Vittorio Marchetti:
Anti-Oedipus adlı kitabınızın alt başlığı Kapitalizm ve Şizofreni. Niçin? Sizin
çıkış noktasını oluşturan temel fikirler nelerdi?
![]() |
Boy With Machine - Richard Lindner |
Guattari ve ben arzunun sadece “üretim” kategorisine
referans verilerek anlaşılabileceği fikrinden hareket ettik. Arzunun kendi
içinde üretim olduğunu görmek gerekliydi. Arzu bir eksikliğe dayanmaz, bir
şeyden yoksun olmak değildir. Herhangi bir yasaya da bağlı değildir. O üretir.
Tiyatro değildir. Oedipus gibi bir fikir, bir teatral temsil bilinçdışının
anlamını çarpıtır ve arzu hakkında bir şey anlatmaz. Oedipus arzulayan üretim
üzerindeki toplumsal baskının sonucudur. Hatta çocuk düzeyinde bile arzu
Oedipal değildir. Bir mekanizma olarak işler. Küçük makineler üretir. Şeyler
arasında bağlantılar kurar. Başka bir ifadeyle, belki de arzu devrimcidir. Bu
onun devrim arzuladığı anlamına gelmemelidir. Burada daha ziyade bir şey var.
O, toplumsal yapı içine girdiğinde, şeyleri patlatma, toplumsal dokuyu bozma
yeteneğine sahip makineler kurması dolayısıyla doğası gereği devrimcidir. Diğer
taraftan, geleneksel psikanaliz bütün bu olup biteni bir tür tiyatro sahnesine
iter. Bu, insan varlıklarına, fabrikaya, üretime ait bir şeyin bir Comedie
Française gösterisine dönüştürülmesine benzer. Kısacası, bizim çıkış noktamız
şudur: bilinçdışı küçük arzu makinlerinin, arzulayan makinelerin üreticisidir.
Soru: Neden
kapitalizm ve şizofreniden söz ediyorsunuz?
Felix Guattari:
Uçlara vurgu yapmak için. İnsan varoluşunun bütün görünümleri en soyut
kategorilerle ilişkilidir. Bir tarafta kapital, ve diğer uçta da, ya da daha
doğrusu, anlamsızlığın öteki ucunda da , delilik,( daha da somutlaştırmak için)
delilik içinde de şizofreni. Bize öyle geliyor ki, bu iki kutup arasında ortak
anlamsızlık nitelikleri dolayısıyla bir bağ vardır. Söz konusu olan, sadece
modern toplumun insan varlıklarını deliliğe teşvik ettiğinin saptanmasına
yönelik olumsal bir ilişki değildir. Bunun ötesinde, yabancılaşmayı kavramak
bağlamında, kapitalist sistemin kontrolündeki birey tarafından tecrübe edilen
baskıyı görmek, artı-değerin temellükü siyasetinin gerçek anlamını kavramak
için şizofreniyi yorumlamakta kullanılan kavramlardan yararlanmak istedik. Bu
iki kutbu inceledik. Tabii, gerek nevrozlara yaklaşım tarzlarından, gerek
çocukluğu çalışma biçimlerinden, gerekse de ilkel toplumları inceleme
şekillerinden söz ederken yaptığımız gibi, arada bulunan terimlere de
başvurmamız gerekiyordu. Toplumsal bilimlerle ilgili bütün konular incelemeye
tabi tutuldu. Fakat toplumsal bilimler arasında bir birliktelik tesis etmekten,
onları birbirlerine bağlamaktan çok, kapitalizm ve şizofreniyi ilişkilendirmeye
koyulduk. Böylece biz bir alandan ötekine geçmeyi değil, bütün alanlar
sistemini kucaklamaya çalışıyorduk.
Soru: Araştırmanızın temelindeki somut deneyimler nelerdir? Bu araştırmadan çıkan pratik sonuçların hangi alanlarda, ve hangi araçlarla elde edildiğini düşünüyorsunuz?
F.G: Temel
psikiyatri ve psikanaliz pratiğidir. Daha özelde de, psikoz çalışmasıdır. Bizim
izlenimimiz şu olmuştur: bağlantılar, betimlemeler, Freudcu kuram, ve
psikiyatri zihinsel hastalıkta gerçekten olup biteni izah etmek bakımından
yeterli değildir. Bu yetersizlik son zamanlarda görülür hale gelmiştir.
