Ana içeriğe atla

Anlam ve İktidar - Felix Guattari

[Bu metni, Multilingual'ın "Terimden Anlama" isimli derlemesinin içinde keşfettik. Özenli bir şekilde çevrilmiş fakat, bu çeviri Türkçe'ye değil, Öztürkçe denen garabet dile yapılmıştı. İçerdiği kavram isimleri literatürde (hem Guattari, hem de dilbilim sözlükçesinde), olağan günlük konuşmada kullanılagelen Türkçe'ye yeniden transfer edildi. Metin sadeleştirilerek, bir yerde küçük bir açıklayıcı not eklendi. Bunun dışında çeviri ve editoryal emek -ki aynı zamanda kitabın derleyenidir- sayın Mustafa Durak'a aittir. Kendisine bu nadide ve mühim metni Türkçe bir derlemede yayınladığı için teşekkür ederiz. -Kavram ve Duyum Ekibi.] 

Yapısalcılık, hangi karmaşık durum olursa olsun onu yalın bir formüle –matematik, aksiyomatik ya da bilgisayarda işlenebilecek bir formüle- indirgemeyi amaç edinmiştir. Bugün bilgisayar çok karmaşık görünümleri çizebilmektedir. Bir görüntüyü formülle ifade edebilmektedir. Sorun, çizilen görüntünün “doğal” dünyada algıladığımızdan temel olarak ayrı olup olmadığıdır. Bilgisayarın ürettiği görüntü ikili bir ileti durumuna indirgenmiştir. Aktarma kanallarından geçebilen bir formül olmuştur. Ama aslında görüntünün başlangıçta sahip olduğu derinlik, sıcaklık, yeniden düzenle(n)me olasılığı vb. yitip gitmiştir. Ben, yapısalcı indirgemelerin zorunlu olarak bu tür indirgemeler olduklarını sanıyorum. Elde edilen de dünyanın bir tür teknokratik görüntüsüdür. Ve yolda özünden bir şeyler yitirmiştir. Öz derken arzuyla ilgili ne varsa onu anlıyorum.



Dilbilimciler olayların analizinin yapılması ve ayırıcı özelliklerin bulunmasıyla tüm dillerin yapısını hesaplamaya uygun anahtarlar dizisini ortaya çıkarmaya çalıştılar. Ama yakalayabildikleri, dilin genel özelliklerinden başka bir şey değildir. Dilin yaşamı, anlambilimsel (semantik) ve edimsel düzlemde bu tip formülleştirmeye gelmez. Psikiyatri alanında semptom ve sendromları sistemik tablolara yerleştirerek bilimsel tanımlar ürettiklerini ileri sürenler oldu. Ama gerçekte olup bitenler hiçbir zaman bu tür sınıflandırmaya bağlı kalamaz. Sürekli “sınır çizgileri”yle karşılaşılır. Paranoyağın, histeriğin ve şizofrenin özellikleri birbirine benzer, ayırt etmek zordur. Bir yapının analizini yapmak başka, şeylerin kendi hareketini, iktidar ilişkilerini, politik durumları, arzunun yatırımlarını hesaplayan yapısalcı bir felsefe ve yapısalcı bir yorum başka şeydir. Bunun kendiliğinden böyle olması gerekirdi. Ama Freudyenler ve Marksistler bilinçdışı yapılar ve ekonomik yapılardan söz ederken bazı kaydırmalar yapıyorlar. En küçük parçayı gösteren (atomik) kesin formülü bulduklarını ve kendi görevlerinin bu yapı, bu formülle ilgili bir parola ya da bir yorumla işi bitirmekten ibaret olduğu izlenimi vermek istiyorlar. Kendini önemli, muktedir göstermenin bir yolu. Ben, tersine yapıların, şeylerin orta yerinde değil de yanında var olduklarını düşünüyorum. Yapısal yaklaşım da öbürleri gibi bir uygulamadır. Belki de, ne en zengini, ne de en etkilisi.

Anlam ile anlamlandırmayı gökten inmiş ya da şeylerin kendi yapısından kaynaklanan bir şey olarak değil de birbirleriyle karşılaştırılmış semiyotik sistemlerin eklemlenmesinden ileri gelen bir şey olarak yeniden tanımlamak gerek. Böyle bir eklemlenişten bağımsız tutulacak anlam yoktur. Bedenin semiyotikleri belirli bir anlam tipi üretir, iktidarın semiyotikleri başka bir tip. Bedenin semiyotikleri, mevcut mekanizmaların, yani iktidarın gösteren düzeninden ayrıdır ve de simgesel olmayan semiyotikleri devreye sokar, iktidarın semiyotikleri başka bir gösterge tipi üretirler. Bütün bu anlam tipleri birbirleriyle kesişirler. Ama bunların evrensel anlamlandırmalar olduklarını söyleyemeyiz.

Burada arzu konusunda iki tip politik anlayış olduğu söylenebilir. Bunlar tek anlamlı bir yoruma, bir yorumbilime gidebilecek anahtarları yakalamaya çalışan biçimci akıl ile evrenselliğin tekillikte aranması gerektiği ve bu tekilliğin şu anda katlandığımızdan çok daha akılcı politik ve mikropolitik bir düzenlemenin gerçek dayanağı olabileceği düşüncesinden yola çıkan, görünüşte çılgın akıl.

