalıyız. Bazı dilcilere göre
(örneğin Roman Jacobson), kalıtıma bağlı kodlama, dilsel kodlama ile
karşılaştırılabilir. Her iki sistem de karmaşık iletiler oluşturmak için
birleşime katılan sınırlı aralıklı öğeler dizisinden yararlanırlar. – Örneğin
proteinleri yapmaya yarayan kalıtım kodunun dört temel kimyasal kökü. Bazı
bireşimlerin, biyolojik kesitlerde “noktalama” işlevi gördükleri
söylenebildiğine göre, karşılaştırma daha da ötelere götürülebilir. (Jacobson,
bu sistemlerin başka genel özelliklerini belirtmiştir, örneğin kodlama biçiminin çizgiselliğini). Ancak biyologlar bu tür koşutluğun genişletilmesinde
oldukça sakıntılı gibidirler. Özellikle François Jakob, benzerliklerden çok
ayrımlar üzerinde durulmasının daha iyi olacağı görüşündedir. Kalıtıma bağlı kodlamada konuşucu ve dinleyici yoktur, yerine koyma ve yer değiştirme
eksenlerine (dizisel ve dizimsel eksenlere) açık olan söylemin iletilerinde
rastlamadığımız belirli bir katılığa sahip iletileri yorumlayacak özne de
yoktur. Kalıtım dönüşümleri, dilsel dönüşümlerden farklı olarak kesintiler,
değişimler ve büyük bir sapma oluşturan tüm bir seçme sürecini içerir.
Bu ilk ayrım, arka planda, yalnızca, bir tutmaların harekete
geçirdiği semiyotiklere egemen olarak, nesneler ve toplum üzerinde iktidar
sahibi olunabileceğini düşünmekten ibaret olan arkaik bir fantazmaya dayanan ve
“doğa” ile dil arasındaki biraz büyüsel bir tutmalardan kaçınmayı
sağlayacaktır. (Burada büyücülerin, cincilerin heykelcikleriyle ve cinlerle yaptıkları
eski çılgınlığı buluyoruz). Elbette semiyotiklerin nesneler üzerinde doğrudan
etkili olduğu bir alan var, -bu tüm maddi teknolojiyi ve tüm gösterge
mekanizmalarının karmaşık işleyişini ortaya koyan gerçek deneysel bilimlerin
alanıdır. Zaten beni anlamlı sistemleri, anlamsız semiyotiklerden ayırmaya iten
de bu alandır.
İfadenin Tözü ve
Maddeleri
Öncelikle, Hjelmslev’in ifadenin tözü ve maddesi arasında
önerdiği ayrım üzerinde durmak istiyorum. Küçük bir çocuk ses çıkarmaya
başladığında, sessel olarak bir ifade maddesi kullanır, sonra egemen
biçimciliklere katıldıkça bu maddeyi sesbilimsel olarak ifade tözüne
dönüştürür. Ancak bu, gösterge olarak biçimlenmemiş maddenin biçimsiz olacağı
anlamına gelmez. Hjemslev, bunun, bilimsel olarak biçimlenmiş olacağını söyler.
Demek maddeleri semiyotik olarak biçimlenmiş tözlerden, bilimsel, müzikal vb.
olarak biçimlenmiş diye ayırmak zorundayız. Pratikte yararlanılabilirliği
olduğu için bu ayrım boşuna değildir. Örneğin aşağıdaki kesiti alalım:
“işsizim, İş Bulma Kurumu’na gidiyorum, çok yaşlı olduğum söyleniyor”. Bu
kesiti sözlü, yazılı olarak ya da röpartaj sırasında bir film, bir video bandı
aracılığıyla ifade etmek (bir ifade tözünden başkasına geçildiği için) iletinin
uzamını tümden değiştirir.
Bu iletinin edimsel uzantısını biçimleyen, çeşitli ifade maddeleri
bağlantısıdır. Bir egzama, bilimsel olarak mı, semiyotik olarak mı biçimlenir?