Zihinsel hastalığı dinlemenin belli bir yolu olarak mevcuttur. Freud
kavramlarını, en azından başlangıçta, nevrozları, özellikle de, histeriyi
inceleyebilmek gayesiyle geliştirdi. Ömrünün sonlarına doğru, Freud psikozları
ele almak için başvurabileceği bir yöntem ve aracının olmamasından yakınmıştır.
Psikozlulara yaklaşımı tamamen arızî ve dışsal olabilmişti. Şunu da eklememiz
gerekir ki, şizofreni baskıcı hastanede müşahede sistemleri (repressive systems
of hospitalization) çerçevesi içinde ele alınamaz. Sadece deliliklerinin özünü
ifade etmelerini engelleyen bir sistem içinde yakalanan delilere ulaşılabilir.
Onlar sadece maruz kaldıkları ve katlanmaya zorlandıkları baskıya tepkiyi ifade
ederler. Buradan, psikanalizin psikozlara yöneldiğinde hemen hemen olanaksız
hale geldiği sonucu çıkıyor. Ve psikozlu baskıcı hastane sistemi içinde kaldığı
sürece bu durum değişemiyor. Psikoz vakasına nevroz tanımlarını uygulamaktansa,
biz bu işlemi ters çevirmeye çalıştık. Yani, nevrozu psikozla temastan çıkan
göstergelerin ışığında yeniden ele aldık.
G.D: Biz işe bir
bilgiyle değil, kelimenin tam anlamında bir izlenimle, psikanalizde bir
şeylerin yanlış gittiğine dair bir izlenimle başladık. Onun kendi etrafında
dönüp duran nihayetsiz bir anlatı haline gelmiş olduğuna dair bir izlenimdi bu.
Örnek olarak psikanalitik tedaviyi alalım. Bu tedavi hasta ve hekimin yapılan
bütün ayarlamalara rağmen bir döngü içinde dönüp durdukları sonsuz bir
süreçtir. Bu döngü Ödipal bir döngüdür. Daima “devam et, anlat” der, ve özne de
her zaman anne ve babadır. Referans hep bir Ödipal eksendir. Öznenin gerçek bir
anne ve baba olmadığının, daha yüksek bir yapı, basitçe hayal ürünü ve
uydurulmuş olmayan, bir simgesel düzen olduğunun söylenmesinin faydası yoktur.
Hastalar anne ve babaları hakkında konuşmaya devam ederlerken, hekimler de
onları dinlemeyi sürdürürler. Bunlar ömrünün sonunda Freud’un bizzat ve çok
karamsar bir şekilde önüne koyduğu sorunlardı. Psikanalizde bir şeyler
yanlıştı. Bir şeyler işlemiyordu. Freud psikanalizin bir yere götürmeyen bir
anlatı ve nihayetsiz bir tedavi olduğunu düşünüyordu. Bu işin yeniden ele
alınması gerektiğini söyleyen ilk kişi ise Lacan’dı. O bu sorunu Freud’a derin
bir geri dönüşle çözmeye çalıştı. Fakat biz psikanalizin sonsuz bir şekilde
Ödip figürüyle temsil edilen aile döngüsü adını verdiğimiz şey etrafında dönüp
durduğu izleniminden hareket ettik. Bu noktada, yöntemlerini ne kadar
değiştiriyor olsa da, psikanalizin hâlâ en klasik psikiyatrinin yolunu izliyor
olması çok endişe vericidir.
Michel Foucault hayranlık uyandıracak bir şekilde bu noktaya
temas etmişti. Delilik ve aile arasında temel bir bağın kurulması 19.
yüzyıldadır. Sonra psikanaliz bu bağlantıyı yeniden yorumladı. Ancak burada
çarpıcı olan, bu bağlantının hâlâ sürüyor olmasıdır. Hatta yeni ve devrimci bir
yol izleyen anti-psikiyatri bile bu delilik ve aile arasındaki bağlantıyı
korumaktadır. Bir aile psikoterapisinden söz edilmektedir. Yani, insanlar hâlâ
zihinsel bozuklukların temel referanslarını anne-babalı aile yapılarında
aramaktadırlar. Hatta bu yapılar simgesel bir biçimde, yani simgesel anne ve
babanın işlevleri olarak yorumlandıklarında bile değişen bir şey olmamaktadır.