Bir Kadının Yaşam Çizgileri

Bir kadın. Kendi doğumundan üç ay önce. Anne karnında iken annesinin salyalı kusmaları. Altı aylıkken besin alerjisi, üç yaşında yaygın egzama. Altı yaşında sıkıntıdan kaynaklanan bunalımlar. Otuz yaşında, ona özgü olmayan dölyatağı yangısı. kırk yaşında kendine kıyma girişimi. Birbirinden apayrı bu semiyotik bileşenler bu klinik tablonun her aşamasıyla bağlantılı görünmektedir.

Salyalı kusmada sıkıntı ifadesi yerelleşmiş bir özneden kaynaklanmaktadır. Hastalık bir kişiden öbürüne geçiyor. (Böyle bir durumun prototipi şudur: “anne-bana içerse, çocuklar da kadeh tokuşturur”.) Burada simgesel bir işleyişten ileri gelen semiyotik bir düzenlenişe tanık olmaktayız. bu simgesel semiyotikler apayrı bir söyleyeni ve dinleyeni devreye sokmuyor. Söz en önde yer almıyor. İleti, dilsel zincirlenişten değil de beden, gürültü, mimik, duruş vb.’den geçiyor.

Altı aylık. Besin alerjisi: bu alerjideki çeşitli simgesel semiyotik bileşenleriyle salyalı kusmalar arasındaki ayrımı tanımlamak zor. Ancak bana bir açık var gibi geliyor: bunların önemi, alerjiyle artmış. Gerçekten de çocuğun doğuşundan bu yana gürültüler, sıcak, soğuk, ışık izlenimleri, çarpmalar, başkasının yüzüyle ilişki, bütün bunlar bir dünyanın koordinatlarını oluşturmaya başladılar. Bilinmesi gereken, niye bu yeni dünya, çocuğun derisine yapışıp kalıyor? Çocuk niye bu dünyaya girmeyi, onunla bağlılaşmayı reddediyor?

Altı yaşında. Derslerle ilgili sıkıntılar. Bunlar açıkça çeşitli dillerin devreye girmesinin sonucudur. Öğretmenin dili, büyüklerin dili. İlkokuldan başlayarak birçok yazgı kristalleşmiştir. Bir çocuğun zihinsel yörüngesi büyük ölçüde kendi ortamınca belirlenir. IQ’yu hesap etmeye gerek yok. okul mekanizması çocukları yaman biçimde modellendirir, seçer. Burada gösteren semiyotikler söz konusudur. Okulla birlikte toplumun yasalarına giriyoruz. Küçük toplumsal iktidarler dizisi, aile, okul, yerel iktidarlar geçidi başlıyor ve giderek Devlet gücüne varılıyor. Yalnızca yapılara, gösteren zincirlerine, komplekslere bakıp çocuğun ailedeki, dışarıyla ilişkilerindeki günlük yaşamıyla ilgilenmeyen terapist, gerçeklik düzleminde ve arzunun ekonomisi düzleminde olup bitenin özünü kaçıracaktır.

Yirmi yaşında. Sıkıntıdan kaynaklanan bunalımlar. Belki yaşamın yalnızca belirli bir devresinde görülen şizofrenik sendromlar söz konusu. bugün bazı psikanalistler üç dört yaşından başlayarak şizofreniyi bulguladıklarını ileri sürüyorlar. Ama bu tür bunalımlar ergenlikten önce nasıl ortaya çıkar? ergenlikle ilgili semiyotik bileşenler (dünya ile yeni tip ilişki, bilinmeyen karşısında endişe, çevrenin baskısı vb.) bu tür sendromlarla ortaya konulunca analiz, iktidarı oluşturanlara )lise, meslek okulu, spor kulüpleri, boş zamanları değerlendirme vb.) doğru kaymak zorundadır. Burada toplumun başka bir düzlemi, yetişkinin arzusu üzerine, onu dünyadan koparmakla ve onu kendine kapatmakla korkutuyor.

Otuz yaşında. Kendisine özgü olmayan döl yatağı yangısı. Kuşkusuz şimdi evlilik sorunu öne çıkıyor.

Kırk yaşında. Kendine kıyma girişimi. Dinsel iktidar ile, sağlıkla, polis vb. ile ilgili iktidarların biçimlenişi sıralanıyor. Bunlar iktidar oluşumunun bilinmeyen bölgeleridir. Analistin kayıtsız kalamayacağı yön göstericilerdir. Örenğin egzama konusunda alerji yapan şeyleri araştıran bir uzmanın davranışına öykünmekle yetinemeyiz. Zaten bu, sorun ettiğimiz önceden yapılandırılmış sistemleştirmeye dayalı yorum politikasıdır. Çok önemli bir mikropolitik sorunu bulunduğunda, özgül bileşenler analizi salt biçim sorunu değildir. Her şeyden önce, incelenen ya da ilgilenilen nesne kadar, bu analizi güdüleyen şeylerin arzusunu da ilgilendiren bir mikropolitik kavramı içinde yer alabilecek şeylerin politiğiyle de ilgilidir.

Yapısal biçimciliğin, indirgemeci niteliği, görünen (yüzeysel) ve derin yapılar arasında kurduğu ilişkiye önem verir. Bu, özellikle dildeki ikili eklemlenme (bir yandan sesbirim, yazısal birim, simgeler gibi anlamı olmayan semiyotikler sistemi, öbür yanda anlam taşıyıcı (anlambirim vd.) söylemler zinciri, onun sorunuyla ilgilidir. Sanki biçimsel düzey, anlamlandırmaları denetliyormuş, doğurtuyormuş, üretiyormuş gibi yapılıyor –nasıl olduğu bilinmeden. Ne var ki bu anlamlar gökten düşmüyor. Üretimci bir söz-dizimden ya da üretici bir anlambilimden kendiliklerinden ortaya çıkmıyorlar. Bunlar, kendilerini dalgalı iktidar ilişkileri içinde üreten iktidar oluşumlarından ayrı tutulamaz. Burada ne evrensel, ne de kendiliğinden işleyen hiçbir şey yoktur.