Özgül olmayan tepkisel bir döl yatağı yangısı, gelişmesinin o ya da bu
döneminde, egemen bileşen olarak, toplumsal alanın anlamlı göstergelerini mi yoksa
virüs, bakteri vb.’ne bağlı semiyotik olamayan bir kodlamanın devreye
girişini mi içerir? Toplumsal durumlar, iktidar ilişkileri, dil, para, ana-baba
ilişkilerinden ortaya çıkan nedir? Gösterenin her yerde olduğunu (sonuç olarak
da yorum ve aktarımın her yerde etkili olduğunu) söylemek, karşılaştığımız
nesneler ve durumlar üzerinde (semiyotik olsun olmasın) bu kodlama bileşenlerinden her birinin “iktidar sahibi” olabileceğini kabul etmek
demektir. Bence, tersine, bu giriş biçimlerinden hiç birine öncelik verilemez,
hele hele dogmatik bir öncelik hiç verilemez. Önceliği durumun çözümlenişi
ortaya çıkaracaktır.
Simgesel Semiyotikler
Demek ki bağımsız semiyotik bir tözü –bir dili- oluşturarak
işleyen gösterge mekanizmalarıyla dilden bağımsız “doğal” kodlama olarak
doğrudan işleyenler arasında bir ayrım yapıyoruz. Belki de burada gösterge
yerine işaretlerden söz etsek daha iyi (Bir işaret ile –örneğin hormonla ilgili
bir işaret-, dilbilimsel gösterge arasındaki ayrım şuradadır: birincisi
anlam(landırma) üretmez, öznenin sunumla özdeşleştirilmesini sağlayacak,
değişmez bir artık-bilgi (redondance) sistemsi doğurtmaz).
İkinci ayrım: gösteren sistemi, gösterilenlerin sunumları ve
ilettikleri nesnelerle kesilir. Dilbilimcilere göre gösteren-gösterilen
ilişkisi nedensizdir, gerekçesizdir. Ama yine de kendileriyle gösterdikleri
sunumları arasında benzerlik ya da denk düşme (bakışım) ilişkisini işleten
gösterge tipleri vardır. Bunlara ikonik göstergeler denmektedir. Örneğin
tarafik işaretleri dilbilimsel bir mekanizmanın işlemesini içermezler.
Dilbilimciler ve göstergebilimciler ikon, diyagram ya da söz öncesi bedensel,
davranışsal vb. her türlü ifade aracının gösteren dile bağlı olduğunu ve
bunların yalnızca iletişimin eksik araçlarını oluşturdukları kanısına
varmışlardır. Bence burada, çocuklar, deliler, ilkeller ya da simgesel semiyotik
adı altında düzenlediğim semiyotik bir bölümde, katmanda kendini ifade eden herhangi
bir kimse söz konusu olduğunda büyük açmazlar sunan entelektüalist bir önyargı
var işin içinde.
Simgesel semiyotikler örneğin dans, mimik, ruhsal sıkıntının
bedenselleştirilmesi, sinirsel bunalım, gözyaşı boşanması vb. gibi dolaysız
doğrudan bir küp üzerinde ortaya çıkan, anında anlaşılabilir her türlü ifade
araçlarıdır. Hangi ulustan olursa olsun ağlayan bir çocuk, bir rahatsızlığı
olduğunu anlatır. Sözlüğe gereksinimi yoktur. Bu simgesel semiyotikler dile
başvurulmaksızın ayrıştırılmadığı, anlaşılmadığı, çevrilemediği gerekçesiyle
dilsel göstergebilime bağlanmaya çalışıldı. Ama bunu kanıtlayan bir şey yok
ortada. Amerika’dan Avrupa’ya gitmek için uçağa binilmesinin nedeni, bu iki
kıtanın hava yoluyla birbirlerine bağlı olmaları değildir. Çeşitli halk
toplulukları gösteren semiyotikler dışında, özellikle yazı dışında varoldular
ve bazıları varolmayı sürdürüyorlar. Bunların ifade sistemleri (bu sistemde
söz, törensel, davranışsal, müziksel vb ifade biçimleriyle doğrudan etkileşime
girer) o kadar da yoksul değildir. Hatta bazı budunlar yaşam biçimlerini ve
geleneksel arzu biçimlerini bozacaklarını duyumsadıklarından yazılı dillerin
sokuşturulmasına, bazı teknolojinin alınmasına uzun süre direnmişlerdir.