Herhalde, alışkanlık olduğu üzere, Schreber adını verdiğimiz
delinin yazdığı örnek metni herkes biliyordur.Schreber’in anıları -burada onun
bir şizofren veya paranoid olarak görülmesinin çok fazla bir önemi yoktur- bir
tür ırksal, ırkçı, tarihsel hezeyan içerir. Schreber kıtalar, kültürler ve
ırklar konusunda hezeyan içindedir. Bu siyasal, tarihsel ve kültürel içeriğiyle
şaşırtıcı bir hezeyandır. Ancak, Freud’un yorumunu okumaya başladığımızda, onun
bütün bu görünümü kaybolur. Schreber’in hiç değinmediği bir babaya referans
verilerek onun şaşırtıcı içeriğinin göz ardı edildiğini görürüz. Psikanalistler
bize, babanın, Schreber ona hiç değinmemiş olduğundan dolayı önemli olduğunu
söylemektedirler. Bizim bunlara yanıtımız şudur: biz bugüne kadar, daha
başlangıçtan itibaren ırk, ırkçılık, siyasetten söz etmeyen, bütün yönleriyle
tarihten hareket etmeyen, kültürü içermeyen, kıtalara, krallıklara ve saire
değinmeyen bir şizofrenik hezeyan görmedik. Hezeyan sorununun aileyle
bağlantılı olmadığını, ve anne ve babayla (eğer tamamen ilgisiz değilse) ancak
ikincil olarak ilgili olduğunu vurgulaya geldik. Gerçek hezeyan sorunu, bütün
paranoyid hezeyanlarda görülen “ben üstün bir ırka aidim” şeklindeki ifadeleri
içeren tepkisel hatta faşist denilecek bir kutuptan, devrimci bir kutba doğru
sıra dışı geçişlerde yatar. Rimbaud’nun olumlamasına bakalım mesela: “ben
ebediyen bir aşağı ırka mensubum”. Bir takım saçma sapan ana-baba hikayelerine
değinmeden önce tarihi içermeyen hezeyan yoktur. Hezeyanın tarihsel
referanslarını tanımadığımız, simgesel ve imgesel baba arasındaki döngüler
etrafında dönüp durduğumuz, sadece aile işlerinden söz ettiğimiz sürece, en
geleneksel psikiyatrinin boyunduruğu altında kalırız.
Soru: Dilbilimsel
çalışmalar şizofrenik dili yorumlamak açısından yararlı mıdır?
F.G: Dilbilim
halen gelişmekte olan, halen kendi içinde arayışını sürdüren bir bilim dalıdır.
Meşru olmayan,belki aceleyle oluşturulmuş bir takım kavramları kullanması söz
konusudur. Özellikle de, bizim alanımıza yansıyan bir nosyondan söz etmek
gerekir. Gösteren nosyonu.. Dilbilimciler açısından bu nosyonun bazı sorunları
olduğunu düşünüyoruz. Psikanalist bakımından nosyonun sorunları daha az, ancak
olgunlaştırılması gerekiyor. Çağdaş toplumlarımızın sorunlarıyla
karşılaşıldığında, geleneksel kültürel bölünmelerin, örneğin toplumbilimleri,
doğa bilimleri , (son birkaç yıldır moda olan) bilimcilik ve siyasal sorumluluk
arasındaki bölünmelerin sorgulanması gerekmektedir. Özellikle 68 Mayıs’ından
sonra bu ayrımları gözden geçirmek önemli bir gereksinim haline geldi.
Biliyorsunuz, çeşitli disiplinler bugüne kadar birbirlerinin özerkliğine bir
tür saygı göstererek geçinip gittiler. Psikanalizcilerin, politikacıların ve
diğerlerinin kendilerine ait reçeteleri var. Bu bölünmüşlüğü gözden geçirme
ihtiyacı bir ekletizm ve her şeyi birbirine karıştırma adına duyulmuyor. Bunun
gibi, şizofrenin değişik alanlara kaydedilmesi elbette bir karmaşa doğurur.
Ancak bu onun yaşamında karşı karşıya kaldığı gerçekliğin
gereğidir. Şizofren zaten bu gerçekliğin, hiç bir epistemolojik kesinlik
olmadan – onu bir düzeyden bir başkasına, bir semantik ve sözdizimsel
sorgulamadan, tarih ve ırk gibi konuların gözden geçirilmesine kadar- çekim
alanı içindedir. Böylece, toplumbilimleri veya siyaset düzeyinde etkinlik
gösteren insanlar belli bir anlamda kendilerini “şizofren haline getirmek”
ihtiyacı duymalıdırlar. Burada yanıltıcı şizofren imajından söz etmiyorum.