Çeşitli Kodlama Sistemleri

Dilbilimci ve göstergebilimcilerin tanımladıkları anlamda gösterge ile işleyen ya da işlemeyen çeşitli kodlama sistemlerinin durumunu aydınlatmak için, gösterge mekanizmaları adını verebileceğim şeylerin pratik işleyişini belirlemek amacıyla bir dizi ayrım önereceğim. Bu arada şunu belirtmeliyim: gerçekte bu sistemlerin birçoğunun karmaşıklığı, karmaşık göstergeler söz konusu.

Öncelikle gösterge kodlamaları ile doğal kodlamaları birbirine karıştırmaktan kaçınmalıyız. Bazı dilcilere göre (örneğin Roman Jacobson), kalıtıma bağlı kodlama, dilsel kodlama ile karşılaştırılabilir. Her iki sistem de karmaşık iletiler oluşturmak için birleşime katılan sınırlı aralıklı öğeler dizisinden yararlanırlar. – Örneğin proteinleri yapmaya yarayan kalıtım kodunun dört temel kimyasal kökü. Bazı bireşimlerin, biyolojik kesitlerde “noktalama” işlevi gördükleri söylenebildiğine göre, karşılaştırma daha da ötelere götürülebilir. (Jacobson, bu sistemlerin başka genel özelliklerini belirtmiştir, örneğin kodlama biçiminin çizgiselliğini). Ancak biyologlar bu tür koşutluğun genişletilmesinde oldukça sakıntılı gibidirler. Özellikle François Jakob, benzerliklerden çok ayrımlar üzerinde durulmasının daha iyi olacağı görüşündedir. Kalıtıma bağlı kodlamada konuşucu ve dinleyici yoktur, yerine koyma ve yer değiştirme eksenlerine (dizisel ve dizimsel eksenlere) açık olan söylemin iletilerinde rastlamadığımız belirli bir katılığa sahip iletileri yorumlayacak özne de yoktur. Kalıtım dönüşümleri, dilsel dönüşümlerden farklı olarak kesintiler, değişimler ve büyük bir sapma oluşturan tüm bir seçme sürecini içerir.

Bu ilk ayrım, arka planda, yalnızca, bir tutmaların harekete geçirdiği semiyotiklere egemen olarak, nesneler ve toplum üzerinde iktidar sahibi olunabileceğini düşünmekten ibaret olan arkaik bir fantazmaya dayanan ve “doğa” ile dil arasındaki biraz büyüsel bir tutmalardan kaçınmayı sağlayacaktır. (Burada büyücülerin, cincilerin heykelcikleriyle ve cinlerle yaptıkları eski çılgınlığı buluyoruz). Elbette semiyotiklerin nesneler üzerinde doğrudan etkili olduğu bir alan var, -bu tüm maddi teknolojiyi ve tüm gösterge mekanizmalarının karmaşık işleyişini ortaya koyan gerçek deneysel bilimlerin alanıdır. Zaten beni anlamlı sistemleri, anlamsız semiyotiklerden ayırmaya iten de bu alandır.

İfadenin Tözü ve Maddeleri

Öncelikle, Hjelmslev’in ifadenin tözü ve maddesi arasında önerdiği ayrım üzerinde durmak istiyorum. Küçük bir çocuk ses çıkarmaya başladığında, sessel olarak bir ifade maddesi kullanır, sonra egemen biçimciliklere katıldıkça bu maddeyi sesbilimsel olarak ifade tözüne dönüştürür. Ancak bu, gösterge olarak biçimlenmemiş maddenin biçimsiz olacağı anlamına gelmez. Hjemslev, bunun, bilimsel olarak biçimlenmiş olacağını söyler. Demek maddeleri semiyotik olarak biçimlenmiş tözlerden, bilimsel, müzikal vb. olarak biçimlenmiş diye ayırmak zorundayız. Pratikte yararlanılabilirliği olduğu için bu ayrım boşuna değildir. Örneğin aşağıdaki kesiti alalım: “işsizim, İş Bulma Kurumu’na gidiyorum, çok yaşlı olduğum söyleniyor”. Bu kesiti sözlü, yazılı olarak ya da röpartaj sırasında bir film, bir video bandı aracılığıyla ifade etmek (bir ifade tözünden başkasına geçildiği için) iletinin uzamını tümden değiştirir.

Bu iletinin edimsel uzantısını biçimleyen, çeşitli ifade maddeleri bağlantısıdır. Bir egzama, bilimsel olarak mı, semiyotik olarak mı biçimlenir? Özgül olmayan tepkisel bir döl yatağı yangısı, gelişmesinin o ya da bu döneminde, egemen bileşen olarak, toplumsal alanın anlamlı göstergelerini mi yoksa virüs, bakteri vb.’ne bağlı semiyotik olamayan bir kodlamanın devreye girişini mi içerir? Toplumsal durumlar, iktidar ilişkileri, dil, para, ana-baba ilişkilerinden ortaya çıkan nedir? Gösterenin her yerde olduğunu (sonuç olarak da yorum ve aktarımın her yerde etkili olduğunu) söylemek, karşılaştığımız nesneler ve durumlar üzerinde (semiyotik olsun olmasın) bu kodlama bileşenlerinden her birinin “iktidar sahibi” olabileceğini kabul etmek demektir. Bence, tersine, bu giriş biçimlerinden hiç birine öncelik verilemez, hele hele dogmatik bir öncelik hiç verilemez. Önceliği durumun çözümlenişi ortaya çıkaracaktır.