Çocuklar, zihinsel sayrılar, gösteren semiyotiklere başvurmadan yüreklerine
dokunanı, sık sık (davranış olarak) açığa çıkarırlar. Uzman, zihinsel şeyin
teknokratı, okuldaki yönetim ya da sağaltımsal gücün temsilcisi bu tür ifade
etme biçimlerini anlamaya yanaşmaz. Böylece psikanaliz, kendisine ilişki kurmada
yardımcı olan, evrensel sunumlar (çam, bir erkek üretim organıdır, simgesel bir
düzendir vb.) dizisinde her ne olursa olsun, yardımcı olan her yorum sistemini
işler. Uzmanlar, çocukların, delilerin vb.’nin arzu ekonomilerini, iyi kötü
korumaya çalıştıkları bu simgesel semiyotikleri, bir tür çevrilebilir sistemleri
benimseterek denetime alırlar. Egemen iktidarların gösteren göstergebilimi
onları o kadar gevşek bırakmaz. Onları sürekli canlarından bezdirir: “aslında
söylemek istediğim budur, sen bana inanmıyorsun, belki de ben kendimi
anlatamıyorum. Öyleyse ben yorumumu
senin tüm simgesel ifadelerinin genel çevrilebilirliği ilkesini sana
benimsetinceye kadar yeniden yeniden gözden geçireceğim”. Psikanalist için, her
türlü arzu ifadesinin aynı yorumsal dil boyunduruğundan geçtiği sonucuna varmak
en önemli iktidar sorunu olmuştur. Bu, onun için, tüm sapan bireyleri, egemen iktidarın
yasalarına sığdırma aracıdır. Psikanalistin uzmanlığı budur işte.
İktidarların Oluşturduğu
Biçimlendirmeler, Anlamlandırmaları Yönlendirir
Şimdi anlamlandırma-iktidar ilişkisine geldik. Her türlü iktidar
katmanlaşması, anlamlandırma üretir ve bunları benimsetir. Bazı dilbilgisi
yitimi vakalarında (agramatizm)*
bu egemen anlamlandırma dünyasından kaçılabilir; örneğin elektroşoktan uyanan
biri nerede olduğunu sorar, sonra bunu anlamlandırma platformlarıyla aşar.
Adını bulur, dünyanın normal ya da normalleştirilmiş değişik koordinatlarını
ilerlemeli olarak yerine koyar.
Alkol ya da uyuşturucu kullanımı bu egemen anlamlandırma eşiğini
tersten geçme denemesidir. Ama hangi eşiktir bu? Artık-bilgi, kodlama,
her türlü gösterge dizgileri arasındaki bu kavşak hangisidir? Sabahleyin
kalktığımızda neyi geçiriyoruz sırtımıza: kimlik mi, cinsellik mi, meslek mi,
ulusallık mı ya da başka bir şey, hangisi? Bu eşik; hareketler, gürültüler,
bedenler dünyası gibi simgesel ifadelerin eksik bileşenlerinin yeniden odaklanmasının, kısaca arzu
ekonomisinde, kendi adına çalışmakla tehdit eden ne varsa onun sonucudur. “Haydi
topla kendini, sen buradasın, şu evlilik ilişkisi içindesin, şu çalışma
konumundasın, eylemlerinden sorumlusun, üstüne üstelik her türlü iktidardan
yararlanıyorsun, örneğin çevreni bunaltmak, kendini bunaltmak...”
Anlamlandırma, her zaman, sistem tarafından istenen yanıtları, yorumları,
davranışları otomatikleştiren, gösteren-dışı olan, kendi başına anlamı olmayan
bir ifadeler mekanizmasıyla (davranış kuralları, çevrilebilirlik sistemleri ve
değer sistemlerinin bir toplumsal alanla) kesin yapılara indirgenişi
(formalisation) arasındaki rastlaşımdır.