Bilindiği gibi, bu yanıltıcı imaj bizi, bir baskı girdabı içinde gördüğü
şizofrenin kendi içine dönük bir “otistik” olduğuna inandırmaya çalışmaktadır.
Ben şizofrenik olmalıyız derken, başka bir şeyi kast ediyorum. Şizofrenin
alanlar arasında gezinebilme kapasitesine bizim de sahip olmamız gerektiğini
söylemek istiyorum. 68 Mayıs’ından sonra sorun tam olarak şu şekilde ifade
edilmişti: siyasal örgütlerdeki bürokratikleşme, devlet kapitalizmindeki
bürokratikleşme gibi olguları kavramaya çalışırken, onları saplantılı davranış
ve otomatik tekrarlar gibi daha uzak ve farklı olgularla birlikte ele alma
yollarını mı arayacağız? Eğer böyle yapmazsak, eğer bunların farklı farklı
şeyler olduklarını düşünüp, kendi çalışma alanlarımızın uzmanları olarak, kendi
köşelerimizde bireysel çalışmalarımıza gömülüp kalırsak , çok geçmeden
politikacıların ve toplumbilimcilerin, aynı şekilde, dünyamızdaki patlamalardan
yakalarını sıyırdıklarına tanık olacağız. Öyleyse, bu çalışma alanlarının
bölünmüşlüğü meselesini sorgulamamız gerekiyor. Psikanalizcilerin,
dilbilimcilerin, etnologların, pedagogların kendi kendilerine tatmin olma
eğilimlerini masaya yatırmalıyız. Bununla onların bilim dallarını ortadan
kaldırmış olmayacağız. Aksine, daha da derinleştirmiş olacağız. Onların
nesnelerini daha da değerli kılacağız. Bir takım küçük ve ayrıcalıklı gruplar
tarafından 68 Mayıs’ından önce yürütülen bir dizi araştırma projesinde bu
sorunlar gündeme getirildi. Ve bunlar o Bahar’ın kurumsal devriminin ön gününde
en öncelikli gündem maddeleri arasında yer aldı. Psikanalizciler giderek daha
çeşitli tartışmalara dahil oldular . Böylece alanlarını daha da genişletmeleri
gerekli oldu. Aynısı psikiyatrlar için de geçerliydi. Bu tamamen yeni bir
olgudur. Peki, bu ne anlama geliyor? Bu bir moda mıdır? Yoksa, bir takım
siyasal akımların iddia ettikleri gibi, devrimci militanları hedeflerinden
saptırmak mıdır amaç? Veyahut, bütün kafa karıştırıcılığına rağmen, günümüz
kavramsal sisteminin derin bir revizyonuna yönelik çağrı mıdır?
Soru: Psikiyatri yeni insan bilimi, mükemmel bir insan
bilimi rolünü üstlenebilir mi?
F.G: Neden
şizofrenler, delilerin kendileri değil de, psikiyatri? Psikiyatri alanında
çalışanların, en azından şu anda, gerçekten avant-garde olduklarını
düşünmüyorum.
G.D: Dahası,
başka bir disiplinden çok psikiyatrinin mükemmel olarak insan bilimi olması
için bir neden yok. Niçin böyle bir şeyin olması gerekiyor ki? “Mükemmel olarak
insan bilimi” nosyonu pek hoş değil. Kitapseverlik pekala mükemmel anlamda bir
insan bilimi olabilir. Niçin olmasın? Metin bilimi bu rolü üstlenebilir.
Gerçekte, pek çok bilim bu rolü üstlenme arzusu taşıyor. Sorun, hangisinin bu
rolü mükemmel olarak üstleneceğini tayin etme sorunu değil. Sorun, devrimci
olanaklarla donanmış bir çok “makinenin” bağlantısının nasıl kurulacağının
bilinmesidir. Örneğin, edebi makine, psikanalitik makine, siyasal makinelerin
bağlantısı gibi. Ya şimdiye kadar olduğu gibi kapitalist rejimlere belli bir
adaptasyon sistemi içinde belli bir temas noktası bulacaklar. Ya da devrimci
hedeflere yönelmiş gürültülü patırtılı bir birliğe ulaşacaklardır. Sorunu şu ya
da bu disiplinin önceliği bağlamında değil, onların kullanışlılığı ve
elverişliliği çerçevesinde ele almalıyız. Yani, ‘ne kadar kullanışlıdırlar’
sorusu önemlidir. Şimdiye kadar psikiyatri, enerjisinin kesin olarak
reaksiyoner kullanımına tekabül eden, aile meseleleriyle meşguldü. Bir aile
oryantasyonu içindeydi. Psikiyatri alanında çalışan bazı insanlar devrimci bir
eğilim taşısalar bile bu durum değişmiyordu.