Simgesel Semiyotikler

Demek ki bağımsız semiyotik bir tözü –bir dili- oluşturarak işleyen gösterge mekanizmalarıyla dilden bağımsız “doğal” kodlama olarak doğrudan işleyenler arasında bir ayrım yapıyoruz. Belki de burada gösterge yerine işaretlerden söz etsek daha iyi (Bir işaret ile –örneğin hormonla ilgili bir işaret-, dilbilimsel gösterge arasındaki ayrım şuradadır: birincisi anlam(landırma) üretmez, öznenin sunumla özdeşleştirilmesini sağlayacak, değişmez bir artık-bilgi (redondance) sistemsi doğurtmaz).

İkinci ayrım: gösteren sistemi, gösterilenlerin sunumları ve ilettikleri nesnelerle kesilir. Dilbilimcilere göre gösteren-gösterilen ilişkisi nedensizdir, gerekçesizdir. Ama yine de kendileriyle gösterdikleri sunumları arasında benzerlik ya da denk düşme (bakışım) ilişkisini işleten gösterge tipleri vardır. Bunlara ikonik göstergeler denmektedir. Örneğin tarafik işaretleri dilbilimsel bir mekanizmanın işlemesini içermezler. Dilbilimciler ve göstergebilimciler ikon, diyagram ya da söz öncesi bedensel, davranışsal vb. her türlü ifade aracının gösteren dile bağlı olduğunu ve bunların yalnızca iletişimin eksik araçlarını oluşturdukları kanısına varmışlardır. Bence burada, çocuklar, deliler, ilkeller ya da simgesel semiyotik adı altında düzenlediğim semiyotik bir bölümde, katmanda kendini ifade eden herhangi bir kimse söz konusu olduğunda büyük açmazlar sunan entelektüalist bir önyargı var işin içinde.

Simgesel semiyotikler örneğin dans, mimik, ruhsal sıkıntının bedenselleştirilmesi, sinirsel bunalım, gözyaşı boşanması vb. gibi dolaysız doğrudan bir küp üzerinde ortaya çıkan, anında anlaşılabilir her türlü ifade araçlarıdır. Hangi ulustan olursa olsun ağlayan bir çocuk, bir rahatsızlığı olduğunu anlatır. Sözlüğe gereksinimi yoktur. Bu simgesel semiyotikler dile başvurulmaksızın ayrıştırılmadığı, anlaşılmadığı, çevrilemediği gerekçesiyle dilsel göstergebilime bağlanmaya çalışıldı. Ama bunu kanıtlayan bir şey yok ortada. Amerika’dan Avrupa’ya gitmek için uçağa binilmesinin nedeni, bu iki kıtanın hava yoluyla birbirlerine bağlı olmaları değildir. Çeşitli halk toplulukları gösteren semiyotikler dışında, özellikle yazı dışında varoldular ve bazıları varolmayı sürdürüyorlar. Bunların ifade sistemleri (bu sistemde söz, törensel, davranışsal, müziksel vb ifade biçimleriyle doğrudan etkileşime girer) o kadar da yoksul değildir. Hatta bazı budunlar yaşam biçimlerini ve geleneksel arzu biçimlerini bozacaklarını duyumsadıklarından yazılı dillerin sokuşturulmasına, bazı teknolojinin alınmasına uzun süre direnmişlerdir. Çocuklar, zihinsel sayrılar, gösteren semiyotiklere başvurmadan yüreklerine dokunanı, sık sık (davranış olarak) açığa çıkarırlar. Uzman, zihinsel şeyin teknokratı, okuldaki yönetim ya da sağaltımsal gücün temsilcisi bu tür ifade etme biçimlerini anlamaya yanaşmaz. Böylece psikanaliz, kendisine ilişki kurmada yardımcı olan, evrensel sunumlar (çam, bir erkek üretim organıdır, simgesel bir düzendir vb.) dizisinde her ne olursa olsun, yardımcı olan her yorum sistemini işler. Uzmanlar, çocukların, delilerin vb.’nin arzu ekonomilerini, iyi kötü korumaya çalıştıkları bu simgesel semiyotikleri, bir tür çevrilebilir sistemleri benimseterek denetime alırlar. Egemen iktidarların gösteren göstergebilimi onları o kadar gevşek bırakmaz. Onları sürekli canlarından bezdirir: “aslında söylemek istediğim budur, sen bana inanmıyorsun, belki de ben kendimi anlatamıyorum. Öyleyse ben yorumumu  senin tüm simgesel ifadelerinin genel çevrilebilirliği ilkesini sana benimsetinceye kadar yeniden yeniden gözden geçireceğim”. Psikanalist için, her türlü arzu ifadesinin aynı yorumsal dil boyunduruğundan geçtiği sonucuna varmak en önemli iktidar sorunu olmuştur. Bu, onun için, tüm sapan bireyleri, egemen iktidarın yasalarına sığdırma aracıdır. Psikanalistin uzmanlığı budur işte.