Martinet’nin getirdiği ikili eklemleme, içerik ve ifade
düzeyinde biçimselliğin temel aykırılığını maskelemektedir. (Martinet’nin
ikinci eklemleme dediği) ifade düzeyinde, sesbirimler, ayırıcı karşıtlık sistemleri
ya da Hjelmslevin “figüre”leri, aşırı derecede etkili bir mekanizma (benim diyagramatik
olarak nitelediğim mekanizma), dilin yaratıcı işlemlerini eklemler ve bir
yandan da özel bir sözdizim içine tutsak eder. Birinci eklemleme denilen
düzeyde de anlambirim (monéme), Tümce, metne bağlı anlamsal ve edimsel yorumlar
düzeyi iktidarın her türlü biçimlendirme bağını, bunların odaklaştırılmasını ve
bunların belli bir anlamlandırma, belli bir eşdeğerlilikler tipini düzenleyen
eşdeğerlikli düzenlenişi gerçekleştirir. Dilsel mekanizma burada iktidarın bu
biçimlendirmelerini “yapısallaştırmak”, sistemleştirmek için vardır. Bu
mekanizma, temelinde yasanın, ahlakın, sermayenin, dinin vb’nin aracıdır.
Çıkışta sözcük ve tümceler anlamlarını yalnızca özel bir sözdizim, yerel
iktidarın bu biçimlendirmelerinden her biri üzerine yerleşmiş bir söylem
biçiminde bulurlar. Dil ve lehçeler üzerinde daha genel bir dilin egemenliği,
ekonomik ve toplumsal iktidar biçimlendirmelerinin yerleştirilmesine desteklik
eder. Ve, kesin yapılara indirgenen biçiminin kesinleşmesi- gösteren-dışı
(a-signifiante) mekanizma olarak dil mekanizmasınınki ve gösterilenli (anlamlı)
içerik üreticileri olarak iktidar biçimlendirilmelerininki –aracılığıyla
“duyurulur” bir dünya, yani egemen koordinatlı aynı yapılı bir anlamlandırma
alanı, elde ettiğimiz gösterenli bir dilden hareketle gerçekleşir.
Yapısalcılar, özellikle Amerikalı yapısalcılar
anlamlandırmaların oluşumunun toplumsal kaynağını karanlıkta bırakırlar.
Bunları derin semiyotik yapılardan giderek ürettiklerini ileri sürerler. Bu
yazarlarla anlamın nereden geldiğini bilmemiz olanaksızdır: Karşımıza hep bir
“ne bileyim nereden” çıkmaktadır. Böyle olunca şunu yineleyeyim: Anlam,
kesinlikle, olduğu gibi dilden, derin simgesel yapılardan ya da bir bilinçdışı
matematiğinden gelmez. Anlam istendiğinde iyice ayrıştırılabilir, somut
toplumsal gücün biçimlendirmeleriyle ortaya çıkar. Eğer bir kaç dakika aradan
sonra, şu salona, bir kadın giysisi olarak geri gelişimin, kendimi translar grubuna
soktuğunu ileri sürmedikçe hiç bir anlamı olmayacaktır. Eğer burada hepimiz transsak,
zaten sorun olmayacaktır. Ama eğer bir papazlar seminerindeysek bunun apayrı
bir anlamı olacaktır. Bir ruhsal sağaltım evindeyse daha başka yorumlanacaktır:
“Bak bugün yine iyi değil, kadın elbisesi giymiş”. Yaptığım edimin anlamı benim
bir papaz, bir yargıç, bir deli ya da bir trans olarak görünüşüme göre
değişecektir. Anlamlandırmanın gelişi her zaman gücün devreye girişiyle
birliktedir. Bunlar birbirinden ayrılmaz. Birine tepsi üstünde dışkısını
getirmek normal insanlar için katlanılamaz bir saçmalık olarak duyumsanabilir.
Ama bir sağaltıcı için bu, iyi bir gösterge, bir armağan işareti, önemli bir
ileti olabilir. Oysa ne yazık ki, psikanalist bunu kendi yorum sistemi üzerine
oturtma eğilimindedir: Bana aktarımını göstermek istiyor, ben onun annesiyim,
geriye dönüyor vb diyecektir.