Soru: Felsefi
veya bilimsel düşünce çeşitli kavramları manipüle ederek, karşıtlaştırarak
işlerken, söylensel düşünce duyular dünyasından aldığı imajları çekip çevirir.
Aynen Levi-Strauss’un ifade ettiği gibi. The Interpretation of Schizophrenia
(1) adlı kitabında Silvano Arieti zihinsel hastanın – kavramlar üzerinde
yükselen mantıkla ilişkisi olmasa da- bilinebilir bir mantığa, “tutarlı bir
mantıksal sistem” e dayandığını dile getirir. Bir “paleo-lojik” ten (geçmiş
zamana ait bir mantıktan – çev.) söz ederek, gerçekte bu “tutarlı mantıksal
sistem”in söylensel düşünceyi, sözde ilkel toplumların “anlaşılabilir
niteliklerin çağrışımı”yla işleyen düşüncesini anımsattığını ifade eder. Bu
olguyu nasıl açıklayabiliriz? Şizofreni bizi kendi mantık sistemimizi bile ret
etmeye iten savunmacı bir strateji midir? Eğer durum buysa, şizofrenik dilin
analizi toplumsal bilimler ve kendi toplumumuzun analizi için değeri
kıyaslanamaz bir araç sağlamaz mı?
G.D: Soruyu gayet
iyi anladım. Hayli teknik bir soru. Guattari’nin ne düşündüğünü duymak
istiyorum.
F.G:
“Mantık-öncesi zihinsellik”i, yanı sıra çocuklarla zihinsel olarak hasta
olanların harfiyen ayrılmasına yönelik bir daveti içeren diğer tüm bu türden
ibareleri çağrıştırdığı için bu “pale-olojik” sözcüğünü sevmiyorum. Bu
“pale-olojik”e nasıl yaklaşılması gerektiğini de bilmiyorum.
G.D: Bundan
başka, mantık bizi ilgilendiren bir kavram değildir. Öylesine boş bir terim;
her şey mantıktır, hiçbir şey de mantıktır. Sorunuzun teknik bulduğum kısmına
gelince.. Şizofreni, sözde ilkel toplumlar, çocuklar hakkındaki sorunun
gerçekten bir anlaşılabilir nitelikler mantığı sorunu olup olmadığını
sorgulamak isterim.
Üzerinde konuştuğumuz konuyla örtüştüğünü de pek sanmıyorum.
Burada bana çarpıcı gelen, “anlaşılabilir niteliklerin mantığı” gibi bir
formülasyonun çok kuramsal olduğunun birilerince kolayca unutulmakta olmasıdır.
İhmal ettiğimiz şey, “saf yaşanmış deneyim”dir. İster çocuğun, isterse ilkelin
ya da şizofrenin yaşanmış deneyimden söz ediyor olalım, buradaki “yaşanmış
deneyim” anlaşılabilir nitelikler demek değildir. Yaşanmış deneyim “ yoğundur”
: Hissediyorum… “Hissediyorum” demek içimde bir şey oluyor, bir yoğunluğu
yaşıyorum demektir. Bu yoğunluk anlaşılabilir niteliklerle aynı şey değildir.
Gerçekten de bütünüyle farklı bir şeydir. Şizofrenlerde bu hep olur. Bir
şizofren “bir kadın olmakta olduğumu hissediyorum” veya “bir tanrı olmakta
olduğumu hissediyorum” diyebilir. Anlaşılabilir niteliklerin bununla bir
ilişkisi yoktur. Arieti’nin bir anlaşılabilir nitelikler düzeyinde kalmış
olduğu görülüyor. Ancak bu şizofrenin söylediğiyle hiç bağdaşmaz. Şizofren
“kadın olmakta olduğumu hissediyorum”, “Tanrı olmakta olduğumu hissediyorum”
“Joan Darc olmakta olduğumu hissediyorum” derken gerçekte söylemek istediği
nedir? Şizofreni şok edici ve çok ama çok keskin bir deneyimdir. Gönülsüz bir deneyimdir.