İktidarların Oluşturduğu Biçimlendirmeler, Anlamlandırmaları Yönlendirir

Şimdi anlamlandırma-iktidar ilişkisine geldik. Her türlü iktidar katmanlaşması, anlamlandırma üretir ve bunları benimsetir. Bazı dilbilgisi yitimi vakalarında (agramatizm)* bu egemen anlamlandırma dünyasından kaçılabilir; örneğin elektroşoktan uyanan biri nerede olduğunu sorar, sonra bunu anlamlandırma platformlarıyla aşar. Adını bulur, dünyanın normal ya da normalleştirilmiş değişik koordinatlarını ilerlemeli olarak yerine koyar.

Alkol ya da uyuşturucu kullanımı bu egemen anlamlandırma eşiğini tersten geçme denemesidir. Ama hangi eşiktir bu? Artık-bilgi, kodlama, her türlü gösterge dizgileri arasındaki bu kavşak hangisidir? Sabahleyin kalktığımızda neyi geçiriyoruz sırtımıza: kimlik mi, cinsellik mi, meslek mi, ulusallık mı ya da başka bir şey, hangisi? Bu eşik; hareketler, gürültüler, bedenler dünyası gibi simgesel ifadelerin eksik bileşenlerinin  yeniden odaklanmasının, kısaca arzu ekonomisinde, kendi adına çalışmakla tehdit eden ne varsa onun sonucudur. “Haydi topla kendini, sen buradasın, şu evlilik ilişkisi içindesin, şu çalışma konumundasın, eylemlerinden sorumlusun, üstüne üstelik her türlü iktidardan yararlanıyorsun, örneğin çevreni bunaltmak, kendini bunaltmak...” Anlamlandırma, her zaman, sistem tarafından istenen yanıtları, yorumları, davranışları otomatikleştiren, gösteren-dışı olan, kendi başına anlamı olmayan bir ifadeler mekanizmasıyla (davranış kuralları, çevrilebilirlik sistemleri ve değer sistemlerinin bir toplumsal alanla) kesin yapılara indirgenişi (formalisation) arasındaki rastlaşımdır.

Martinet’nin getirdiği ikili eklemleme, içerik ve ifade düzeyinde biçimselliğin temel aykırılığını maskelemektedir. (Martinet’nin ikinci eklemleme dediği) ifade düzeyinde, sesbirimler, ayırıcı karşıtlık sistemleri ya da Hjelmslevin “figüre”leri, aşırı derecede etkili bir mekanizma (benim diyagramatik olarak nitelediğim mekanizma), dilin yaratıcı işlemlerini eklemler ve bir yandan da özel bir sözdizim içine tutsak eder. Birinci eklemleme denilen düzeyde de anlambirim (monéme), Tümce, metne bağlı anlamsal ve edimsel yorumlar düzeyi iktidarın her türlü biçimlendirme bağını, bunların odaklaştırılmasını ve bunların belli bir anlamlandırma, belli bir eşdeğerlilikler tipini düzenleyen eşdeğerlikli düzenlenişi gerçekleştirir. Dilsel mekanizma burada iktidarın bu biçimlendirmelerini “yapısallaştırmak”, sistemleştirmek için vardır. Bu mekanizma, temelinde yasanın, ahlakın, sermayenin, dinin vb’nin aracıdır. Çıkışta sözcük ve tümceler anlamlarını yalnızca özel bir sözdizim, yerel iktidarın bu biçimlendirmelerinden her biri üzerine yerleşmiş bir söylem biçiminde bulurlar. Dil ve lehçeler üzerinde daha genel bir dilin egemenliği, ekonomik ve toplumsal iktidar biçimlendirmelerinin yerleştirilmesine desteklik eder. Ve, kesin yapılara indirgenen biçiminin kesinleşmesi- gösteren-dışı (a-signifiante) mekanizma olarak dil mekanizmasınınki ve gösterilenli (anlamlı) içerik üreticileri olarak iktidar biçimlendirilmelerininki –aracılığıyla “duyurulur” bir dünya, yani egemen koordinatlı aynı yapılı bir anlamlandırma alanı, elde ettiğimiz gösterenli bir dilden hareketle gerçekleşir.

Yapısalcılar, özellikle Amerikalı yapısalcılar anlamlandırmaların oluşumunun toplumsal kaynağını karanlıkta bırakırlar. Bunları derin semiyotik yapılardan giderek ürettiklerini ileri sürerler. Bu yazarlarla anlamın nereden geldiğini bilmemiz olanaksızdır: Karşımıza hep bir “ne bileyim nereden” çıkmaktadır. Böyle olunca şunu yineleyeyim: Anlam, kesinlikle, olduğu gibi dilden, derin simgesel yapılardan ya da bir bilinçdışı matematiğinden gelmez. Anlam istendiğinde iyice ayrıştırılabilir, somut toplumsal gücün biçimlendirmeleriyle ortaya çıkar. Eğer bir kaç dakika aradan sonra, şu salona, bir kadın giysisi olarak geri gelişimin, kendimi translar grubuna soktuğunu ileri sürmedikçe hiç bir anlamı olmayacaktır. Eğer burada hepimiz transsak, zaten sorun olmayacaktır. Ama eğer bir papazlar seminerindeysek bunun apayrı bir anlamı olacaktır. Bir ruhsal sağaltım evindeyse daha başka yorumlanacaktır: “Bak bugün yine iyi değil, kadın elbisesi giymiş”. Yaptığım edimin anlamı benim bir papaz, bir yargıç, bir deli ya da bir trans olarak görünüşüme göre değişecektir. Anlamlandırmanın gelişi her zaman gücün devreye girişiyle birliktedir. Bunlar birbirinden ayrılmaz. Birine tepsi üstünde dışkısını getirmek normal insanlar için katlanılamaz bir saçmalık olarak duyumsanabilir. Ama bir sağaltıcı için bu, iyi bir gösterge, bir armağan işareti, önemli bir ileti olabilir. Oysa ne yazık ki, psikanalist bunu kendi yorum sistemi üzerine oturtma eğilimindedir: Bana aktarımını göstermek istiyor, ben onun annesiyim, geriye dönüyor vb diyecektir.

