Alman felsefesinin temellendirme düşüne rağmen, evrensel demokratik
Devlet yoksa, bunun nedeni kapitalizmde evrensel olan tek şeyin pazar oluşudur.
Aşkın üst-kodlamalarla iş gören arkaik imparatorlukların tersine, kapitalizm
kodsuzlaştırılmış akışların (para, emek, ürün akışları...) içkin bir
aksiyomatiği gibi çalışır. Ulusal devletler artık üst-kodlama paradigmaları
değildirler, ama o içkin aksiyomatiğin "gerçekleşme modellerini"
meydana getirirler. Bir aksiyomatikteyse, modeller bir aşkınlığa göndermede
bulunmazlar, tam tersi söz konusudur. Bu tıpkı Devletlerin yersizyurdsuzlaştırması,
sermayeninkini ılımlılaştırıyormuş ve ona telafi edici yeniden‑yerliyurdlandırmalar
sağlıyormuş gibidir. İmdi gerçekleştirme modelleri çok çeşitli olabilir
(demokratik, diktacı, totaliter...), gerçekten ayrışık olabilir, yine de dünya
pazarı yalnızca varsaymadığı, ama belirleyici gelişme eşitsizlikleri ürettiği
ölçüde, ondan daha az eşbiçimli değildirler. Bu nedenle, sık sık işaret
edildiği gibi, demokratik Devletler, diktacı Devletlerle öylesine bağlılık ve
uzlaşma içindedirler ki, insan haklarının savunulması zorunlu olarak her tür
demokrasinin içsel eleştirisinden yola çıkmak zorundadır. Her demokrat aynı
zamanda Beaumarchais'nin "öteki Tartuffe" üdür, Peguy'nin dediği
gibi, insancıl Tartuffe'dür. Şüphesiz, kurbanlardan başkaca kimseyi
etkilemeyecek sağlıksız bir suçluluk duygusu içinde, Auschwitz'den sonra artık
düşünemeyeceğimizi ve de hepimizin nazizmden sorumlu olduğunu sanmanın alemi
yoktur. Primo Levi; kimse bize kurbanları cellatmışlar gibi kabul ettiremez, der.
Ama nazizmin ve toplama kamplarının bize telkin ettiği, diye ekler, bundan daha
çoğu veya daha azıdır: "bir insan olmanın utancı" (çünkü hayatta
kalanlar bile ittifak kurmak, onurlarını zedelemek zorunda kaldılar...).
Yalnızca Devletlerimiz değil, her birimiz, her demokrat, nazizmden sorumlu
olmasa bile, onun tarafından kirletildi. Ortada sahiden de felaket var, ama
felaket şurada: kardeşlerin ya da dostların toplumu öylesine bir sınavdan geçti
ki, kardeşler ya da dostlar, düşüncenin sonsuz devinimleri haline gelen, dostluğu
ortadan kaldırmayan ama ona modern renklerini veren ve Yunanlıların basit
"rekabetçiliği"nin yerini alan bir "yorgunluk", belki de
bir çekinme duymaksızın, birbirlerine ve her biri kendi kendisine bakamıyorlar.
Biz artık Yunanlılar değiliz ve dostluk da artık aynı dostluk değil: Blanchot,
Mascolo bu sıçramanın bizatihi düşünce için taşıdığı önemi gördüler.
İnsan hakları aksiyomlardır: pazarda pekâlâ başka
aksiyomlarla bir arada yaşayabilirler, özellikle de yadsımaktan daha da fazla olarak,
onları yok sayan veya askıya alan mülkiyetin güvenliği söz konusuysa:
"Nietzsche, "pis karışım veya yan yana pislik" diyordu. Sefaleti,
ve gecekonduların yersizyurdsuzlaştırılıp-yeniden-yerliyurdlandırılmasını, demokrasilerle
bir arada yaşayan güçlü polis ve ordulardan başkaca, kim sürdürüp yönetebilir?
Sefalet kendi yurdluğundan ya da gettosundan dışarı çıktığında, hangi
sosyal-demokrasi vur emri vermedi? Haklar ne insanları kurtarır, ne de
demokratik Devlet üzerinde yeniden-yerliyurdlulaşan bir felsefeyi. İnsan
hakları bize kapitalizmi kutsatabilemez. Ve de, ulusları, Devletleri ve pazarı
ahlâklılaştırmaya muktedir "uzlaşma" olarak bir evrensel görüş
oluşturmak suretiyle dostların veya hatta bilgelerin toplumunu yeniden düzenleme
iddiasındaki iletişimin felsefesi için de, epeyce safiyet, ya da kurnazlık
gerekir. İnsan hakları, haklardan yoksun insanın içkin varoluş kipleri
konusunda hiçbir şey söylemez. Ve bir insan olmanın utancını da, yalnızca Primo
Levi'nin betimlediği en uç konumlarda değil; ama çok daha önemsiz koşullarda,
demokrasilere musallat olan varoluş aşağılıklığı ve sıradanlığı karşısında, bu varoluş
ve pazar-için-düşünce kiplerinin yayılması karşısında, çağımızın değerleri,
ülküleri ve görüşleri karşısında da duyuyoruz. Bize sunulmuş yaşam
olabilirliklerinin rezilliği, içerden de görünüyor. Kendimizi çağımızın dışında
hissetmiyoruz, tersine onunla utanç verici uzlaşmalara girişmekten geri
durmuyoruz bir türlü. Bu utanç duygusu felsefenin en güçlü motiflerinden
biridir. Kurbanlardan sorumlu değiliz, ama kurbanların karşısındayız. Ve
rezilden kurtulmak için hayvanlaşmaktan (homurdanmak, eşelemek, sırıtmak,
kendini kasmak) başkaca yol yok: düşünce bile bazen ölen bir hayvana, demokrat
da olsa, yaşayan bir adamdan daha yakındır.