Yoğun yaşanan, yoğunlukların geçiş yaptığı bir deneyim. Şizofren “kadın olmakta
olduğumu hissediyorum”, “Tanrı olmakta olduğumu hissediyorum” dediğinde, vücudu
bir yoğunluk eşiğinden geçmektedir. Biyologlar yumurtadan söz ederler.
Şizofrenin vücudu da bir tür yumurtadır; katatonik beden yumurtadan başka bir
şey değildir. Şizofrenin “Tanrı olmakta olduğumu hissediyorum” “kadın olmakta
olduğumu hissediyorum” demesi, biyologun bir eğimi, bir yoğunluk eşiğini aşma
adını verdiği şeye çok benzer. Bir şizofren halen onu aşmaktadır. Üstünden,
ötesinden, berisinden geçiş yapıyordur. Tüm mesele, geleneksel analizin bunu
görmekte başarısız olmuş olmasıdır. Onun için şizofreni üzerine yapılmakta olan
farmakolojik araştırma, bugün çok az bir kullanımı olmasına rağmen, çok daha
zengin olabilirdi. Farmakolojik araştırmalar ve ilaç araştırmaları sorunu
metabolizmanın yoğunluğundaki değişimler bağlamında koyarlar. “Hissediyorum”
geçiş yapan duyuşlar ve yoğunluk dereceleri ışığında ele alınmalıdır. Böylece
bizim kavrayışımızla, çalışmasına saygı duyduğumuz Arieti’ninki arasındaki
fark, bizim şizofreniyi yoğun deneyim bağlamında ele alıyor olmamızdan
kaynaklanır.
Soru: Şizofrenik
söylemin “bilinebilirliği”yle kast ettiğiniz şey nedir?
F.G: O söylemin
tutarlılığının, diyelim ki, ussal bir ifade düzeninden mi, yoksa bir semantik
düzenden mi, veyahut bizim makinesel dediğimiz bir düzenden mi çıktığını bilmek
istiyoruz. Hepimiz temsil bakımından elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz. Bu
hem ifade düzeni içinde bir şeyi yeniden kurmaya çalışan bilim adamı hem de
şizofren için geçerli. Fakat şizofren yeniden kurmaya çalıştığı şeyi, el
altındaki emre amade araçlarla bilme olanağına sahip değildir. Bu anlamda,
psikanalizin çerçevesi içinde işleri kolaylaştırmak için yapılan betimlemelerin,
mesela Ödipal’in, baskıcı bir temsil oluşturduğunu söylüyoruz. Hatta psikoz ve
çocukluk dönemi araştırmalarında en ileri düzeye erişmiş olan veya yoğun
niceliklerin geçişi sorununu fark etmiş olan araştırmacılar bile her şeyi
tekrar tekrar getirip sonunda Ödipal terimlerle ifade etmekten usanmıyorlar.
Mesela ünlü bir araştırmacı, ki gerçekten önemli bir isim, Hieronymous Bosch’un
baba, anne ve kutsal üçlü fikrinin bulunmadığı bir fragmanlar, küçük parçalar
sonsuzluğunu kompoze eden bir manzara resmiyle ilgili olarak, işlevini yerine
getirirken veya hastanın itkileri düzeyinde fark etmiş olduğu bir psikoz
vakasını ele alırken hâlâ mikro-Ödipalizmden söz etmektedir. Bu böyle bir
temsilin, en azından bir düzeyde, neredeyse kelimesi kelimesine tek bir egemen
ideolojiden alındığının göstergesidir.
Soru: Şizofrenik
dilde tipik değişimler husule gelmektedir. Benzer değişimlerin belli toplumsal
kategorilere özgü dilde (örneğin askeri ve siyasal dilde) de olduğu
söylenebilir mi?
F.G:
Elbette.Bugün militan siyasal eylemcilerin “para-firenik” askeri dilinden söz
edebiliriz. Bunu daha genişletmemiz gerekiyor. Psikiyatristler, psikanalizciler
ve araştırmacı bilim insanlarının kullandıkları kategoriler bir temsili bir
kapatma (closure) diline dayanır. Öyle ki, arzulayan-makinelerin üretiminden
kaçan her şey her zaman gerisin geriye yeniden – düalist kategorilere ve
düzeylerin daimi bir ayrımına sürekli bir geri dönüşle- sınırlayıcı, dışlayıcı
sentezlere yönlendirilir. Epistemolojik bir reform bu durumu yeniden
şekillendirmek için yeterli olmayacaktır. Bu sınıf savaşımı içinde rol oynayan
güçler sistemiyle de ilgili bir sorundur. Belli bir grup psikanalizciye veya
araştırmacıya daha dikkatli olmalarını hatırlatmanın bir yararı olmayacaktır.