Çağdaş sanayi toplumlarında (ister kapitalist olsun, ister bürokratik sosyalist) tüm simgesel semiyotikler, çalışmanın ortaklaşa gücünün biçimlendirilmesinde odaklaştırılmıştır. Bu biçimlendirme çocukluktan başlar: çok erken yaşta çocuğun özel mantığına karşı, onun özel semiyotikleştirme biçimlerine karşı bir savaş verilir. Çevrilebilecek, yorumlanabilecek hiçbir şey yoktur. Bir çocuk “anne, seni öldürmek istiyorum” dediğinde, annesine taptığı açıkça ortada olmasına karşın, onun arzulayan ekonomisinin bu biçimde çalışması kabul edilemez ve onun, sözündeki iki anlamlılığı görmesi, kendini ifade edebilmesi, düşünebilmesi istenir. Gene de bilinçdışının simgesel semiyotikleri düzeyinde, burada bir çelişki yoktur. Bir arzu konusunda, “bunun anlamı ne?” sorusunun her soruluşunda, yanılmayalım, bir iktidar biçimlenmesi, yorum ve düşünülmesini istemek olarak devrededir. Çocuk, kendi ifade etme gücü, kendi yetişkin olma arzusuyla çelişen koşma, resim yapma arzusu, kendi heyacanlılığından başlayarak çelişkin iktidar sistemleri içinde çalkalanır hep. Bütün bunlara aile iktidarı üzerinde ağırlığını duyuran dolaylı olarak da ona yansıyan baskılar da eklenir. Çocuk bu aykırı iktidarlar şebekesi içinde kendi arzusuyla ilgili semiyotik bileşenlerini geliştirmek, onların denetim altına almak, onları egemen semiyotikler odağına uydurmak, kısaca onları hadım etmek için başının çaresine bakmak zorundadır. Bazen bütünü çatırdar. İşte o zaman bozgun, sıkıntı, nevroz, “uzmanlar”a başvuru başlar.

Anlamlandırma, belirli bir tip anlamsız mekanizmalar ile kurallar, yasalar, artık-bilgiler, koşullanmalar yayan iktidar katmanları arasındaki ittifaktan ileri gelir hep. Anlamlandırma bu ittifaktan, çeşitli biçimlendirme sistemleri arasındaki gidiş gelişten başka bir şey değildir. Anlamsız ifade malzemelerini gösterilen içeriğin özüne bağlayan budur. Bu genel bir biçimlendirme mekanizmasının varlığıdır. Gösteren mekanizma böyledir. Ama bu, içeriğin ve ifadenin, bu ortak biçimlendirilişi onları (anlamsız ifade maddelerini) aynı doğa ve gösterilen kaynaktan görme durumundaki ortak semiyotik bir tözde birleştirildiği için değildir. Dilbilimcilerin gösteren ve gösterilen dedikleri şeyler arasında belirttikleri (gösterilenin bağlanma işlemindeki) rastlantısallıktır ( keyfiliktir) : “egemen kodlama sistemlerini benimse, her şey bunlar için öngörülmüştür, yoksa baskı sistemlerini uyandırırsın”.

Diyagramatik (Eğrisel) Semiyotikler

Üçüncü ayrım gösteren semiyotikleri, gösteren-dışı semiyotiklerden ayırır. Charles Sanders Pierce’ten sonra göstergebilimcilerin, imge sistemiyle (ikonlar) diyagram sistemini, bir eğrinin şeylerin basitleştirilmiş bir imgesinden başka bir şey olmadığını kabul ederek, aynı başlık altına koymayı uygun bulmuşlardır. Ama imge hem eğriselden daha fazlasını hem de daha azını sunar. İmge, bir eğriselin sunumunda sahip olduğundan daha çok görünüm üretir. Oysa eğrisel, bir sistemin işlevsel eklemlenişlerini, imgeden çok daha kesinlik ve etkililikle bir araya getirir. Böyle olunca bu iki alanın ayrılması (bilimler, müzik, iktisat vb. alanlarda çok önemli bir kategori olan gösteren-dışı semiyotikler grubu) yapmak gerektiğini düşünüyorum. Gösteren-dışı semiyotikler, anlamlı artı-bilgiler değiller de mekanik artı-bilgiler üretirler (bazı dilbilimciler ilişkisel anlamlandırmalardan söz ederek bu alanı anımsatmışlardır). Charles Sanders Pierce çizgisel sunumların diyagramına örnek olarak ısı eğrisini ya da daha karmaşık bir düzeyde cebirsel eşitlik sistemlerini öneriyor. Göstergeler, gönderme yaptıkları nesnelerin yerine iş görür ve bu, her şeyiyle tam anlamıyla var olabilen anlamlandırma etkilerinden bağımsızdır. Burada sanki diyagramatik gösterge mekanizmaları tüm kendi devinimsizliklerini giderme ülküsüne sahipmiş ve simgesel sistemlerde ya da gösteren sistemlerinde üreyebilen her türlü çok anlamlılığı yadsıyorlarmış gibi bir durum söz konusudur. Gösterge saflaştırılıyor. Artık otuz altı olası yorum yok, onun yerine yan anlam ve iyice açık ve kesin bir söz dizim vardır. Örneğin fizikte kendimiz için atom ve parçacıkları sunumu yapabiliriz ama bu sunum bilimsel göstergeleştirmede dikkate alınmaz. Başka bir örnek, müziği her zaman (açıklayabilir) yorumlayabilir ya da imgeleştirebiliriz, ama herkes için belli çevrilebilir bir anlam çıkaramayız. Müzik, olduğu biçimiyle, kendisi de gösteren- dışı bir mekanizma kullanmaktadır. Hatta egemen anlamlandırmalardan kaçmayı sağladığı ölçüde öznenin sesler dünyasına geçişi konusunda diyagramatik bir etkisi vardır.