Çağdaş sanayi
toplumlarında (ister kapitalist olsun, ister bürokratik sosyalist) tüm simgesel
semiyotikler, çalışmanın ortaklaşa gücünün biçimlendirilmesinde
odaklaştırılmıştır. Bu biçimlendirme çocukluktan başlar: çok erken yaşta
çocuğun özel mantığına karşı, onun özel semiyotikleştirme biçimlerine karşı bir
savaş verilir. Çevrilebilecek, yorumlanabilecek hiçbir şey yoktur. Bir çocuk
“anne, seni öldürmek istiyorum” dediğinde, annesine taptığı açıkça ortada
olmasına karşın, onun arzulayan ekonomisinin bu biçimde çalışması kabul
edilemez ve onun, sözündeki iki anlamlılığı görmesi, kendini ifade edebilmesi,
düşünebilmesi istenir. Gene de bilinçdışının simgesel semiyotikleri düzeyinde,
burada bir çelişki yoktur. Bir arzu konusunda, “bunun anlamı ne?” sorusunun her
soruluşunda, yanılmayalım, bir iktidar biçimlenmesi, yorum ve düşünülmesini
istemek olarak devrededir. Çocuk, kendi ifade etme gücü, kendi yetişkin olma
arzusuyla çelişen koşma, resim yapma arzusu, kendi heyacanlılığından başlayarak
çelişkin iktidar sistemleri içinde çalkalanır hep. Bütün bunlara aile iktidarı üzerinde
ağırlığını duyuran dolaylı olarak da ona yansıyan baskılar da eklenir. Çocuk bu
aykırı iktidarlar şebekesi içinde kendi arzusuyla ilgili semiyotik
bileşenlerini geliştirmek, onların denetim altına almak, onları egemen semiyotikler
odağına uydurmak, kısaca onları hadım etmek için başının çaresine bakmak
zorundadır. Bazen bütünü çatırdar. İşte o zaman bozgun, sıkıntı, nevroz, “uzmanlar”a
başvuru başlar.
Anlamlandırma,
belirli bir tip anlamsız mekanizmalar ile kurallar, yasalar, artık-bilgiler,
koşullanmalar yayan iktidar katmanları arasındaki ittifaktan ileri gelir hep.
Anlamlandırma bu ittifaktan, çeşitli biçimlendirme sistemleri arasındaki gidiş
gelişten başka bir şey değildir. Anlamsız ifade malzemelerini gösterilen
içeriğin özüne bağlayan budur. Bu genel bir biçimlendirme mekanizmasının
varlığıdır. Gösteren mekanizma böyledir. Ama bu, içeriğin ve ifadenin, bu ortak
biçimlendirilişi onları (anlamsız ifade maddelerini) aynı doğa ve gösterilen
kaynaktan görme durumundaki ortak semiyotik bir tözde birleştirildiği için
değildir. Dilbilimcilerin gösteren ve gösterilen dedikleri şeyler arasında
belirttikleri (gösterilenin bağlanma işlemindeki) rastlantısallıktır (
keyfiliktir) : “egemen kodlama sistemlerini benimse, her şey bunlar için
öngörülmüştür, yoksa baskı sistemlerini uyandırırsın”.
Diyagramatik (Eğrisel) Semiyotikler
Üçüncü ayrım
gösteren semiyotikleri, gösteren-dışı semiyotiklerden ayırır. Charles Sanders Pierce’ten
sonra göstergebilimcilerin, imge sistemiyle (ikonlar) diyagram sistemini, bir
eğrinin şeylerin basitleştirilmiş bir imgesinden başka bir şey olmadığını kabul
ederek, aynı başlık altına koymayı uygun bulmuşlardır. Ama imge hem eğriselden
daha fazlasını hem de daha azını sunar. İmge, bir eğriselin sunumunda sahip
olduğundan daha çok görünüm üretir. Oysa eğrisel, bir sistemin işlevsel eklemlenişlerini,
imgeden çok daha kesinlik ve etkililikle bir araya getirir. Böyle olunca bu iki
alanın ayrılması (bilimler, müzik, iktisat vb. alanlarda çok önemli bir kategori
olan gösteren-dışı semiyotikler grubu) yapmak gerektiğini düşünüyorum.