Eğer felsefe kavram üzerinde yeniden-yerliyurdlulaşırsa,
bunun koşulunu demokratik Devletin şimdiki formunda, ya da düşünüm cogito'sundan
da daha kuşkulu bir iletişim cogito'sunda bulamaz. İletişimden yoksun değiliz,
tersine fazlasıyla var ondan, biz yaratmanın eksikliğini çekiyoruz. Şimdiki hale direncin yokluğunu çekiyoruz.
Kavramların yaratılması, kendiliğinde bir gelecek formuna çağrı yapar, yeni bir
toprağa ve henüz var olmayan bir halka seslenir. Avrupalılaştırma bir oluş
kurmuyor, sadece uyruklaştırılmış halkların oluşunu engelleyen kapitalizmin
tarihini kuruyor. Sanat ve felsefe bu noktada, yaratmanın bağlantısı olarak, eksikliği
duyulan bir toprak ve bir halkın oluşturulması noktasında buluşuyorlar. Bu
geleceği talep edenler halkçı yazarlar değil, ama en aristokrat kişilerdir. Bu
halk ve bu toprak bizim demokrasilerimizde buluşamayacaktır. Demokrasiler
çoğunluklardır, ama bir oluş, doğası gereği her zaman için kendini çoğunluktan sıyıran
şeydir. Birçok yazarın demokrasiye göre konumu, karmaşık, kaypak bir konumdur.
Heidegger olayı ortalığı daha da karıştırdı: en tuhaf yorumların, bazen
felsefesini suçlamak, bazen insanı dalgınlıklar içinde bırakacak kertede
karmaşık ve yapmacık kanıtlar adına suçunu bağışlamak üzere kesişmesi için, bir
büyük filozofun gerçekten de nazizm üzerinde yeniden-yerliyurdlulaşması
gerekti. Heideggerci olmak her zaman kolay değildir. Büyük bir ressamın, büyük
bir müzisyenin böylece utanç içine düşmesi (ne ki işte onlar bunu yapmadılar)
daha kolay anlaşılabilirdi. Sanki utanç bizatihi felsefenin içine girmek
zorundaymış gibi, bunun bir filozof olması gerekti. Felsefe, tarihlerinin en
berbat anında Almanları kullanarak Yunanlılara ulaşmak istedi: Bir Yunanlı
beklerken, diyordu Nietzsche, karşısında bir Alman bulmaktan daha beter ne
vardır? Kavramlar (Heidegger'inkiler) nasıl olacaktı da aşağılık bir yeniden-yerliyurdlanmayla
özünden kirlenmiş olmayacaklardı? Meğer ki tüm kavramlar, kavgacıların bir an
için yerde birbirlerine karıştığı ve düşünürün yorgun gözlerinin birini öteki
diye; yalnızca Alman'ı bir Yunanlı olarak değil, ama faşisti de bir varoluş ve
özgürlük yaratıcısı olarak algıladığı, o gri ve ayrıştırılamazlık bölgesini
taşımasınlar. Heidegger yeniden-yerliyurdlulaşmanın yollarında kendini yitirdi,
zira bunlar işareti de korkuluğu da olmayan yollardır. Belki bu tumturaklı
profesör, göründüğünden de daha çılgındı. Halkta, toprakta, kanda yanıldı. Zira
sanat veya felsefe aracılığıyla seslenilmiş olan ırk kendini ari sanan değil,
ama ezilmiş, piç, aşağı, anarşik, göçer, onulmazcasına minör bir ırktır
-Kant'ın yeni Eleştiri'nin açtığı yollardan dışladıklarıdır. Artaud,
alfabesizler için yazmaktan -sözyitimliler
için konuşmak, beyinsizler için düşünmek- söz ediyordu. Ama, "için"
ne anlama geliyor? "... Adına" demek değildir bu, ne de "...yerine"
demektir. Bu, "karşısında" demektir. Bu bir oluş sorunudur. Düşünür
beyinsiz, sözyitimli veya alfabesiz değildir, ama bu olur. Hintli haline gelir,
durmamacasına bu olur, belki de Hintli olan Hintli'nin kendisi de başka bir şey
haline-gelsin ve can çekişmesinden kurtulsun "için/diye". Hayvanlar
için bile düşünülüp yazılır. Hayvanın da başka şey haline-gelmesi için hayvan‑olunur.