Gösteren-dışı semiyotikler, zaten simgesel ya da gösteren bir etkiye sahip olan gösterge sistemlerini devreye sokabilir. Ama bunların işleyişlerinde, bu simgecilik ya da bu anlamlandırmayla bir ilintileri kalmaz. Tersine gösteren semiyotikler gibi simgesel semiyotikler de etkililiklerini belirli bir gösteren-dışı gösterge mekanizmalarının beden, uzam, toplumsal iktidar, egemenlik sınırlarından, salgıladıkları anlamlandırma bütününden kaçmaya eğilimli olduklarını göstermek uygun olur. Bu, öbürlerinden daha çok bu sınırların dışında kalmaya önem verir. Örneğin bir çocuk bir yerinin ağrıdığından yakınarak uyanır. Annesi okula gitmek istemediğine karar vermeye başlar. Sonra hat değiştirerek (başka bir yorum kanalına geçerek) doktor çağırmayı kararlaştırır. Gerçekten de, “çocuğunuz okula gitmemeli” deme gücüne yalnızca o doktor sahiptir. Beden düzeyindeki simgesel bir semiyotikten aile iktidarı basamağındaki gösteren bir semiyotiğe, sonra da müthiş bir toplumsal ve teknik etkililiği olan iktidar mekanizmasının devreye girdiği başka bir şeye geçilmiştir. Bu geçişlerden her birinde gösteren-dışı gösterge mekanizmalarına daha büyük bir ganimet sunan bir başkası için egemenlik sınırı terkedilmiştir. Diyagramatik bir mekanizma, doktorun kabul gören bilimi ve imgesel halesi, kısmen aile iktidarını reddeden okul iktidarının eğrisel mekanizmasını savar, bu mekanizmanın önüne geçer.

Kapitalist dünyanın örgüsü de parasal göstergeler, ekonomik göstergeler, prestij göstergeleri vb.’den oluşan şu egemenlik sınırlarını bozan göstergeler bolluğundan oluşur. Anlamlandırmalar, toplumsal değerler (yorumlayabildiklerimiz) iktidar oluşumları düzeyinde ortaya çıkar, ama asıl olarak kapitalist, gösteren-dışı mekanizmalara dayanır. Örneğin borsanın gösteren-dışı semiyotikler mekanizmasını ele geçirmeye, sistemin gösteren-dışı çarklarını istediği gibi döndürmeye çalışır. Kapitalizm her birimize bir rol verir: doktor, çocuk, öğretmen, erkek, kadın, ibne. Herkes, kendisi için düzenlenmiş anlam sistemiyle uyuma bırakılır. Ama gerçek iktidarlar düzeyinde, sorun kesinlikle bu rol biçimi değildir. İktidar, müdür ya da bakan düzeyinde kalmaz (yerleşmez), ama baskı öbekleri arasında kuvvet ilişkileriyle, parasal ilişkilerle kendini gösterir. Gösteren-dışı mekanizmalar özneleri, kişileri, rolleri hatta sınırlı nesneleri bile tanımazlar. Onlara bir çeşit tam iktidar veren de budur açıkçası. Anlamlandırma sistemlerinin içinden geçerler. Bu sistemler içinde tanırlar birbirlerini ve bireyselleşmiş öznelere yabancılaşırlar. Kapitalizmin nerede başlayıp nerede bittiği bilinmez.