Gösteren-dışı semiyotikler, anlamlı artı-bilgiler değiller de mekanik artı-bilgiler
üretirler (bazı dilbilimciler ilişkisel anlamlandırmalardan söz ederek bu alanı
anımsatmışlardır). Charles Sanders Pierce çizgisel sunumların diyagramına örnek
olarak ısı eğrisini ya da daha karmaşık bir düzeyde cebirsel eşitlik sistemlerini
öneriyor. Göstergeler, gönderme yaptıkları nesnelerin yerine iş görür ve bu,
her şeyiyle tam anlamıyla var olabilen anlamlandırma etkilerinden bağımsızdır.
Burada sanki diyagramatik gösterge mekanizmaları tüm kendi devinimsizliklerini
giderme ülküsüne sahipmiş ve simgesel sistemlerde ya da gösteren sistemlerinde
üreyebilen her türlü çok anlamlılığı yadsıyorlarmış gibi bir durum söz
konusudur. Gösterge saflaştırılıyor. Artık otuz altı olası yorum yok, onun
yerine yan anlam ve iyice açık ve kesin bir söz dizim vardır. Örneğin fizikte
kendimiz için atom ve parçacıkları sunumu yapabiliriz ama bu sunum bilimsel
göstergeleştirmede dikkate alınmaz. Başka bir örnek, müziği her zaman (açıklayabilir)
yorumlayabilir ya da imgeleştirebiliriz, ama herkes için belli çevrilebilir bir
anlam çıkaramayız. Müzik, olduğu biçimiyle, kendisi de gösteren- dışı bir
mekanizma kullanmaktadır. Hatta egemen anlamlandırmalardan kaçmayı sağladığı
ölçüde öznenin sesler dünyasına geçişi konusunda diyagramatik bir etkisi
vardır.
Gösteren-dışı semiyotikler,
zaten simgesel ya da gösteren bir etkiye sahip olan gösterge sistemlerini
devreye sokabilir. Ama bunların işleyişlerinde, bu simgecilik ya da bu
anlamlandırmayla bir ilintileri kalmaz. Tersine gösteren semiyotikler gibi
simgesel semiyotikler de etkililiklerini belirli bir gösteren-dışı gösterge
mekanizmalarının beden, uzam, toplumsal iktidar, egemenlik sınırlarından,
salgıladıkları anlamlandırma bütününden kaçmaya eğilimli olduklarını göstermek
uygun olur. Bu, öbürlerinden daha çok bu sınırların dışında kalmaya önem verir.
Örneğin bir çocuk bir yerinin ağrıdığından yakınarak uyanır. Annesi okula
gitmek istemediğine karar vermeye başlar. Sonra hat değiştirerek (başka bir
yorum kanalına geçerek) doktor çağırmayı kararlaştırır. Gerçekten de, “çocuğunuz
okula gitmemeli” deme gücüne yalnızca o doktor sahiptir. Beden düzeyindeki
simgesel bir semiyotikten aile iktidarı basamağındaki gösteren bir semiyotiğe,
sonra da müthiş bir toplumsal ve teknik etkililiği olan iktidar mekanizmasının
devreye girdiği başka bir şeye geçilmiştir. Bu geçişlerden her birinde
gösteren-dışı gösterge mekanizmalarına daha büyük bir ganimet sunan bir başkası
için egemenlik sınırı terkedilmiştir. Diyagramatik bir mekanizma, doktorun
kabul gören bilimi ve imgesel halesi, kısmen aile iktidarını reddeden okul
iktidarının eğrisel mekanizmasını savar, bu mekanizmanın önüne geçer.