Burada sorun, soyutlanmış bir sistem değil, ister arzuyla veya devrimci
savaşımla, isterse bilim ya da endüstriyle ilişkili olsun, toplumsal
mekanizmaların bütünsel dinamiğidir. Madem ki söz konusu olan bu bütünsel
dinamiktir, öyleyse, onun kendi yeni modellerini, toplumsal gruplarını ve
üzerinde uzlaşma sağlanmış çeşitli ifadelerini geliştirmek gerekir. Bu noktada
kendi kendimize politikacıların, bilim adamlarının ve askeri söylemin gerçekte
bir tür anti-üretim, söylem düzeyinde işleyen bir baskılama işlevi olup
olmadığını sormalıyız. Bu baskılamanın hedefi – aslında durdurulamaz olan-
sorgulama çabasını durdurmaktır. Sorgulama durdurulamaz ve sınırları aşar,
şeylerin gerçek hareketi içinden yansır.
Soru: Nietzsche,
Artaud, Van Gogh, Roussel, Campana : bu vakalarda zihinsel hastalık ne anlama
gelmektedir?
G.D: Çok şey
ifade etmektedir. Jaspers ve daha yakın zamanda Laing –yanlış anlaşılmış
olsalar da- bu konuda meselenin özüne nüfuz eden şeyler söylediler. Kısaca,
delilik denen şeyin iki boyutu içerdiğini dile getirdiler: Yıkıp, aşıp geçme
boyutu. Tıpkı ani bir ışık çakışı gibi. Bir duvarı alaşağı ederek aşmak gibi.
Diğeriyse, bundan çok farklı bir boyut. Buna çöküş denebilir. Van Gogh’un bir
mektubunu hatırlıyorum. Şöyle yazıyordu: “ Bu bir duvarı alaşağı ederek aşmak
sorunudur”. Ama bir duvarı bu şekilde aşmak çok zordur. Bu iş çok sert ve
acımasız bir şekilde yapıldığında, kişi kendi kendisini de parça parça eder.
Alaşağı eder. Çökertir. Van Gogh devam ediyor : “Ben duvarı yavaş yavaş ve
sabırla, adeta eğeyle altını kazarak yıkmaya çalışıyorum.” Böylece bir yandan
“duvar yıkılıyor” ve diğer yandan da olası “çöküş”… Jaspers şizofrenik süreçten
söz ettiğinde, bu iki öğenin birlikteliğini vurgulamaktadır : bir tür zorla
giriş, ifadesi bile mümkün olmayan bir şeyin, toplumlarımızda bastırılmış
olduğu için sadece güçlükle bahsedilebilen (dolayısıyla bir çöküş riskini de
içinde taşıyan) bir şeyin çıkıp gelmesi. Burada artık hareket etmeyen, yıllarca
hareketsiz kalan otistik şizofreni görmekteyiz. Nietzsche, Van Gogh, Artaud,
Roussel, Campana vb vakalarda elbette iki öğe birlikte varolmaktadırlar. Bir
aşıp geçme, duvarı yıkıp geçme var. Van Gogh, Nerval ve diğerleri gösteren
duvarını, “Anne-Baba” sisteminin duvarını yıkıp geçerek bu noktanın ötesine
doğru yolculuğa çıktılar. Bizimle geleceğimizin sesi olan bir sesle konuştular.
Ancak ikinci öğe, yani çöküş riski de bu süreç içinde bulunmaktadır. Kimse bunu
hafife almamalıdır. Bu yıkıp geçme her zaman bir tür çöküşle birlikte
gerçekleşebilir. Bunu temel bir tehlike olarak görmeliyiz. İki öğe birbiriyle
bağlantılıdır. Artaud’nun şizofren olmadığını söylemek anlamsızdır. Hatta
aptallıktır, utanmazlıktır. Elbette, Artaud bir şizofrendi. O yıkıp geçme işini
parlak bir biçimde başarmıştı. Ama ne pahasına ? Bedel, şizofrenik tanımını
kullanmamıza neden olan çöküştü. İki şey, “yıkıp geçme” ve “çökme” aynı şeyler
değil. Bunlar iki farklı momenttir. Bu süreçlerde çökme tehlikesini önemsememek
sorumsuzluktur. Hatta belki bu riske değse de..