Bir farenin can çekişmesi ya da bir dananın öldürülüşü, acımaktan ötürü değil,
ama insanla hayvan arasında, birindeki bir şeyin ötekine geçtiği bir değişim
bölgesi olarak, düşüncenin içinde mevcut kalır. Felsefenin değil‑felsefe ile
kurucu ilişkisidir bu. Oluş her zaman çifttir ve gelecekteki halkı ve yeni toprağı
kuran bu çifte oluştur. Değil-felsefe'nin felsefenin toprağı ve halkı
haline-gelmesi için, filozof, değil-filozof haline-gelmek zorundadır. Piskopos
Berkeley gibi hakkında onca iyi düşünülen bir filozof bile; biz öteki İrlandalılar,
ayaktakımı... deyip durur. Halkın, bir "halk-oluş" olduğu için
düşünüre içsel olması ölçüsünde, düşünür de, daha az sınırsız oluş olarak,
halka içseldir. Sanatçı ya da filozof bir halk yaratmaktan elbette ki
acizdirler ve onu ancak, bütün güçleriyle, çağırabilirler. Bir halk ancak
tiksinti verici acılar içinde kendi kendini yaratabilir ve artık sanatla veya
felsefeyle uğraşabilemez. Ne ki felsefe kitapları ve sanat yapıtları da bir
halkın gelişini önceden hissettiren, düşlenemeyen acıların toplamını içlerinde
taşırlar. Onların ortak yanı direnmektir, ölüme, tutsaklığa, hoşgörülemeyene,
utanca, şimdiki hale direnmek.
Yersizyurdsuzlaşma ve yeniden-yerliyurdlulaşma çift yönlü
oluş’ta kesişir. Bundan böyle artık yerli ve yabancıyı ayırdetmek mümkün
değildir, çünkü yabancı, yabancı olmayan ötekinde yerli olurken, aynı zamanda
da yerli, kendi kendisine, kendi sınıfına, kendi diline yabancı haline-gelir:
aynı dili konuşuyoruz, yine de sizi anlamıyorum... Kendi kendisine ve kendi öz
diline ve ulusuna yabancı haline-gelmek, filozofun ve felsefenin bir özeliği,
"tarz" ları, felsefece zırvalar denilen şey değil midir acaba? Kısacası, felsefe üç kez yeniden-yerliyurdlulanır,
bir kezinde geçmişte Yunanlıların üzerinde, bir kezinde şimdiki hal içinde
demokratik Devlet üzerinde, bir kezinde de gelecekte yeni toplum ve yeni toprak
üzerinde. Yunanlılar ve demokratlar bu gelecek aynasında tuhaf bir şekilde
şekillerini yitirirler.
Ütopya iyi bir kavram değildir, çünkü Tarihe karşı
çıktığında bile, hâlâ ona göndermede bulunur ve bir ülkü ya da bir güdüleyici olarak
kendisini tarihe kaydeder. Ama oluş bizatihi kavramdır. Tarihin içinde doğar ve
oraya düşer, ne ki tarihin içinde değildir. Onun, kendiliğinde bir başlangıcı
ya da sonu yoktur, yalnızca bir ortası vardır. Bu nedenle tarihsel olmaktan çok
coğrafidir o. Devrimler ve dost toplumları, direniş toplumları işte bu türdendir,
zira yaratmak direnmektir: bir içkinlik düzlemi üzerindeki mutlak oluşla,
mutlak olaylar. Tarihin olayda yakaladığı şey, onun şeylerin durumunda ya da
yaşanmışta gerçekleşmesidir, ancak olay, oluşu içinde, kendi öz sağlamlığı
içinde, kavram olarak kendiliğinden-konumu içinde Tarihten kurtulur.
Psiko-sosyal tipler tarihseldirler, ama kavramsal kişilikler olaylardır. Bazen tarihi
izleyerek ve onunla birlikte yaşlanılır, bazen de çok özel bir olayın içinde
(belki de "felsefe nedir?" sorununu ortaya koyma imkânını veren o
aynı olayın içinde) ihtiyar haline-gelinir. Ve bu genç yaşta ölenler için de
aynı şeydir, bu türlü ölmenin de birçok çeşidi vardır. Düşünmek, denemektir,
ama denemek denen şey, her zaman için yapılmakta olan şeydir -hakikatin
görünüşünün yerini alan ve ondan çok daha talepkâr olan yeni, dikkat çekici,
ilginç şey. Yapılmakta olan şey, biten şey olmadığı gibi, başlayan şey de değildir.
Tarih deneme değildir, tarihten kaçan bir şeyin denenmesini mümkün kılan hemen
hemen olumsuz koşulların bütünüdür yalnızca. Tarih olmasaydı, deneme
belirlenmemiş, yönlendirilmemiş olarak kalırdı, ne ki deneme tarihsel değil,
felsefidir.
Gilles Deleuze & Félix Guattari, Felsefe Nedir?, Yapı Kredi Yayınları, Çeviren: Turhan Ilgaz, 2013, sf: 102-107'den alınmıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder