Ana içeriğe atla

Kapitalizm ve Şizofreni - Gilles Deleuze & Felix Guattari


Vittorio Marchetti: Anti-Oedipus adlı kitabınızın alt başlığı Kapitalizm ve Şizofreni. Niçin? Sizin çıkış noktasını oluşturan temel fikirler nelerdi?

Boy With Machine - Richard Lindner
Gilles Deleuze: Belki temel fikir şudur: bilinçdışı “üretici”dir. Onun üretici olduğunu söylerken, artık onu, şimdiye kadar olduğu gibi, içinde özel bir dramanın, Oedipus dramasının oynandığı bir tiyatro olarak görmekten vazgeçmenin gerektiğini anlatmak istiyoruz. Bilinçdışının bir tiyatro değil, fakat bir fabrika olduğuna inanıyoruz. Bu konuda Artaud çok hoş bir şey söylemişti. Vücut, özellikle de hasta vücut aşırı ısınmış bir fabrikadır demişti. Hiçbir şekilde bir tiyatro değil. Bilinçdışı üretir derken, onun başka mekanizmalar üreten bir tür mekanizma olduğunu anlatmak istiyoruz. Yani, bize göre, bilinçdışının teatral bir takdimle ilişkisi yoktur. Biz onu daha çok “arzulayan makineler” olarak tanımlıyoruz. Tabii, “mekanizma” sözcüğünü de açıklamak gerekir. Biyolojideki mekanistik kuram arzunun nasıl kavranması gerektiğini hiçbir zaman bilememiştir. Arzuyu kendi modellerine dahil edemediğinden dolayı ihmal etmiştir. Biz arzulayan makinelerden, bir arzu mekanizması olarak bilinçdışından söz ederken, çok farklı bir şey söylemeye çalışıyoruz. Arzulamak şudur: kesip biçmek, akıntıya karşı gitmek, gidişat içinde seçimler yapmak, akışı bağlayan zincirleri koparmak. Akışa izin veren, ya da onu kesen, onu hareketlendiren bütün bu arzu veya bilinçdışısistemi , geleneksel psikanalizin inandığının tersine, bir şey ifade etmez. Anlamı, yorumu ve önemi yoktur. Sorun, bilinçdışının nasıl işlediğini görmektir. Bu da makinelerin, “arzulayan makineler”in işleyişiyle ilgili bir meseledir.

Guattari ve ben arzunun sadece “üretim” kategorisine referans verilerek anlaşılabileceği fikrinden hareket ettik. Arzunun kendi içinde üretim olduğunu görmek gerekliydi. Arzu bir eksikliğe dayanmaz, bir şeyden yoksun olmak değildir. Herhangi bir yasaya da bağlı değildir. O üretir. Tiyatro değildir. Oedipus gibi bir fikir, bir teatral temsil bilinçdışının anlamını çarpıtır ve arzu hakkında bir şey anlatmaz. Oedipus arzulayan üretim üzerindeki toplumsal baskının sonucudur. Hatta çocuk düzeyinde bile arzu Oedipal değildir. Bir mekanizma olarak işler. Küçük makineler üretir. Şeyler arasında bağlantılar kurar. Başka bir ifadeyle, belki de arzu devrimcidir. Bu onun devrim arzuladığı anlamına gelmemelidir. Burada daha ziyade bir şey var. O, toplumsal yapı içine girdiğinde, şeyleri patlatma, toplumsal dokuyu bozma yeteneğine sahip makineler kurması dolayısıyla doğası gereği devrimcidir. Diğer taraftan, geleneksel psikanaliz bütün bu olup biteni bir tür tiyatro sahnesine iter. Bu, insan varlıklarına, fabrikaya, üretime ait bir şeyin bir Comedie Française gösterisine dönüştürülmesine benzer. Kısacası, bizim çıkış noktamız şudur: bilinçdışı küçük arzu makinlerinin, arzulayan makinelerin üreticisidir.

Soru: Neden kapitalizm ve şizofreniden söz ediyorsunuz?


Felix Guattari: Uçlara vurgu yapmak için. İnsan varoluşunun bütün görünümleri en soyut kategorilerle ilişkilidir. Bir tarafta kapital, ve diğer uçta da, ya da daha doğrusu, anlamsızlığın öteki ucunda da , delilik,( daha da somutlaştırmak için) delilik içinde de şizofreni. Bize öyle geliyor ki, bu iki kutup arasında ortak anlamsızlık nitelikleri dolayısıyla bir bağ vardır. Söz konusu olan, sadece modern toplumun insan varlıklarını deliliğe teşvik ettiğinin saptanmasına yönelik olumsal bir ilişki değildir. Bunun ötesinde, yabancılaşmayı kavramak bağlamında, kapitalist sistemin kontrolündeki birey tarafından tecrübe edilen baskıyı görmek, artı-değerin temellükü siyasetinin gerçek anlamını kavramak için şizofreniyi yorumlamakta kullanılan kavramlardan yararlanmak istedik. Bu iki kutbu inceledik. Tabii, gerek nevrozlara yaklaşım tarzlarından, gerek çocukluğu çalışma biçimlerinden, gerekse de ilkel toplumları inceleme şekillerinden söz ederken yaptığımız gibi, arada bulunan terimlere de başvurmamız gerekiyordu. Toplumsal bilimlerle ilgili bütün konular incelemeye tabi tutuldu. Fakat toplumsal bilimler arasında bir birliktelik tesis etmekten, onları birbirlerine bağlamaktan çok, kapitalizm ve şizofreniyi ilişkilendirmeye koyulduk. Böylece biz bir alandan ötekine geçmeyi değil, bütün alanlar sistemini kucaklamaya çalışıyorduk.

Soru: Araştırmanızın temelindeki somut deneyimler nelerdir? Bu araştırmadan çıkan pratik sonuçların hangi alanlarda, ve hangi araçlarla elde edildiğini düşünüyorsunuz?

F.G: Temel psikiyatri ve psikanaliz pratiğidir. Daha özelde de, psikoz çalışmasıdır. Bizim izlenimimiz şu olmuştur: bağlantılar, betimlemeler, Freudcu kuram, ve psikiyatri zihinsel hastalıkta gerçekten olup biteni izah etmek bakımından yeterli değildir. Bu yetersizlik son zamanlarda görülür hale gelmiştir. Zihinsel hastalığı dinlemenin belli bir yolu olarak mevcuttur. Freud kavramlarını, en azından başlangıçta, nevrozları, özellikle de, histeriyi inceleyebilmek gayesiyle geliştirdi. Ömrünün sonlarına doğru, Freud psikozları ele almak için başvurabileceği bir yöntem ve aracının olmamasından yakınmıştır. Psikozlulara yaklaşımı tamamen arızî ve dışsal olabilmişti. Şunu da eklememiz gerekir ki, şizofreni baskıcı hastanede müşahede sistemleri (repressive systems of hospitalization) çerçevesi içinde ele alınamaz. Sadece deliliklerinin özünü ifade etmelerini engelleyen bir sistem içinde yakalanan delilere ulaşılabilir. Onlar sadece maruz kaldıkları ve katlanmaya zorlandıkları baskıya tepkiyi ifade ederler. Buradan, psikanalizin psikozlara yöneldiğinde hemen hemen olanaksız hale geldiği sonucu çıkıyor. Ve psikozlu baskıcı hastane sistemi içinde kaldığı sürece bu durum değişemiyor. Psikoz vakasına nevroz tanımlarını uygulamaktansa, biz bu işlemi ters çevirmeye çalıştık. Yani, nevrozu psikozla temastan çıkan göstergelerin ışığında yeniden ele aldık.

G.D: Biz işe bir bilgiyle değil, kelimenin tam anlamında bir izlenimle, psikanalizde bir şeylerin yanlış gittiğine dair bir izlenimle başladık. Onun kendi etrafında dönüp duran nihayetsiz bir anlatı haline gelmiş olduğuna dair bir izlenimdi bu. Örnek olarak psikanalitik tedaviyi alalım. Bu tedavi hasta ve hekimin yapılan bütün ayarlamalara rağmen bir döngü içinde dönüp durdukları sonsuz bir süreçtir. Bu döngü Ödipal bir döngüdür. Daima “devam et, anlat” der, ve özne de her zaman anne ve babadır. Referans hep bir Ödipal eksendir. Öznenin gerçek bir anne ve baba olmadığının, daha yüksek bir yapı, basitçe hayal ürünü ve uydurulmuş olmayan, bir simgesel düzen olduğunun söylenmesinin faydası yoktur. Hastalar anne ve babaları hakkında konuşmaya devam ederlerken, hekimler de onları dinlemeyi sürdürürler. Bunlar ömrünün sonunda Freud’un bizzat ve çok karamsar bir şekilde önüne koyduğu sorunlardı. Psikanalizde bir şeyler yanlıştı. Bir şeyler işlemiyordu. Freud psikanalizin bir yere götürmeyen bir anlatı ve nihayetsiz bir tedavi olduğunu düşünüyordu. Bu işin yeniden ele alınması gerektiğini söyleyen ilk kişi ise Lacan’dı. O bu sorunu Freud’a derin bir geri dönüşle çözmeye çalıştı. Fakat biz psikanalizin sonsuz bir şekilde Ödip figürüyle temsil edilen aile döngüsü adını verdiğimiz şey etrafında dönüp durduğu izleniminden hareket ettik. Bu noktada, yöntemlerini ne kadar değiştiriyor olsa da, psikanalizin hâlâ en klasik psikiyatrinin yolunu izliyor olması çok endişe vericidir.

Michel Foucault hayranlık uyandıracak bir şekilde bu noktaya temas etmişti. Delilik ve aile arasında temel bir bağın kurulması 19. yüzyıldadır. Sonra psikanaliz bu bağlantıyı yeniden yorumladı. Ancak burada çarpıcı olan, bu bağlantının hâlâ sürüyor olmasıdır. Hatta yeni ve devrimci bir yol izleyen anti-psikiyatri bile bu delilik ve aile arasındaki bağlantıyı korumaktadır. Bir aile psikoterapisinden söz edilmektedir. Yani, insanlar hâlâ zihinsel bozuklukların temel referanslarını anne-babalı aile yapılarında aramaktadırlar. Hatta bu yapılar simgesel bir biçimde, yani simgesel anne ve babanın işlevleri olarak yorumlandıklarında bile değişen bir şey olmamaktadır.

Herhalde, alışkanlık olduğu üzere, Schreber adını verdiğimiz delinin yazdığı örnek metni herkes biliyordur.Schreber’in anıları -burada onun bir şizofren veya paranoid olarak görülmesinin çok fazla bir önemi yoktur- bir tür ırksal, ırkçı, tarihsel hezeyan içerir. Schreber kıtalar, kültürler ve ırklar konusunda hezeyan içindedir. Bu siyasal, tarihsel ve kültürel içeriğiyle şaşırtıcı bir hezeyandır. Ancak, Freud’un yorumunu okumaya başladığımızda, onun bütün bu görünümü kaybolur. Schreber’in hiç değinmediği bir babaya referans verilerek onun şaşırtıcı içeriğinin göz ardı edildiğini görürüz. Psikanalistler bize, babanın, Schreber ona hiç değinmemiş olduğundan dolayı önemli olduğunu söylemektedirler. Bizim bunlara yanıtımız şudur: biz bugüne kadar, daha başlangıçtan itibaren ırk, ırkçılık, siyasetten söz etmeyen, bütün yönleriyle tarihten hareket etmeyen, kültürü içermeyen, kıtalara, krallıklara ve saire değinmeyen bir şizofrenik hezeyan görmedik. Hezeyan sorununun aileyle bağlantılı olmadığını, ve anne ve babayla (eğer tamamen ilgisiz değilse) ancak ikincil olarak ilgili olduğunu vurgulaya geldik. Gerçek hezeyan sorunu, bütün paranoyid hezeyanlarda görülen “ben üstün bir ırka aidim” şeklindeki ifadeleri içeren tepkisel hatta faşist denilecek bir kutuptan, devrimci bir kutba doğru sıra dışı geçişlerde yatar. Rimbaud’nun olumlamasına bakalım mesela: “ben ebediyen bir aşağı ırka mensubum”. Bir takım saçma sapan ana-baba hikayelerine değinmeden önce tarihi içermeyen hezeyan yoktur. Hezeyanın tarihsel referanslarını tanımadığımız, simgesel ve imgesel baba arasındaki döngüler etrafında dönüp durduğumuz, sadece aile işlerinden söz ettiğimiz sürece, en geleneksel psikiyatrinin boyunduruğu altında kalırız.

Soru: Dilbilimsel çalışmalar şizofrenik dili yorumlamak açısından yararlı mıdır?