Soru: Bir
psikiyatrik klinikte, klinik yöneticisinin yasağı hilafına yıllardan beri derin
katatonik durumdaki ( tek kelime etmeden, jestsiz, hareketsiz yaşayan) bir
hastanın odasında kağıt oynamayı alışkanlık haline getirmiş bulunan stajyer
doktorlar, bir gün bir oyun esnasında, yüzü o sabah hemşire tarafından pencereye
doğru çevrilmiş olan hastanın aniden “yönetici geliyor!” diye bağırdığına tanık
olmuşlardı. Bundan sonra hasta yeniden o eski sessizliğine gömülmüş ve birkaç
yıl sonraki ölümüne değin tek kelime etmemişti. Onun dünyaya mesajı “yönetici
geliyor!” olmuştu.
G.D: Çok güzel
bir hikaye. Bizim yeni şizo-analizin ışığında, hastanın “yönetici geliyor!”
ifadesinin ne anlama geldiğini araştırmak gibi bir görevimizin olmaması
gerekiyor. Ancak burada kendimize sormamız gereken soru şu olmalıdır : Ne oldu
da bu otistik hasta tekrar bütünüyle içe, kendi vücuduna döndü? Çok kısa bir
süre için de olsa yöneticinin geliyor olmasıyla bağlantılı olarak amaçlarına
hizmet eden küçük bir makineyi oluşturabildi?
F.G: Anladığım
kadarıyle , bu hikayede hastanın gerçekten yöneticiyi görüp görmediği
bilinmiyor. Eğer hasta onu görmemişse, hikaye daha anlamlı hale gelir.
Stajyerlerin onun odasında kağıt oynamaları, yöneticinin yasağını ihlal
etmeleri aslında alışılmış olan işlerde bir değişiklik meydana getiriyor.
Stajyerlerin bu edimi hastanın yöneticinin hiyerarşik figürüyle ilgili bir
uyarıda bulunmasına ve böylece basitçe durumun analitik bir yorumunu yapmasına
neden olmuş olabilir.
Bu hikayede, hastanın bağırışı psikolojik aktarımın
(transference), analitik işlevin aktarımın iyi bir örneğini temsil eder. Burada
durumun yapısını yorumlayan psikanalizci ya da psiko-sosyolog veya benzer bir
konumdaki biri değildir. Gerçek bir bağırış, bir tür dil kayması, bir ağzından
kaçırma durumu…Öyle ki, şizofrenin kendisinin değil, diğerlerinin, bir takım
önlemler alarak kağıt oynamaları gereken oyuncuların hastanın yanında içine
düştükleri yabancılaşmayı yorumluyor.
Soru: Evet, ama
hasta ağzından bağırış çıktığı anda, yöneticiyi hiç görmemiş olsa bile
kendisinin farkında.
F.G: Farkında mı?
Bundan emin değilim. Pencerenin önünden bir kedinin ya da başka bir şeyin
geçtiğini de görmüş olabilirdi. Kurumsal psikoterapi pratiğinde, tümüyle kendi
içinde kaybolmuş bir şizofrenin aniden sizin özel yaşamınız hakkında inanılmaz
ayrıntılar vermeye başladığı vakalar iyi bilinir. Hatta öyle ki, siz
hakkınızdaki bu ayrıntıların biri tarafından bilinebileceğini tahayyül bile
edemeyebilirsiniz. Hem de bunu zalimce yapabilirler. Kesinlikle gizli kalması
gerektiğine inandığınız hakikatlerinizi tokat gibi açıkça suratınıza çarpa
bilirler. Bu noktada, onun için giz diye bir şey yoktur. Şizofren içinize
şimşek gibi dalar. Doğrudan kendi öznel sisteminde bir diziler bütünlüğü
oluşturan o bağlantılar üzerinde odaklanır. Kendisini bir “kahin” konumuna
yerleştirir. Oysa, mantıkları, sözdizimleri, ilgileri içinde donmuş bireyler
bütünüyle kördürler.
* G.Deleuze, Desert Islands and Other Texts 1953-1974,
sayfalar :232-241
"Oysa, mantıkları, sözdizimleri, ilgileri içinde donmuş bireyler bütünüyle kördürler."
YanıtlaSil