Kapitalist
dünyanın örgüsü de parasal göstergeler, ekonomik göstergeler, prestij
göstergeleri vb.’den oluşan şu egemenlik sınırlarını bozan göstergeler
bolluğundan oluşur. Anlamlandırmalar, toplumsal değerler
(yorumlayabildiklerimiz) iktidar oluşumları düzeyinde ortaya çıkar, ama asıl
olarak kapitalist, gösteren-dışı mekanizmalara dayanır. Örneğin borsanın
gösteren-dışı semiyotikler mekanizmasını ele geçirmeye, sistemin gösteren-dışı
çarklarını istediği gibi döndürmeye çalışır. Kapitalizm her birimize bir rol
verir: doktor, çocuk, öğretmen, erkek, kadın, ibne. Herkes, kendisi için
düzenlenmiş anlam sistemiyle uyuma bırakılır. Ama gerçek iktidarlar düzeyinde,
sorun kesinlikle bu rol biçimi değildir. İktidar, müdür ya da bakan düzeyinde
kalmaz (yerleşmez), ama baskı öbekleri arasında kuvvet ilişkileriyle, parasal
ilişkilerle kendini gösterir. Gösteren-dışı mekanizmalar özneleri, kişileri,
rolleri hatta sınırlı nesneleri bile tanımazlar. Onlara bir çeşit tam iktidar
veren de budur açıkçası. Anlamlandırma sistemlerinin içinden geçerler. Bu sistemler
içinde tanırlar birbirlerini ve bireyselleşmiş öznelere yabancılaşırlar.
Kapitalizmin nerede başlayıp nerede bittiği bilinmez.
Şizofrenin Diyagramatik Sorunları
Her an, iktidar
biçimlendiricileriyle çevriliyiz. Toplumlarımızda fazla el kol oynatmamalıyız,
yerimizde kalmalıyız, doğru yere imza atmalıyız, bize yapılan işaretleri
bilmeliyiz, parolaları işitmeliyiz, yoksa kendimizi tutuk evinde ya da akıl
hastanesinde buluruz. Şizofren, bedeni içerisinde felçli biri, bir vasinin
korumasına bırakılacak bir varlık görmekten çok, içinde çırpındığı toplumsal
alanda durumunun nasıl işle(til)diğini, bize yönelttiği eğrisel, enlemesine
sorulardaki önemli noktaları (yorumlamaya değil de) göstermeye çalışacağız. Söz
konusu, şizofrenlere öykünmek, katatonikleri (zihinsel şaşkınlık içinde
harekete başlama yetisini yitirmiş olan) oynamak değil, bir delinin, bir
çocuğun, bir eşcinselin, bir fahişenin vb.’nin, biz “ normal” lerin dokunmaktan
sakındığımız toplumsal alan içerisindeki arzu bileşenlerinde neyi yerinden
oynattıklarını aydınlatmaktır. Delinin, çocuğun ya da herhangi birinin bedeni
üzerinde simgesel ( anlam öncesi) ya da anlam sonrası dramlar oynanmaktadır.
Bu, bizi hangi noktadan ilgilendirir? Bizim görevimiz özneyi dünyaya uyumlu
hale getirmek, sapmayı iyileştirmek midir? Bir şizofreni iyileştirmek ne demek?
Belki onu iyileştirmekten çok bize soru yöneltsin, açıklama istesin diye
oradayız. Biz dediğimde amaçladığım yalnızca bireysel olarak değil de (ve yine
de bir şizofrenle konuşunca insanın düşüncesi değişiyor, artık her şeyi aynı
görüyor, bu çok iyi bir sağaltım) toplumsal alandaki bir bizdir aynı zamanda.
Şizofren, çılgınlıklarımızın, bireysel nevrozlarımızın taştığı, anlamlandırma
üretimlerinin, gösterge ilişkilerinin yer aldığı bir dünyada çırpınıp
durmaktır.
* Agramatizm:
Anlaşılmazlık derecesinde gramerden yoksun olan bir tür afazi. Konuşma
neredeyse tamamen somut isimlerden ve özel fiillerden oluşan kısa, duraksamalı
ifadelerden ibarettir. (Düzeltmenin notu).
Yorumlar
Yorum Gönder