F.G: Dilbilim halen gelişmekte olan, halen kendi içinde arayışını sürdüren bir bilim dalıdır. Meşru olmayan,belki aceleyle oluşturulmuş bir takım kavramları kullanması söz konusudur. Özellikle de, bizim alanımıza yansıyan bir nosyondan söz etmek gerekir. Gösteren nosyonu.. Dilbilimciler açısından bu nosyonun bazı sorunları olduğunu düşünüyoruz. Psikanalist bakımından nosyonun sorunları daha az, ancak olgunlaştırılması gerekiyor. Çağdaş toplumlarımızın sorunlarıyla karşılaşıldığında, geleneksel kültürel bölünmelerin, örneğin toplumbilimleri, doğa bilimleri , (son birkaç yıldır moda olan) bilimcilik ve siyasal sorumluluk arasındaki bölünmelerin sorgulanması gerekmektedir. Özellikle 68 Mayıs’ından sonra bu ayrımları gözden geçirmek önemli bir gereksinim haline geldi. Biliyorsunuz, çeşitli disiplinler bugüne kadar birbirlerinin özerkliğine bir tür saygı göstererek geçinip gittiler. Psikanalizcilerin, politikacıların ve diğerlerinin kendilerine ait reçeteleri var. Bu bölünmüşlüğü gözden geçirme ihtiyacı bir ekletizm ve her şeyi birbirine karıştırma adına duyulmuyor. Bunun gibi, şizofrenin değişik alanlara kaydedilmesi elbette bir karmaşa doğurur.
Ancak bu onun yaşamında karşı karşıya kaldığı gerçekliğin gereğidir. Şizofren zaten bu gerçekliğin, hiç bir epistemolojik kesinlik olmadan – onu bir düzeyden bir başkasına, bir semantik ve sözdizimsel sorgulamadan, tarih ve ırk gibi konuların gözden geçirilmesine kadar- çekim alanı içindedir. Böylece, toplumbilimleri veya siyaset düzeyinde etkinlik gösteren insanlar belli bir anlamda kendilerini “şizofren haline getirmek” ihtiyacı duymalıdırlar. Burada yanıltıcı şizofren imajından söz etmiyorum. Bilindiği gibi, bu yanıltıcı imaj bizi, bir baskı girdabı içinde gördüğü şizofrenin kendi içine dönük bir “otistik” olduğuna inandırmaya çalışmaktadır. Ben şizofrenik olmalıyız derken, başka bir şeyi kast ediyorum. Şizofrenin alanlar arasında gezinebilme kapasitesine bizim de sahip olmamız gerektiğini söylemek istiyorum. 68 Mayıs’ından sonra sorun tam olarak şu şekilde ifade edilmişti: siyasal örgütlerdeki bürokratikleşme, devlet kapitalizmindeki bürokratikleşme gibi olguları kavramaya çalışırken, onları saplantılı davranış ve otomatik tekrarlar gibi daha uzak ve farklı olgularla birlikte ele alma yollarını mı arayacağız? Eğer böyle yapmazsak, eğer bunların farklı farklı şeyler olduklarını düşünüp, kendi çalışma alanlarımızın uzmanları olarak, kendi köşelerimizde bireysel çalışmalarımıza gömülüp kalırsak , çok geçmeden politikacıların ve toplumbilimcilerin, aynı şekilde, dünyamızdaki patlamalardan yakalarını sıyırdıklarına tanık olacağız. Öyleyse, bu çalışma alanlarının bölünmüşlüğü meselesini sorgulamamız gerekiyor. Psikanalizcilerin, dilbilimcilerin, etnologların, pedagogların kendi kendilerine tatmin olma eğilimlerini masaya yatırmalıyız. Bununla onların bilim dallarını ortadan kaldırmış olmayacağız. Aksine, daha da derinleştirmiş olacağız. Onların nesnelerini daha da değerli kılacağız. Bir takım küçük ve ayrıcalıklı gruplar tarafından 68 Mayıs’ından önce yürütülen bir dizi araştırma projesinde bu sorunlar gündeme getirildi. Ve bunlar o Bahar’ın kurumsal devriminin ön gününde en öncelikli gündem maddeleri arasında yer aldı. Psikanalizciler giderek daha çeşitli tartışmalara dahil oldular . Böylece alanlarını daha da genişletmeleri gerekli oldu. Aynısı psikiyatrlar için de geçerliydi. Bu tamamen yeni bir olgudur. Peki, bu ne anlama geliyor? Bu bir moda mıdır? Yoksa, bir takım siyasal akımların iddia ettikleri gibi, devrimci militanları hedeflerinden saptırmak mıdır amaç? Veyahut, bütün kafa karıştırıcılığına rağmen, günümüz kavramsal sisteminin derin bir revizyonuna yönelik çağrı mıdır?

Soru: Psikiyatri yeni insan bilimi, mükemmel bir insan bilimi rolünü üstlenebilir mi?

F.G: Neden şizofrenler, delilerin kendileri değil de, psikiyatri? Psikiyatri alanında çalışanların, en azından şu anda, gerçekten avant-garde olduklarını düşünmüyorum.

G.D: Dahası, başka bir disiplinden çok psikiyatrinin mükemmel olarak insan bilimi olması için bir neden yok. Niçin böyle bir şeyin olması gerekiyor ki? “Mükemmel olarak insan bilimi” nosyonu pek hoş değil. Kitapseverlik pekala mükemmel anlamda bir insan bilimi olabilir. Niçin olmasın? Metin bilimi bu rolü üstlenebilir. Gerçekte, pek çok bilim bu rolü üstlenme arzusu taşıyor. Sorun, hangisinin bu rolü mükemmel olarak üstleneceğini tayin etme sorunu değil. Sorun, devrimci olanaklarla donanmış bir çok “makinenin” bağlantısının nasıl kurulacağının bilinmesidir. Örneğin, edebi makine, psikanalitik makine, siyasal makinelerin bağlantısı gibi. Ya şimdiye kadar olduğu gibi kapitalist rejimlere belli bir adaptasyon sistemi içinde belli bir temas noktası bulacaklar. Ya da devrimci hedeflere yönelmiş gürültülü patırtılı bir birliğe ulaşacaklardır. Sorunu şu ya da bu disiplinin önceliği bağlamında değil, onların kullanışlılığı ve elverişliliği çerçevesinde ele almalıyız. Yani, ‘ne kadar kullanışlıdırlar’ sorusu önemlidir. Şimdiye kadar psikiyatri, enerjisinin kesin olarak reaksiyoner kullanımına tekabül eden, aile meseleleriyle meşguldü. Bir aile oryantasyonu içindeydi. Psikiyatri alanında çalışan bazı insanlar devrimci bir eğilim taşısalar bile bu durum değişmiyordu.