Şizofrenin Diyagramatik Sorunları


Her an, iktidar biçimlendiricileriyle çevriliyiz. Toplumlarımızda fazla el kol oynatmamalıyız, yerimizde kalmalıyız, doğru yere imza atmalıyız, bize yapılan işaretleri bilmeliyiz, parolaları işitmeliyiz, yoksa kendimizi tutuk evinde ya da akıl hastanesinde buluruz. Şizofren, bedeni içerisinde felçli biri, bir vasinin korumasına bırakılacak bir varlık görmekten çok, içinde çırpındığı toplumsal alanda durumunun nasıl işle(til)diğini, bize yönelttiği eğrisel, enlemesine sorulardaki önemli noktaları (yorumlamaya değil de) göstermeye çalışacağız. Söz konusu, şizofrenlere öykünmek, katatonikleri (zihinsel şaşkınlık içinde harekete başlama yetisini yitirmiş olan) oynamak değil, bir delinin, bir çocuğun, bir eşcinselin, bir fahişenin vb.’nin, biz “ normal” lerin dokunmaktan sakındığımız toplumsal alan içerisindeki arzu bileşenlerinde neyi yerinden oynattıklarını aydınlatmaktır. Delinin, çocuğun ya da herhangi birinin bedeni üzerinde simgesel ( anlam öncesi) ya da anlam sonrası dramlar oynanmaktadır. Bu, bizi hangi noktadan ilgilendirir? Bizim görevimiz özneyi dünyaya uyumlu hale getirmek, sapmayı iyileştirmek midir? Bir şizofreni iyileştirmek ne demek? Belki onu iyileştirmekten çok bize soru yöneltsin, açıklama istesin diye oradayız. Biz dediğimde amaçladığım yalnızca bireysel olarak değil de (ve yine de bir şizofrenle konuşunca insanın düşüncesi değişiyor, artık her şeyi aynı görüyor, bu çok iyi bir sağaltım) toplumsal alandaki bir bizdir aynı zamanda. Şizofren, çılgınlıklarımızın, bireysel nevrozlarımızın taştığı, anlamlandırma üretimlerinin, gösterge ilişkilerinin yer aldığı bir dünyada çırpınıp durmaktır.






* Agramatizm: Anlaşılmazlık derecesinde gramerden yoksun olan bir tür afazi. Konuşma neredeyse tamamen somut isimlerden ve özel fiillerden oluşan kısa, duraksamalı ifadelerden ibarettir. (Düzeltmenin notu).

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aksiyomatik Nedir? - Alberto Toscano

Aksiyomatik, Deleuze ve Guattari tarafından, Bin Yayla ’da çağdaş kapitalizmin evrensel tarih içindeki işleyişini ve genel semiyolojisini tanımlamak için kullanılan kavramdır. Bilim ve matematiksel küme teorisinden kök alan aksiyomatik, birlikte çalıştığı terimlerin tanımlarını sağlamaya ihtiyaç duymayan ama bunun yerine verilmiş bir alandaki emirler ile kısmi norm veya buyrukların (aksiyomların) eklenmesi ve çıkarılması yöntemini ifade eder. Aksiyomlar böylece doğaları belirlenmeye ihtiyaç duyulmayan öğeler ve ilişkiler üzerinde işler. Onlar, uygulanmalarının alanlarının özellik veya niteliklerine kayıtsızdırlar ve nesnelerine, tamamen işlevsellermiş gibi, tercihen asıl özlerinden niteliksel olarak farklılaşmışlar gibi muamele eder. Aksiyomlar sırayla, belirli ampirik veya maddi durumlara uygulanan teoremlere veya gerçekleşim modellerine eşlik etmektedir.  Eğer akışları (ve onların kesim ve kırılmalarını) Deleuze ve Guattari’nin transandantal mataryalizminin temel bileşeni olarak

Köksap Nedir? - Felicity J. Colman

Köksap, nesnelerin, mekânların ve insanların en farklı ve en özdeş olanları arasında meydana gelen bağıntıları tanımlar; insanları birbirine bağlayan tuhaf olay zincirleri gibi: “ayrılığın altı adımı” [1]  hissi, “daha önce de buradaydım sanki” duygusu ve bedenler düzenlemeleri. Deleuze ve Guattari’nin “köksap” [ rhizome ] kavramı, “rhizo”nun biçimleri kombine etmek anlamına gediği ve biyoloji terimi olan "rhizome"un, kendini yatay yumru-biçimli kökü boyunca yayabilen ve yeni bitkiler geliştirebilen bir bitki formunu betimlediği etimolojik anlamından çekip çıkartılır. Bu terimin Deleuze ve Guattari’deki kullanımında köksap, şebeke biçimli, ilişkisel ve çapraz bir düşünme sürecini ve bu haritanın sabit bir varlık olarak inşasını "takip etmeyen" bir var olma biçimini haritalayan bir kavramdır (D&G 1987: 12). Kökenleri ile tek tek temellerinin izini süren bedenler ile fikirlerin düzen verilmiş soyları "ağaç biçimli düşüncenin" formları görülür ve epistem

"Hüzün geriye kalandır. Biraz blues dinleyin benim için…

Sık sık ölümün bilgisine asla sahip olamayacağımızı, çünkü asla tecrübe edemeyeceğimizi hatırlatırdı Ulus. O nedenle ancak bir başkası aracılığıyla tecrübe edebiliriz ölümü, başkasının ölümüyle bilmeye çalışabiliriz. Herkes bir şeyler yitirdi Ulus'un aramızdan ayrılmasıyla. Kimi anlaşılmaz ama değerli bulduğu bir yazarı hatırladı, kimi bir özgürlük hayaletini, kimi bir güzel meleği, kimi kendini özür borçlu hissettiği bir dostunu. Bir başkasının ölümü, yitirilenin bilgisi, yitimin hatırlattıkları... Biz ise onu kaybettiğimiz gerçeğinin ağırlığı yavaş yavaş üzerimize çökerken, bırakın anlamayı, tecrübe ettiğimiz yitimi tarif etmeye çabalamaktan bile aciz hissediyoruz. Ulus bir başkası degildi bizim için, bedenimizin bir parçasıydı. Kendimizi eksilmiş, azalmış, kırılmış hissediyoruz. Yokluğu bizi suskunlaştırıyor... Suskunluğu kabullenebiliriz, sessiz kalmayı biliriz, derdimiz bu değil. Şu an sözümüz yok ama, nasıl olsa kendi geçmişimize her baktığımızda onu da göreceğiz.