Soru: Felsefi veya bilimsel düşünce çeşitli kavramları manipüle ederek, karşıtlaştırarak işlerken, söylensel düşünce duyular dünyasından aldığı imajları çekip çevirir. Aynen Levi-Strauss’un ifade ettiği gibi. The Interpretation of Schizophrenia (1) adlı kitabında Silvano Arieti zihinsel hastanın – kavramlar üzerinde yükselen mantıkla ilişkisi olmasa da- bilinebilir bir mantığa, “tutarlı bir mantıksal sistem” e dayandığını dile getirir. Bir “paleo-lojik” ten (geçmiş zamana ait bir mantıktan – çev.) söz ederek, gerçekte bu “tutarlı mantıksal sistem”in söylensel düşünceyi, sözde ilkel toplumların “anlaşılabilir niteliklerin çağrışımı”yla işleyen düşüncesini anımsattığını ifade eder. Bu olguyu nasıl açıklayabiliriz? Şizofreni bizi kendi mantık sistemimizi bile ret etmeye iten savunmacı bir strateji midir? Eğer durum buysa, şizofrenik dilin analizi toplumsal bilimler ve kendi toplumumuzun analizi için değeri kıyaslanamaz bir araç sağlamaz mı?

G.D: Soruyu gayet iyi anladım. Hayli teknik bir soru. Guattari’nin ne düşündüğünü duymak istiyorum.

F.G: “Mantık-öncesi zihinsellik”i, yanı sıra çocuklarla zihinsel olarak hasta olanların harfiyen ayrılmasına yönelik bir daveti içeren diğer tüm bu türden ibareleri çağrıştırdığı için bu “pale-olojik” sözcüğünü sevmiyorum. Bu “pale-olojik”e nasıl yaklaşılması gerektiğini de bilmiyorum.

G.D: Bundan başka, mantık bizi ilgilendiren bir kavram değildir. Öylesine boş bir terim; her şey mantıktır, hiçbir şey de mantıktır. Sorunuzun teknik bulduğum kısmına gelince.. Şizofreni, sözde ilkel toplumlar, çocuklar hakkındaki sorunun gerçekten bir anlaşılabilir nitelikler mantığı sorunu olup olmadığını sorgulamak isterim.

Üzerinde konuştuğumuz konuyla örtüştüğünü de pek sanmıyorum. Burada bana çarpıcı gelen, “anlaşılabilir niteliklerin mantığı” gibi bir formülasyonun çok kuramsal olduğunun birilerince kolayca unutulmakta olmasıdır. İhmal ettiğimiz şey, “saf yaşanmış deneyim”dir. İster çocuğun, isterse ilkelin ya da şizofrenin yaşanmış deneyimden söz ediyor olalım, buradaki “yaşanmış deneyim” anlaşılabilir nitelikler demek değildir. Yaşanmış deneyim “ yoğundur” : Hissediyorum… “Hissediyorum” demek içimde bir şey oluyor, bir yoğunluğu yaşıyorum demektir. Bu yoğunluk anlaşılabilir niteliklerle aynı şey değildir. Gerçekten de bütünüyle farklı bir şeydir. Şizofrenlerde bu hep olur. Bir şizofren “bir kadın olmakta olduğumu hissediyorum” veya “bir tanrı olmakta olduğumu hissediyorum” diyebilir. Anlaşılabilir niteliklerin bununla bir ilişkisi yoktur. Arieti’nin bir anlaşılabilir nitelikler düzeyinde kalmış olduğu görülüyor. Ancak bu şizofrenin söylediğiyle hiç bağdaşmaz. Şizofren “kadın olmakta olduğumu hissediyorum”, “Tanrı olmakta olduğumu hissediyorum” “Joan Darc olmakta olduğumu hissediyorum” derken gerçekte söylemek istediği nedir? Şizofreni şok edici ve çok ama çok keskin bir deneyimdir. Gönülsüz bir deneyimdir. Yoğun yaşanan, yoğunlukların geçiş yaptığı bir deneyim. Şizofren “kadın olmakta olduğumu hissediyorum”, “Tanrı olmakta olduğumu hissediyorum” dediğinde, vücudu bir yoğunluk eşiğinden geçmektedir. Biyologlar yumurtadan söz ederler. Şizofrenin vücudu da bir tür yumurtadır; katatonik beden yumurtadan başka bir şey değildir. Şizofrenin “Tanrı olmakta olduğumu hissediyorum” “kadın olmakta olduğumu hissediyorum” demesi, biyologun bir eğimi, bir yoğunluk eşiğini aşma adını verdiği şeye çok benzer. Bir şizofren halen onu aşmaktadır. Üstünden, ötesinden, berisinden geçiş yapıyordur. Tüm mesele, geleneksel analizin bunu görmekte başarısız olmuş olmasıdır. Onun için şizofreni üzerine yapılmakta olan farmakolojik araştırma, bugün çok az bir kullanımı olmasına rağmen, çok daha zengin olabilirdi. Farmakolojik araştırmalar ve ilaç araştırmaları sorunu metabolizmanın yoğunluğundaki değişimler bağlamında koyarlar. “Hissediyorum” geçiş yapan duyuşlar ve yoğunluk dereceleri ışığında ele alınmalıdır. Böylece bizim kavrayışımızla, çalışmasına saygı duyduğumuz Arieti’ninki arasındaki fark, bizim şizofreniyi yoğun deneyim bağlamında ele alıyor olmamızdan kaynaklanır.

Soru: Şizofrenik söylemin “bilinebilirliği”yle kast ettiğiniz şey nedir?

F.G: O söylemin tutarlılığının, diyelim ki, ussal bir ifade düzeninden mi, yoksa bir semantik düzenden mi, veyahut bizim makinesel dediğimiz bir düzenden mi çıktığını bilmek istiyoruz. Hepimiz temsil bakımından elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz. Bu hem ifade düzeni içinde bir şeyi yeniden kurmaya çalışan bilim adamı hem de şizofren için geçerli. Fakat şizofren yeniden kurmaya çalıştığı şeyi, el altındaki emre amade araçlarla bilme olanağına sahip değildir. Bu anlamda, psikanalizin çerçevesi içinde işleri kolaylaştırmak için yapılan betimlemelerin, mesela Ödipal’in, baskıcı bir temsil oluşturduğunu söylüyoruz. Hatta psikoz ve çocukluk dönemi araştırmalarında en ileri düzeye erişmiş olan veya yoğun niceliklerin geçişi sorununu fark etmiş olan araştırmacılar bile her şeyi tekrar tekrar getirip sonunda Ödipal terimlerle ifade etmekten usanmıyorlar. Mesela ünlü bir araştırmacı, ki gerçekten önemli bir isim, Hieronymous Bosch’un baba, anne ve kutsal üçlü fikrinin bulunmadığı bir fragmanlar, küçük parçalar sonsuzluğunu kompoze eden bir manzara resmiyle ilgili olarak, işlevini yerine getirirken veya hastanın itkileri düzeyinde fark etmiş olduğu bir psikoz vakasını ele alırken hâlâ mikro-Ödipalizmden söz etmektedir. Bu böyle bir temsilin, en azından bir düzeyde, neredeyse kelimesi kelimesine tek bir egemen ideolojiden alındığının göstergesidir.

Soru: Şizofrenik dilde tipik değişimler husule gelmektedir. Benzer değişimlerin belli toplumsal kategorilere özgü dilde (örneğin askeri ve siyasal dilde) de olduğu söylenebilir mi?

F.G: Elbette.Bugün militan siyasal eylemcilerin “para-firenik” askeri dilinden söz edebiliriz. Bunu daha genişletmemiz gerekiyor. Psikiyatristler, psikanalizciler ve araştırmacı bilim insanlarının kullandıkları kategoriler bir temsili bir kapatma (closure) diline dayanır. Öyle ki, arzulayan-makinelerin üretiminden kaçan her şey her zaman gerisin geriye yeniden – düalist kategorilere ve düzeylerin daimi bir ayrımına sürekli bir geri dönüşle- sınırlayıcı, dışlayıcı sentezlere yönlendirilir. Epistemolojik bir reform bu durumu yeniden şekillendirmek için yeterli olmayacaktır. Bu sınıf savaşımı içinde rol oynayan güçler sistemiyle de ilgili bir sorundur. Belli bir grup psikanalizciye veya araştırmacıya daha dikkatli olmalarını hatırlatmanın bir yararı olmayacaktır. Burada sorun, soyutlanmış bir sistem değil, ister arzuyla veya devrimci savaşımla, isterse bilim ya da endüstriyle ilişkili olsun, toplumsal mekanizmaların bütünsel dinamiğidir. Madem ki söz konusu olan bu bütünsel dinamiktir, öyleyse, onun kendi yeni modellerini, toplumsal gruplarını ve üzerinde uzlaşma sağlanmış çeşitli ifadelerini geliştirmek gerekir. Bu noktada kendi kendimize politikacıların, bilim adamlarının ve askeri söylemin gerçekte bir tür anti-üretim, söylem düzeyinde işleyen bir baskılama işlevi olup olmadığını sormalıyız. Bu baskılamanın hedefi – aslında durdurulamaz olan- sorgulama çabasını durdurmaktır. Sorgulama durdurulamaz ve sınırları aşar, şeylerin gerçek hareketi içinden yansır.

Soru: Nietzsche, Artaud, Van Gogh, Roussel, Campana : bu vakalarda zihinsel hastalık ne anlama gelmektedir?

G.D: Çok şey ifade etmektedir. Jaspers ve daha yakın zamanda Laing –yanlış anlaşılmış olsalar da- bu konuda meselenin özüne nüfuz eden şeyler söylediler. Kısaca, delilik denen şeyin iki boyutu içerdiğini dile getirdiler: Yıkıp, aşıp geçme boyutu. Tıpkı ani bir ışık çakışı gibi. Bir duvarı alaşağı ederek aşmak gibi. Diğeriyse, bundan çok farklı bir boyut. Buna çöküş denebilir. Van Gogh’un bir mektubunu hatırlıyorum. Şöyle yazıyordu: “ Bu bir duvarı alaşağı ederek aşmak sorunudur”. Ama bir duvarı bu şekilde aşmak çok zordur. Bu iş çok sert ve acımasız bir şekilde yapıldığında, kişi kendi kendisini de parça parça eder. Alaşağı eder. Çökertir. Van Gogh devam ediyor : “Ben duvarı yavaş yavaş ve sabırla, adeta eğeyle altını kazarak yıkmaya çalışıyorum.” Böylece bir yandan “duvar yıkılıyor” ve diğer yandan da olası “çöküş”… Jaspers şizofrenik süreçten söz ettiğinde, bu iki öğenin birlikteliğini vurgulamaktadır : bir tür zorla giriş, ifadesi bile mümkün olmayan bir şeyin, toplumlarımızda bastırılmış olduğu için sadece güçlükle bahsedilebilen (dolayısıyla bir çöküş riskini de içinde taşıyan) bir şeyin çıkıp gelmesi. Burada artık hareket etmeyen, yıllarca hareketsiz kalan otistik şizofreni görmekteyiz. Nietzsche, Van Gogh, Artaud, Roussel, Campana vb vakalarda elbette iki öğe birlikte varolmaktadırlar. Bir aşıp geçme, duvarı yıkıp geçme var. Van Gogh, Nerval ve diğerleri gösteren duvarını, “Anne-Baba” sisteminin duvarını yıkıp geçerek bu noktanın ötesine doğru yolculuğa çıktılar. Bizimle geleceğimizin sesi olan bir sesle konuştular. Ancak ikinci öğe, yani çöküş riski de bu süreç içinde bulunmaktadır. Kimse bunu hafife almamalıdır. Bu yıkıp geçme her zaman bir tür çöküşle birlikte gerçekleşebilir. Bunu temel bir tehlike olarak görmeliyiz. İki öğe birbiriyle bağlantılıdır. Artaud’nun şizofren olmadığını söylemek anlamsızdır. Hatta aptallıktır, utanmazlıktır. Elbette, Artaud bir şizofrendi. O yıkıp geçme işini parlak bir biçimde başarmıştı. Ama ne pahasına ? Bedel, şizofrenik tanımını kullanmamıza neden olan çöküştü. İki şey, “yıkıp geçme” ve “çökme” aynı şeyler değil. Bunlar iki farklı momenttir. Bu süreçlerde çökme tehlikesini önemsememek sorumsuzluktur. Hatta belki bu riske değse de..

Soru: Bir psikiyatrik klinikte, klinik yöneticisinin yasağı hilafına yıllardan beri derin katatonik durumdaki ( tek kelime etmeden, jestsiz, hareketsiz yaşayan) bir hastanın odasında kağıt oynamayı alışkanlık haline getirmiş bulunan stajyer doktorlar, bir gün bir oyun esnasında, yüzü o sabah hemşire tarafından pencereye doğru çevrilmiş olan hastanın aniden “yönetici geliyor!” diye bağırdığına tanık olmuşlardı. Bundan sonra hasta yeniden o eski sessizliğine gömülmüş ve birkaç yıl sonraki ölümüne değin tek kelime etmemişti. Onun dünyaya mesajı “yönetici geliyor!” olmuştu.

G.D: Çok güzel bir hikaye. Bizim yeni şizo-analizin ışığında, hastanın “yönetici geliyor!” ifadesinin ne anlama geldiğini araştırmak gibi bir görevimizin olmaması gerekiyor. Ancak burada kendimize sormamız gereken soru şu olmalıdır : Ne oldu da bu otistik hasta tekrar bütünüyle içe, kendi vücuduna döndü? Çok kısa bir süre için de olsa yöneticinin geliyor olmasıyla bağlantılı olarak amaçlarına hizmet eden küçük bir makineyi oluşturabildi?

F.G: Anladığım kadarıyle , bu hikayede hastanın gerçekten yöneticiyi görüp görmediği bilinmiyor. Eğer hasta onu görmemişse, hikaye daha anlamlı hale gelir. Stajyerlerin onun odasında kağıt oynamaları, yöneticinin yasağını ihlal etmeleri aslında alışılmış olan işlerde bir değişiklik meydana getiriyor. Stajyerlerin bu edimi hastanın yöneticinin hiyerarşik figürüyle ilgili bir uyarıda bulunmasına ve böylece basitçe durumun analitik bir yorumunu yapmasına neden olmuş olabilir.

Bu hikayede, hastanın bağırışı psikolojik aktarımın (transference), analitik işlevin aktarımın iyi bir örneğini temsil eder. Burada durumun yapısını yorumlayan psikanalizci ya da psiko-sosyolog veya benzer bir konumdaki biri değildir. Gerçek bir bağırış, bir tür dil kayması, bir ağzından kaçırma durumu…Öyle ki, şizofrenin kendisinin değil, diğerlerinin, bir takım önlemler alarak kağıt oynamaları gereken oyuncuların hastanın yanında içine düştükleri yabancılaşmayı yorumluyor.

Soru: Evet, ama hasta ağzından bağırış çıktığı anda, yöneticiyi hiç görmemiş olsa bile kendisinin farkında.

F.G: Farkında mı? Bundan emin değilim. Pencerenin önünden bir kedinin ya da başka bir şeyin geçtiğini de görmüş olabilirdi. Kurumsal psikoterapi pratiğinde, tümüyle kendi içinde kaybolmuş bir şizofrenin aniden sizin özel yaşamınız hakkında inanılmaz ayrıntılar vermeye başladığı vakalar iyi bilinir. Hatta öyle ki, siz hakkınızdaki bu ayrıntıların biri tarafından bilinebileceğini tahayyül bile edemeyebilirsiniz. Hem de bunu zalimce yapabilirler. Kesinlikle gizli kalması gerektiğine inandığınız hakikatlerinizi tokat gibi açıkça suratınıza çarpa bilirler. Bu noktada, onun için giz diye bir şey yoktur. Şizofren içinize şimşek gibi dalar. Doğrudan kendi öznel sisteminde bir diziler bütünlüğü oluşturan o bağlantılar üzerinde odaklanır. Kendisini bir “kahin” konumuna yerleştirir. Oysa, mantıkları, sözdizimleri, ilgileri içinde donmuş bireyler bütünüyle kördürler.

Çeviren: Kamil Park
http://www.kamilpark.com/?p=64 adresinden alınmıştır.
* G.Deleuze, Desert Islands and Other Texts 1953-1974, sayfalar :232-241

Yorumlar

  1. "Oysa, mantıkları, sözdizimleri, ilgileri içinde donmuş bireyler bütünüyle kördürler."

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aksiyomatik Nedir? - Alberto Toscano

Aksiyomatik, Deleuze ve Guattari tarafından, Bin Yayla ’da çağdaş kapitalizmin evrensel tarih içindeki işleyişini ve genel semiyolojisini tanımlamak için kullanılan kavramdır. Bilim ve matematiksel küme teorisinden kök alan aksiyomatik, birlikte çalıştığı terimlerin tanımlarını sağlamaya ihtiyaç duymayan ama bunun yerine verilmiş bir alandaki emirler ile kısmi norm veya buyrukların (aksiyomların) eklenmesi ve çıkarılması yöntemini ifade eder. Aksiyomlar böylece doğaları belirlenmeye ihtiyaç duyulmayan öğeler ve ilişkiler üzerinde işler. Onlar, uygulanmalarının alanlarının özellik veya niteliklerine kayıtsızdırlar ve nesnelerine, tamamen işlevsellermiş gibi, tercihen asıl özlerinden niteliksel olarak farklılaşmışlar gibi muamele eder. Aksiyomlar sırayla, belirli ampirik veya maddi durumlara uygulanan teoremlere veya gerçekleşim modellerine eşlik etmektedir.  Eğer akışları (ve onların kesim ve kırılmalarını) Deleuze ve Guattari’nin transandantal mataryalizminin temel bileşeni olarak

Köksap Nedir? - Felicity J. Colman

Köksap, nesnelerin, mekânların ve insanların en farklı ve en özdeş olanları arasında meydana gelen bağıntıları tanımlar; insanları birbirine bağlayan tuhaf olay zincirleri gibi: “ayrılığın altı adımı” [1]  hissi, “daha önce de buradaydım sanki” duygusu ve bedenler düzenlemeleri. Deleuze ve Guattari’nin “köksap” [ rhizome ] kavramı, “rhizo”nun biçimleri kombine etmek anlamına gediği ve biyoloji terimi olan "rhizome"un, kendini yatay yumru-biçimli kökü boyunca yayabilen ve yeni bitkiler geliştirebilen bir bitki formunu betimlediği etimolojik anlamından çekip çıkartılır. Bu terimin Deleuze ve Guattari’deki kullanımında köksap, şebeke biçimli, ilişkisel ve çapraz bir düşünme sürecini ve bu haritanın sabit bir varlık olarak inşasını "takip etmeyen" bir var olma biçimini haritalayan bir kavramdır (D&G 1987: 12). Kökenleri ile tek tek temellerinin izini süren bedenler ile fikirlerin düzen verilmiş soyları "ağaç biçimli düşüncenin" formları görülür ve epistem

"Hüzün geriye kalandır. Biraz blues dinleyin benim için…

Sık sık ölümün bilgisine asla sahip olamayacağımızı, çünkü asla tecrübe edemeyeceğimizi hatırlatırdı Ulus. O nedenle ancak bir başkası aracılığıyla tecrübe edebiliriz ölümü, başkasının ölümüyle bilmeye çalışabiliriz. Herkes bir şeyler yitirdi Ulus'un aramızdan ayrılmasıyla. Kimi anlaşılmaz ama değerli bulduğu bir yazarı hatırladı, kimi bir özgürlük hayaletini, kimi bir güzel meleği, kimi kendini özür borçlu hissettiği bir dostunu. Bir başkasının ölümü, yitirilenin bilgisi, yitimin hatırlattıkları... Biz ise onu kaybettiğimiz gerçeğinin ağırlığı yavaş yavaş üzerimize çökerken, bırakın anlamayı, tecrübe ettiğimiz yitimi tarif etmeye çabalamaktan bile aciz hissediyoruz. Ulus bir başkası degildi bizim için, bedenimizin bir parçasıydı. Kendimizi eksilmiş, azalmış, kırılmış hissediyoruz. Yokluğu bizi suskunlaştırıyor... Suskunluğu kabullenebiliriz, sessiz kalmayı biliriz, derdimiz bu değil. Şu an sözümüz yok ama, nasıl olsa kendi geçmişimize her baktığımızda onu da göreceğiz.